Inci Aral – Erkek Olu Kuslar

Ölü Erkek Kuşlar, bir kadının birine tutkulu bir aşk, ötekineyse köklü bir sevgi ve evlilik bağıyla bağlandığı iki erkek arasındaki bölünmüşlüğünü konu edinirken, bu üç kişinin çocukluktan kadın ve erkek olmaya giden yolda kurallar, öngörmeler, koşullandırmalarla biçimlenişlerini irdeliyor. Bir kadın ve iki erkek arasındaki ilişkilerin hem bireysel ve toplumsal yargıların içinde barındırdığı katılık ve şiddet hem de belli bir tarihsel dönemin baskı ortamında nasıl yorucu, yıpratıcı bir iletişimsizliği, uzlaşmazlık ve çözümsüzlüğe dönüştüğünü gösteriyor. Bu karmaşa içesinde aşk, gerçekleşmeyecek çocuksu bir düş, evlilikse düzen sanılan bir düzensizliktir. Inci Aral ilk romanında bir kadının bağımsızlık ve mutluluğu umutsuzca arayışını içtenlikle, ustalıkla anlatıyor. BİRİNCİ BÖLÜM DÜŞKÖY YAZLIK SİNEMASI İğde ve gül kokularının birbirine karışarak içlere baygınlık verdiği bir ilk yaz akşamı Düşköy tatil kasabasının yazlık sineması önünde bekliyorum. Gökte parlak bir dolunay var. Sinemanın yaz akşamları yüksek perdeden arabesk şarkılar yayan höparlörü suskun. Işıkları sönük. Büfede birbirine vurulan kola şişelerinin çıkardığı şıngırtılar, kiralık minder dağıtan Topal Şükrü’nün ağlamaklı sesi, çekirdekçilerin ezgili bağırtıları, çocuk çığlıkları, gençlerin gürültücü itiş kakışlan ve yaygaraları duyulmuyor. O uğultu, neşe, canlılık yok henüz. Mavi boyalı tahta sandalyeler, geçip gitmiş kışın rüzgarlarıyla, yağmurlarıyla hırpalanmış, makine dairesinin dibindeki sundurmanın altında bekliyorlar. Gece serin. Yazlıkçıların kasabaya doluşmalarına zaman var daha. Altında durduğum çınarın tazecik yaprakları hafif bir esintiyle hışırdıyor. Denizin nemini tenimde duyuyorum. Başımı gökyüzüne kaldırıyorum, bir bulut kümesi geçiyor ayın önünden çabucak biçim değiştirerek. Gök aydınlık, parlak koyu mavi. Ayın altında, uzakta, zeytinliklerle kaplı tepelerin inişli çıkışlı yumuşak eğimleri belli belirsiz ince çizgilerle ayrılıyor bu mavilikten. Anılarla bağlıyım buraya. Kumsala çekilmiş kayıklardan balık aldığım yaz günlerini, çayın kıyısında söğütler ve böğürtlenler arasından geçen toprak yoldaki sabah koşularımızı, suyun denize kavuştuğu yerdeki bir köprünün üstünde esrik, şarkılar söylediğim bir geceyi anımsıyorum şimdi. Çağrılılar az sonra gelmeye başlarlar. Büyük aşklar yaşamış olanlar, aşka inanmayanlar, inanıp da kimseyi sevilmeye değer bulmayanlar, sevip pişman olmuşlar, sevmeyi bekleyenler, iş işten geçmişler, gel geç ilişkilerle idare etmeye çalışanlar, durmuş oturmuşlar-oturamamışlar, uslanmışlaruslanmamışlar, duyuları körelmişler, tövbekarlar, modası geçmişler, dağıtmışlar, bileklerini jiletlemişler, değişik seçenekler arayanlar, boşvermişler. Bu gece hepsi gelecekler. Gelmeliler. Son on yılın en büyük aşk faciası karanlıklardan çıkıp gözler önüne serilecek bu gece, bu sinemada… Sinemanın ağır demir kapısında paslı bir zincirin ucunda sallanan kocaman asma kilidi yokluyorum. Kilitli. Açık olmalıydı oysa. Neyse, önemli değil. Hazırlıklıyım. Cebimden maymuncuk, ince uçlu bir tornavida ve eğe çıkarıyorum. Kilidi açmam uzun sürmüyor. Ne de olsa deneyimliyim. İçeriye giriyorum. Ay ışığında el yordamıyla daracık tahta merdiveni çıkıp makine odasına dalıyorum. Duvarları yoklayarak elektrik düğmesini buluyor ve bütün ışıkları yakıyorum. İnce bir toz tabakası kaplamış her yanı. Ama yalnızca geçen zamanı belirlemek açısından önemli olabilir bu şimdi. Zaman tozdur çünkü, kirdir, nemdir, eskimişliktir, yenilgidir. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım koruyamayız kendimizi ve nesneleri ondan. Boşuna o tozbezleri, fırçalar, paspaslar, cilalar, saç boyaları, kozmetikler. Kasetçaların üzerindeki tozu elimle sıyırıyorum, oracıkta gözüme ilişen ilk kaseti sürüyorum içine. Bezen Göksu söylüyor. Ses düğmesini sonuna dek açıyorum. Değer mi hiç? Değer mi, değer mi söyle? diye bağırıyor ses büyütücüler. Canlanıyor birden bahçe. İmbat Limited Şirketinin kola kamyonu geliyor önce. Ardından Minderci Şükrü. İşsiz güçsüz takımından bir kaç kopuk. Kış kahvesinde pişti oynarken yaygarayı duyup koşan Makinist Raşit. Tefçi Küsüm ve saz arkadaşları. Bakkal Cavit’le şaşı karısı Necla. Dereköy’den, Lokman Hekim Bahaettin ve at arabası. İki keçisiyle birlikte Dul Mukadder İhbarcı, Malakacı Osman. Hidroforcu Cemil Usta. Sübyancı Şakir. Bizim evin merdivenlerini yapan Marangoz, İbrahim Sağlamel. Fırıncı ve köfteci çırakları, berber ve inşaat kalfaları, oto elektrikçi ve anahtarcıları, kaportacılar, yıkama yağlamacılar, pazarcılar, peynirciler. Karadeniz Pastanesi’nin küçük bulaşıkçısı Mahir bir koşu gidip, Koç yazıhanesine bıraktığım film bobinlerini getiriyor. Bu geceye gelinceye kadar, zaman uzun bir süre bir yerlerde takılıp kaldı benim için. Gereğinden uzun akşamlar, geceler, sabahlar ve günler yaşadım. Geriye doğru çalışıyordu saatim bu sıralarda ve kimse onaramıyordu bu bozukluğu. Herşey normal, diyorlardı saatçiler. Aslında görünüşte pek bir aksaklık yoktu. Şu var ki benim biyolojik zaman ayarımla uyum içinde olamıyor, apansız yıllar öncesinin saat onyedilerini, üçlerini beşlerini göstermeye başlıyordu saatim. Bu arada bir kaç saat değiştirdim elbette ama yararı olmadı bunun. Onlarda da aynı aksaklık ortaya çıkıyordu koluma takar takmaz. Bir randevuya yetişmeye çalışırken geç mi kaldım acaba? kaygısıyla baktığımda, yetişmeye çalışmış olduğum bir çok randevuya koşar buluyordum kendimi. Bir salı günü öğleden sonra onbeşte nerede kimlerle buluşmaya gitmişsem -öyle az buz değil bunlar- ister üç yıl ister beş on yıl önce olsun saatim akıl almaz bir hızla geri atlamalar yaparak bütün bu salıların onbeşlerine dönüveriyordu. Böylelikle yaşamımın bir bölümünde zaman kavramını neredeyse bütünüyle yitirmiş oldum. Bunun yaşamıma yepyeni boyutlar kattığını yadsıyacak değilim. Aynı anda içiçe bir kaç zamanı birden yaşayabilmek kolay olmasa da şaşırtıcı ve olağanüstüydü. Sonra yaralarım kapandı, iyileşme devresini dinginlik içinde geçirdim ve her şeye, bütün o üstüste gelmiş dörtlere – sekizlere – ondokuzlara karşı derin bir kayıtsızlık, kör bir duyarsızlık geliştirdim. En sonunda bana acı veren bir çok şeyin hiç de o kadar dayanılmaz olmadığını, kurtulmuş olmanın verdiği, uçuk, belli belirsiz bir sevinçle ayrımsadım. Makine odasından aşağıya inip kapıya yürüyorum. Konuklarım gelmeye başladılar. Ayazpaşadaki alt kat komşum Nuriya’nımla sarılıp öpüşüyoruz. Kızı okulunu bitirmiş. Bir kamu kuruluşunda çalışıyormuş. Ayrı yaşadığı kocasından hala boşanmamış. Adam da bir türlü ölmüyormuş körolası. Benden sonra üst kata genç bir dul kadın taşınmış. Eve giren çıkan belli değilmiş artık. Bir kaç kez uyaracak olmuş, dinleyen kim… İşte Selim’le Eda. Canım Selim! Eda ile evlenmemeye karar vermişler. Aralarındaki çelişkiler bitince aşkları biter diye korkarlar öteden beri zaten. Selim gazetenin “Cinsel Sorunlarınız” sütununa geçmiş. Dr. Norman Gordon kisvesi altında akıl dağıtıyormuş okurlara. Yıldız falı ve rüya tabirleri filan da hazırlayıveriyormuş arada. Bileklerinde Eda’nın onu ilk bırakıp gittiği gecenin jilet izleri var, beyaz, sedefli ince çizgiler halinde. Tarık’la selamlaşıyoruz uzaktan. Yanında dördüncü karısı olduğunu sandığım şık, yapma burunlu bir kadın var. Onur’dan bir haber alırım umuduyla yanına gidiyorum hemen. Ordan burdan konuşuyoruz. Tarık yurtdışında bir reklam şirketinin Türkiye temsilciliğini almış, işler yolundaymış. Onur mu? İyiymiş. Başka bir ajansa geçmiş. Arada bir görüşüyorlarmış. Hep aynı Onur işte, diyor. Ayhan gelemez. Ona filmin video kasetini postalayacağım sonra. Ya Onur? Gelecek mi? Gelebilecek mi? Çakıl dökülmüş zeminde gıcırtılı ayak sesleri bırakarak perdeye doğru ilerliyorum. Kadıncık Dergisi’nden iki bayan muhabirle el s ıkışıyoruz. Sinema ve sanat sayfaları yazarları, eleştirmenler; film oyuncuları görüyorum kalabalık arasında. Mat beyaz yağlıboya ile boyanmış perde-duvarın önündeki çıkıntıya tırmanıyorum güçlükle. Keşke dar etek giymeseydim, pek kolay olmuyor bu.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir