Leyla Erbil – Tuhaf bir Erkek

“(…) her hainde, rezilliğe susamışlık olması mümkündür. ’”” çürümenin kitabı, e.m.cioran, çev.: haldun bayrı, metis yayınları. bildiğiniz gibi, ben de iyi yürekli, yardımsever iffetli okulları birincilikle bitirmiş ondan da öte perişey benzeri yaşlısever, çocuksever, oyunsever bir genç kız olduğumda sıram da geldiğinde bir fallusun koynuna verilme sıram birbirimize göz koyduğumuz öteki mahallede oturan sevgilimin kollarına attım kendimi yıldırım nikahı dedikleriyle ben henüz tuhaf bir erkek nedir bilmezdim o sıra gorgo da bu denli korkunç değildi kendi kendine yumuşacık salınan bir kayık ya da kendi beşiğini sallayan tatlı bir bebek yüzü görünümündeydi her şey zaten gorgo da aramızdan çıkmış başa geçmiş bizden biri gibiydi nasıl başa geçtiğini bilmesek de fakiri ve doğayı seven sandığımız ablam birkaç yıl önce varmıştı evlilik denen o menzil-i mertebeye tanımadığımız düzceli bir çiftçi ailesinin oğlu ile sandık dağları dolusu çeyizinin alıp yarısını yarısı da sana kalsın zengin bunlar diyerek tatlı cıvıltılarla uçunca aramızdan kalınca ben hacı murat adlı rum ustanın üç katlı sefertası diye o günlerde küçümsenen bugünlerde antikaya binen ahşap evinde yapayalınız merdivenlerinden inerken çıkarken kıyamet gıcırtıları içinde kefenli o adam karşılardı merdivenin başında beni uyuyamazdım bembeyaz uzun çılgın bakışlarıyla gorgo’ydu o çocukluğumun kalın kerestesi elinde yapayalınızdık o evde sen yoksun o yok ben yalınız çıldıracaktım haliyle tomris, iris, mesrop, efterpi, vangel ve farandolsuz annemle baş başa ve ölse de ölmemiş olan bir pencereden sürekli bizi gözetleyen dayının picasso’yu andıran gölgeleriyle uğraşmaktan yorgun tutuluverdim bizim oraların bir çıkmaz sokağında oturan yakışıklı o gence ki eşim şimdi benim semt düğünlerinde seyyar org çalan bir müzisyen seyyar org kalmış ona dedesinden ezekiel’i andıran sakallarını sürterek deliklerine çalarmış orgu tükenmez nefesiyle o dede ardından da babası yinelemiş o nefesi nefesle çalınmasa da org bilirsiniz gene de nefesle görülür her şey bu ölümlü dünyada ölmeden önce ben o zamana kadar tuhaf bir erkeğe rastlamış değildim dedim yanaklarımı ya da saçımı okşayan yumuşak eller tatmıştım sevgilim de öyle olur sanıyordum ve bu sanı hurşit’e olan tutkumu artırıyordu katbekat özlemiyle sevilmenin onun geçmişi biraz tuhaftı zaten bu kentte her şey tuhaftı gökyüzünün renkleri denizin iniltileri toprağın küsmesi ana babası birlikte mutlulukla intihar eden insanlardandı zweig’lara benzeyen değil benzemeyen nedenlerle yani öyle toplumsal avla kovalanmakla öldürülme korkusuyla yaşamamışlar yahudi değiller türk bunlar fakat gene de intihar etmişler bu dünyada kendilerinden başkasını gözleri görmeden tatlı tatlı tıka basa yaşadıktan sonra yeryüzünü orglarıyla birlikte yaşayabildikleri kadar öteki dünyaya da sevinerek göçmüşler baş başa orada bu dünyanın hallerini anarak kırılırlarmış gülmekten mezarlarında oynatarak göbeğini toprağın kendilerine “kün” demiş sanki bir ses toz, toprak balçık, çamur tortudan kalkan bir ses kimseye küsmeden incitmeden kimseyi bir orgla nasıl yaşanırsa bu dünya şan olsun bize diyerek toprağa girerken de ardlarında bırakarak başını sokacak bir ev oğullarına eline bir org sarı madenden oğul ki sevgilim benim işte hayatın sonsuz karmaşası içinde elinde bir org ve ben bu orgu çalardı elvis presley gibi dizini bükerek çıldırmışça hurşit-i mümin bizim orada sokak aralarında gezerek tepesine mahalle sakinleri kovayla su atıp kovalayana dek çalardı öyle ki bir kızı sıkıştırmışçasına bacak arasına kükreyerek ve tırmıklayarak kendisi de iniltiler katarak orgun sesme org öyle çalınmaz demeyin o ne olursa olsun çalmayı bilirdi dizinin üstünde sokakta, evde, salonlarda ve havada uçurarak bumin orgu da fuları gibi şarkı söylerdi kırmızı fularlı sevgilim benim kırmızı gömlek kırmızı fular kırmızı fötr kırmızı deri ceket bir ton kırmızı aramıştık aylarca ıstanbul’un en ücra köşelerinde hangi ton takılmışsa zihnine bu değil bu değil deyip durduydu öyle bir kırmızı ki anlaşıldı sonunda yalçın küçük’ün atkısı renginde dünyanın bütün işçileri birleşin diye dolaşan firar ederek silivri cezaevi’nden f tipi f tipi ne demekti kimse bilmezdi zeyyat’a sorduğumda insansız dediydi deli olsunlar diye tıkarlar oraya muhalifleri gerçi sevgilim değildi bilincinde kırmızı gerçeğinin bense sökmüştüm bilinçaltından mı freud’un bilinçdışından mı young’un kopup gelen yüksek sezgimle evet diyecek yoktur sezgıme kırmızı tutkusuyla tutuştuğundan habersiz bu sevgilimi de keşfettim ama gene de tuhaf bir erkek nasıldır bilemezdim sonunda mahallemizin bakkalı köse yalıya efendi’nin izbe dükkânında rastlamış bir adama kırmızım sakallıymış çok adam ezekielle boy ölçülesiye sakalı midesine kadar hürmetli dertleşmiş adı zekeriya olan köse sakallı sevgilimle bunu çok sevmiş ve takdis etmiş bulacaksın “onu” artık rahat uyu demiş “onu” dediği de ben sanatçının bir genç adam olarak portresini de iyi bilirmiş bu zekeriya ki ey mezar, nerde senin zaferin? ey ölüm, hani senin zehirin? dizelerini sık sık söyleyerek çevresindekilere ezberlettiği gibi sevgilime de ezberletmiş zurşit’le birlikte dolaşırdı evde bu iki dize ikinci zurşitiymiş gibi kendinin ne anlama geldiğini sordum mezarın zaferi ölümün zehiri ile karşı karşıya dedi anlamadım dedim yani mezar seni öldürüp zafer kazanır zehir de mezarı dedi gene anlayamadım dedim sen anlayamazsın böyle şeyleri dedi aslında çiftliği ve hayvanları da varmış zekeriya’nın ancak ben eşimin yorumuna tutturmuştum mezarla zafer ölümle zehir? dolandı dilime ey mezar, nerde senin zaferin? ey ölüm, hani senin zehirin? neyse burada bekleyedursun bu dizeler her çeşit hayvanı seven biriymiş zekeriya ancak sevgilim olacak genci de nedense sevmiş yavru keçisinden fazla her yere kucağında taşıdığı sakalıyla birlikte fener’de bizimkine yakın çimen sokak’ta otururdu hâlâ ayakta durur evi bünyamin’in adını bumin koyayım bari kırmızımın azıcık çarpıksa da hâlâ yıkılmak bilmez benim telli duvaklı gelin gittiğim o ev <-=î^ aslında bu öyküde zekeriya’dan söz edecek değildim sizlere tuhaf bir erkekle hiç ilgisi yok zekeriya’nın doğrudan girmeliydim tuhaf bir erkek’e ama çevremde dolaşırken hayaletleri bu anlatının tutamıyorum kendimi sıra gelmek bilmiyor tuhaf bir erkeğe hayaletler her yerde uzunlu kısalı çocuklu kadınlı dev zambakların içinden çıkan aslan bakışlı bembeyaz kombinezon giymiş kızlarla hayvanlar gelinlikli erkekler duvakları yerleri süpüren her kapı ardında bekleyen zekeriya bu dünyadan çekip gittikten sonra bile yukardaki iki dizeyi her fırsatta yineler durur sinir ederdi beni kurşit belki o yüzden yazmış bulunuyorum o günleri yoksa ben yazacaktım tuhaf bir erkeği ey ölüm, nerde senin zaferin? ey mezar, hani senin zehirin? diye değiştiriyordu sözcüklerin yerini arada bir ardından orgla dizeleri seslendiriyordu ey ölüm, duuut ey zafer, düüüüt dediğim gibi o günlerde henüz tuhaf bir erkek nasıl olur bilmiyordum belki de o yüzden asabi biriyim dr. cem mumcu biraz gerginsin evet fazla düşünme dünyayı dert etme gez, toz, eğlen gel bi kadeh daha rakı içelim sonra gidersin dedi ilaçları da unutma ha dedi beni sımsıkı kucaklayıp savarken meyhaneden harun’un tüm bilgisi zekeriya’dan işittiklerine dayanır sanki hiç mazhar şevket hoca’nın derslerine girmemişiz birlikte birlikte birbirimizi dikizlerken kızıl deri montun sırtında simsiyah yazılar: mademoiselle!. la la la la layla lom!. my – concord – 6:30 roissy – kennedy airport about 9:30 yellow cab – to manhattan – sunny weather in central park. shopping 5 th avenue – flash at the bus stop – a soft drink in brooklyn’s cafe!!! champagne!!! preview at modern art gallery with my old limousine – lovely walk along the city – back to paris then istanbul with tender souvenirs!!! sanki beni motosikletin arkasına atar atmaz bir avazda 5 th avenue!. alacaktım annemin kıpkırmızı topuklu farandola papucunu ilkin,,, ah onu,,, o motor sesini uzaktan işitir işitmez,,, nasıl da annemin topukları gibi vururdu kalbime kalbim o kızıl mont kara yazılı “ …s hopping fifth avenue … ” atlardım motor’un arkasına sarılırdım beline vangel’in beline sarıldığım gibi dönerdik gök gürültüsünü andırır bağırtılarla sokaklara,,, bütün mahalle fırlardı pencerelere kıskançlıkla ben de eğri büğrülüğüme karşı çok alıcı bir kız olmuş sığmazlanmıştım ablamın eski giysilerine bezmiştim onarmaktan her seferinde patlayan fermuarları sökülen yırtmaçları,,, ve bezmiştim yaz akşamları bir kumaştan çıkmayan lekeler halinde oturan konu komşuyu ağırlamayı kısa bacağımla annem hep sen zahmet etme zehranım sevdacığım yapıverir şimdi birer kahve bize dedikçe mahlepli çörekler çay eşliğinde kapı önündeki terasımsı yere attığımız eski kilimlerde bağdaş kurar bahçemizden ağan serinliğe,,, ohhh ohhh çekerlerdi ardından başlardı gorgo dedikoduları bugün gene yüz kişiyi gözaltına aldırmış mapushanelerde bir ranzada yirmi dört kişi ah kardeş dile kolay münavebe ile uyuyorlarmış evlatlarımız aç karnına yerlerde bir de gorgo masalını diline dolamıştı sanki elinde büyümüş gorgo aslında şen şakrak gencecik sevimli yufka yürekli merhamet doluymuş da kimsenin bilmediği bir nedenle çarpılmış bir akşam sabahına cellat suratlı bir ceberut olarak uyanmış yatağında yüzünü görenin ödü patlamış kimileri şeytan çarptı demiş kimileri erdi sevgiye muhtaç dedi hurşit-bümin herkes sevgiye muhtaç dedim yağma mı var onu seveceğiz dedim elbette ama o bir evliya dedi gorgo evliya ha! allah’ın çarptığı adamlar kutsaldır dedi anlasam ya tuhaf bir erkek olduğunu o zaman kendini de allah’ın çarptıklarından biri sanıyor olmalıydı neyse bütün bunlarla aşağıda anlatmaya başlayacağım aşk öykümüzün yok hiçbir ilgisi ama tutamıyorum kendimi dedim ya sanki anlatmasam bir şeyler eksik kalacak esirgemiş olacağım hakikati sizlerden hakikat ki hakikatidir kendi hakikatinin vardır ilgisi aşkımızla da hiçbir şey kaçırmamanın okurla yazar arasında etike giren vardır mutlaka bir rivayete göre harun reşit’in babası daha bu bir aylıkken ağlamasına dayanamamış almış beşiğinden “seni bize sayıyla mı verdiler ulan” diyerek çalmış duvara o an suspus olmuş zurşitçik bir başka bünyamin var bilirsiniz yakup peygamber’in en küçük oğlu bu o değil bünyamin çok nedense bizde asalı yahudi’dir duvara çalınınca bizimki ağlamayı unutmuş o anda yusuf peygamber’in kardeşinin adı da bünyamin’dir katmanlı tarihsel bir ad bu bünyamin bana düştü ne ki bu babanın beşikteki oğlu duvara çalmasından öylesine çarpıldım ki anlatamam bunu biz boşanma kararı aldıktan bir gece sonra şarabı fazla kaçırınca kendisi anlattı bana hurşit içimde uktedir dedi keşke o pezevengi ağlayarak uyutmasaydım ağlasaydım hıçkıra hıçkıra gece gündüz sabahlara o geberene kadar içimde hicrandır dedi çok acıklı buldum bebekliğini sevgilimin gözlerim doldu başını göğsüme dayattım zorla istemedi ama çeke çeke dayattım başını göğsüme onunla anasıymışım gibi seviştim o gece zeyyat’a anlattığımda kökleri nietzsche’ye dayanan postmodern bir travma dediydi bildiğiniz gibi çok sevgili okurlarım hani meryem teyze de “hiç düşünme, çöpsüz üzüm!” dediydi bünmayin’e çöpsüz üzüm hoşuna gitmişti ailemin de bu öksüz kürşit’le evlenmek için biraz bekledik zira o sırada matemliydi bizim mahalle bizim mahalle türkiye’de tarihi yarımada’da ne imparatorluklar ne imparatorlar görmüş şaşkındır mahallemiz bilmem ki bizler bugünün çocukları layık mıyız ona bu da ayrı bir sorun i.s.


330 i constantinus’u düşünün büyük constantinus da derler kemiklerinin tozu kalmış mıdır toza sor belki de saklıdır bir urnada matemliydi mahallemiz volkanik öfkeler püskürtüyordu tanrı’ya çünkü ferit amca’yı da intihar ettirmişlerdi emniyette imparator constantinus’tan (337) gel gel gel yüzyıllar geç imparator sarhoş mikhael ve karısı imparatoriçe theodora bu muydu o hani orhan duru’nun çevirisinde sahneye çıkar orasına tavuk yemi serper ve tavuklara yemletir erillerin ulumaları eşliğinde saymakla tükenmez gorgo’lar geçmiş kadınlı erkekli şu bastığımız toprakta 919’da birinci romanos lekapenos 1453’e kadar düşünün

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir