Hugo Loetscher – Uzay Kapsulundeki Maymun

Siyah kürkünün, dışarıda, açık havada çok kalan ev hayvanlarına özgübir parlaklığı var. Erkek kedi dışarıya küçük bir delikten çıkıyor. Onun dışarısı, caddelerin üzerinde, çatıların ve eski kentin bol köşeli surlarının arasında. Buralarda o, siyah bir hayvan, yağmur borularına tırmanıyor, parmaklıklara sürtünüyor, pervazların üstüne sıçrıyor, oradan balkonlara atlıyor ve içinde sardunyalar, bitkiler bulunan saksılara sürtünüyor. Bu bölgede bir zamanlar güvercinler yaşardı. Belediyenin güvercin öldürücüsü, kuşların çoğunu avladı ve bir çıkmanın altındaki, güvercinlik işlevi gören yeri zehre buladı; bir çift güvercin arkadaki küçük bir terasa kaçtı ve orada kuğurmayı sürdürdü. Erkek kedi, bu düz çatı parçasında duvara yaklaştı, geri geri giderek kuyruğunu kaldırdı, kuyruğu da arka ayakları gibi titredi işerken. Rüzgâr almayan bir baca arkasında, bir televizyon anteninin dibine uzanmış, haϐifçe kıvrılarak siyah kürkünün içine büzülmüş, yuvarlak kafasında kırmızımsı gözleri. Gözkapakları sıkıntıdan düştüdüşecek, ama ansızın bir sesin geldiği yeri saptıyor ve kulak kepçesindeki beyaz tüycükler çevreye dikkat kesiliyorlar. Sonra, siyah parlak kürkünün üstünde devinimler oluyor. Erkek kedi yavaş yavaş sürünüyor, arka ayaklarını son ana dek yerde tutuyor, güvercinin üstüne atlıyor ve keskin dişlerini bir kılıç gibi, güvercinin üzerine sallıyor; şaşkın kuşu açık pencereden odanın içine kovalıyor, kuş tavana çarpıyor ve duvar boyunca aşağı düşüyor; erkek kedi, kuşu dişlerinde dolaştırıyor, bu arada bir ayağından diğer ayağına sıçrıyor, tırnaklarıyla kanatları yoluyor ve cıyaklayan boğazı ısırıyor. Ta ki, erkek kedinin sahibi, güvercini tıslayan kedinin pençelerinden kurtarıp balkona koyana dek; kuş can çekişerek, oradan ölümüne karat çırpıyor. Bu esnada erkek kedi, üzerinde kanlı bir tüyün uçuştuğu komodinin önünde tepiniyor ve eşeleniyor. Dikleşmiş tüyleri yatışıyor ve siyah kürkü, tüylerinin açık renkli diplerini örtüyor. Erkek kedi masanın altında şaşkın şaşkın dolaşıyor ve bir koltuk arıyor.


Tırnaklarını kadife kumaşta biliyor ve kumaşın üzerinde ince çizgiler bırakıyor. Arka pençeleri halının üstündeyken ön pençelerini pencere pervazına dayadığında, siyah bedeni uzuyor ve daralıyor. Camı tırmalıyor. Pençesi camda gıcırdayarak kayıyor ve tırnakları perdenin örgüsüne takılıyor. Kafasını eğip dışarıya, çökmekte olan mart gecesine bakıyor; gözleri bir sokak lambasının pırıltılarını yansıtıyor. Pusuya yattığı yerde bıyıklarını dikip dudağını yalamaya başlayana dek. Kendini aşağıya bırakıyor ve ağırlığını, pençelerinin yastıklı ayalarıyla dengeliyor; uzanıyor, arka ayaklarından birini yukarıya dikerek siyah kürkünü yalıyor ve tüylerini parlatıyor, kafası bacaklarının arasında gidip geliyor. Yukarı dikilmiş arka ayağının siyah tüylü pençesinde, parmaklarının arasında, beyaz bir perçem görünüyor ve yana yatıp dört ayağını uzattığında, öteki pençelerinde de böyle beyaz tüyler olduğu görülüyor. Ama sonra toparlanıyor, arka bacaklarından birini öbürüyle örtüyor, ön ayaklarını göğsüne gömüyor, omuzlarını ve kafasını bunların üzerine seriyor ve yine salt siyah bir hayvan oluyor. Usulca soluk alıp verişi bir mırıltıya dönüşüyor ve kürkün altında, bedenine yayılan bir iç çekiş bu mırıltıyı sarsıyor; erkek kedi kısa bir süreliğine gözlerini açıyor, kırpıştırıyor ve yeniden uykuya dalıyor. Sonra birden ayağa kalkıyor, kamburunu çıkarıyor ve kafasını bacaklarının arasından, neredeyse yere değecek kadar uzatıyor, esniyor ve sıkıntılı bir ifadeyle dişlerini gösteriyor. Yürüyüp, koridordan yatak odasına gidiyor, duruyor, kuyruğuna bakıyor, onu ısırmaya çalışıyor ve birkaç kez kendi etrafında dönüyor, buruşturulmuş bir kâğıt parçası buluyor, kâğıdı pençeleriyle yuvarlıyor, yatağın altına sürüklüyor, hışırdatıyor ve orada bırakıyor. Adım adım yürüyor ve kuyruğu yukarıda, geri dönüyor, kuyruğunun ucu zarif bir biçimde kıvrık, başladığı siyah yerin altında ise, açık renkli poposu. Yemek tasının önünde oturuyor, ön ayaklarıyla eti sıkı sıkıya tutuyor, etten parçalar koparıyor, her lokmada kafasını geri atıyor ve diliyle kemikleri törpülüyor. Mutfaktan ayrılmadan önce kapıda duruyor ve sırtını kapının kenarına sürtüyor.

Odada biraz oyalanıyor ve uzanıyor. Uzanırken ön ve arka bacaklarını da uzattığı ve tırnaklarını yuvalarından çıkardığı için, gövdesi daha uzun ve daha dar görünüyor. Yerde keyiϐle ve şehvetle yuvarlanıyor, kafasını kaldırıyor, tüm yönlere bakıyor, kafasını ensesine yatırıyor, yere sünüyor, halının tüyleriyle kendini okşuyor ve karnının alt kısmıyla, tos vurur gibi hareketler yapıyor. Karnını boylu boyunca gösteriyor. Siyah kürkü ancak boynunun altına kadar uzanıyor, göğsünün rengi oradan arka bacaklarının arasına kadar değişiyor. Sarımtırak, kırmızı ve kahverengi tüyler, birbirlerinden uzak ya da iç içe duruyorlar, tek tek tüylerde, bir rengin çeşitli tonları görülebiliyor. Siyah erkek kedinin bu yamalı bohça gibi karışık kürklü kısmı, atalarının yaşadığı zamanları, kedilerin geceleri damlarda bağırdıkları, delikanlı kedilerin boğuk boğuk mırnavladıkları ve çığlık attıkları, dişilerin peşinden bir yerlere tırmandıkları ya da aşağı kaydıkları, dişilerin çiftleştikten sonra tısladıkları ve pençeleriyle erkeğe vurdukları, erkeklerin tos attıkları, dişileri yeniden susturdukları ve boşalırken dişi kedinin ensesini ısırdıkları ılık mart aylarını anımsatıyor. Halının üstünde yan yan yatarak kendini okşayan erkek kedinin çekici renkli tüyleri, hayaları kesildikten sonra oluşan yara izini örtüyor. PİLİÇ VE GÜNEŞ IŞIĞI Toprağı canlandıran ve böylelikle yerin gevşeyip, eşelenebilir hale gelmesini sağlayan ilkbaharı tanımıyor o. Ancak piliç, bu kümeste de eşeleniyor. Soğuk günlerin ardından daha az serin günler gelmediği gibi, sıcak günler de ılık günleri izlemiyor. Toprak, kuru sıcakta, içinde yıkanılacak gibi ufalanmıyor; piliç yine de yuvarlanıp duruyor. Mevsimleri tanımadığı için, eşelediğinde, toprağı ona solucanlar sunmuyor ve bu toprağın üstünde, peşinden koşabileceği böcekler yürümüyor, havada tohumlar uçuşmuyor ve hiçbir yerde, gagalayacağı bir parça dal ya da kâğıt yok. Oluk düzenli olarak dolduruluyor, preslenmiş yemle ve balık kokan unla. Piliç, tıka basa yiyor.

Karnı o kadar çabuk doyuyor ki, bacakları bunu algılayamıyor ve yiyecek aramayı sürdürüyorlar. Piliç önüne çıkan bir komşusunu gagalıyor, ondan bir tüy kopartıyor. Tüyü yere düşürüyor ya da bir telini yutuyor. Bazen yukarı doğruluyor, duvardaki bir haşereye doğru kanat çırpıyor, bu yalnızca siyah bir nokta olsa da. Burada, içeride de, dönüşümlü olarak ayak değiştiriyor, ama ansızın, salt yürümek değil, koşmak da, dahası, kanat çırpmak da istiyor. Işǚ te o zaman, kanatlarıyla hız almak isteyen öteki piliçlerle itişiyor. Sonra yeniden tek ayak üstünde duruyor ve kafasını kaşıyor. Görevlinin adımlarını işittiğinde, kapıya doğru koşuyor ve kapıya gitmek isteyen ötekileri kovalıyor. Adam göründüğünde, piliç eğiliyor, kafası, boynu ve sırtıyla düz bir çizgi oluşturuyor ve kuyruk tüylerini haϐifçe aşağı eğik tutuyor. Adam, onu sevmek için yere doğru sıkıca bastırmış da olsa, ona ilgi göstermemiş de olsa o, eğildikten sonra doğruluyor, gövdesini ve kabarmış tüylerini, sanki üzerine bir horoz çıkmış gibi silkeliyor. Mevsimleri tanımadığı gibi, günün ritimlerini de bilmiyor piliç. Günü, ötüşüyle güneşi uyandıran bir horoz başlatmıyor, otomatik bir saat, ışığı açıyor. Lamba doğup batmıyor, yanıp sönüyor. Yalnızca bir defa, yanlışlıkla daha yüksek vatlı bir ampul takıldığında, güneş banyosuna yatmak için uzandı. Ama sonra düşük vatlı ışık geri geldi.

Ve sonra yine sabah alacakaranlıktı, öğlen alacakaranlıktı ve akşam da, önceki günlerde de alacakaranlık olan, günün öteki saatleri gibi, alacakaranlıktı. Gün, on iki saat sürüyor ve bu uzun günde, piliç ara sıra başını sallıyor. Zaten var olan ve kendi katkısı olmadan yapılmış bir yuva için malzeme arıyor. Ne kadar eşelense de, bir çukur oluşturamıyor. Bir başka pilicin küpelerinden yiyecek artıkları topluyor, ibiğini çekiyor, bir diğerinin üstüne çıkıyor ve kısa bir süre orada kalıyor. Yem oluğundan su bileziğine geçtiğinde, oraya yönelen öteki piliçleri iteliyor ve yuvarlak yalağın başında öteki piliçler onu yem oluğuna geri itiyorlar. Ve böylelikle bir çember çizerek dönüp duruyorlar. Ama her güne ve her hareketine gaklayarak, gagalama seslenişinin “ciik” ve “ceek’leriyle ve kıdem bildiren “gıdaaak”larla eşlik ediyor. Ansızın duruyor, kanatlarını kabartarak, ama açmadan, birdenbire iki ayağını öne doğru geriyor, tırnaklarını çıkartıyor ve bir başka pilici tekmeliyor. Kendisi gagalanırsa, kaçmakta buluyor çareyi, ancak korunaklı bir yer yok, kafesin kendisi bir bütün olarak korunak zaten. Sonra piliç, bir duvar boyunca yürüyor, kafası duvara dönük, sanki duyulacak bir şey varmış gibi. Yoluna çıkan dişi piliç, kanatlarıyla hız alıyor ve duvara çarpıp bir kemiğini sakatlıyor. Piliç şimdi de parmaklığa doğru koşuyor, daha ötesi olmadığı halde ayakları koşmaya devam ediyor. Dışarı çıkmayı deniyor, iki çubuğun arısına sıkışıyor, gagasını ve göğüs kafesini dışarı çıkartabiliyor; dışında, servis koridorunun ardında öteki kafes başlıyor. Sonra piliç orada ayakta duruyor, kakasını bir tenekenin üzerine bırakıyor, yalıtım macununu gagalıyor, kafasını kaşıyor ve uçları kırılmış olan tüylerini tiftikliyor.

Sonra da zamanı itiş kakışın içinde geçiyor. Kafasını çekip, geriye çevirip, gagasını kanatlarının arasına sokup bekleyene dek, otomatik saat geceyi devreye sokana dek. Ama piliç bir defasında güneş ışığını gördü. Odžtekilerle birlikte, bir taşıma kafesine kışkışlanarak sokulduğunda ve orada, dönecek ve ayakta duracak yer bulunmayan bir köşeye sindiğinde. Bu sandık, öğle sıcağında dışarıda yüklenmeyi bekleyen öteki gıdaklayan sandıklarla üst üste yığılmış bir biçimde, şirket tabelasının altında duruyordu. Bir güneş ışını, parmaklığın arasından sızdı ve pilice çarptı. Piliç gözlerini kapadı ve hemen yeniden açtı, gözkapaklarını bir yukarı bir aşağı oynatıyordu, titreyerek ve bakarak. Piliç, boynunu parmaklığın iki çubuğu arasına soktu, ibiği ve küpeleri şimdiye dek hiç böyle kırmızı olmamışlardı. Güneş, gözlerine bir yıldırım gibi çarpmıştı. Bu çarpmayı, elektrikli çivinin ve ondan sonra da yürüyen banttaki çengelin darbesi izler. Çengel ancak yolma ünitesinde durur.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir