Oguz Aral – Bana bir Tarzanligi bile cok gordüler

Üç kış önce, İstanbul’un rezilliğine dayanamayıp göçtüğüm Silivri’deki yazlık evimden bu yıl gerime baka baka Levent’teki aile ocağıma döndüm. İyice yorulduğum için olacak, artık kendime yetmez olmuştum. Her sabahın köründe pijamamın üstüne pantolon ve palto giyip Silivri’ye inerek gazete ve ekmek almak katlanılmaz bir işkenceydi. Mutfakta, alt dolaplardan bir tencere almak için çömelince yeni edindiğim 15 kilo yüzünden kolay kalkamıyordum. Yere dikine konulan bir yumurta gibi yana devriliyordum. Sonra da bu dolapları bu kadar aşağıya yapan marangozlara tepe tırnak düz gidiyordum. Ayrıca, komşu evlere dadanan milli meslek erbabı hırsızları saat başı düttürdüğüm bekçi düdüğümle kaçırmaya çalışıyordum. Silivri’deki evde çoğunlukla yalnız yaşıyordum. Eşim, asker ziyaretine gider gibi hafta sonları geliyor, marangozluk ve aşçılık faaliyetlerimin sonucu evin aldığı durumu görünce, iki üç gün zor dayanıyordu. Zaten, o iki üç günü de evi temizlemek ve yola yordama sokmakla geçirip canını Levent’e dar atıyordu. Bu, yuvaya dönüş benim için çok acıklı oldu. Issız bir evde tek başına yaşamanın özgürlüğü artık bir hayal olmuştu. Sabahın üçünde keyifle pataküte giriştiğim marangozluk faaliyetleri artık tarihe karışmıştı. Hele, bitişikteki evlerin hava sahalarını da sarımsak ve sirke kokutan İtalyan yemeği pişirme deneyleri sadece tatlı bir anıydı artık. Tolga, “Vallahi çocuk gibi oldun.


Seni yuvaya vereceğim artık!.” dedi. Eşim Osmanlı kadındır, dedi mi yapar. “Beslenme çantası da isterim ama.” “Olur, sana pembe bir beslenme çantası alırım.” “Mavi!.” “Pekiyi, mavi.” “Ama çantanın içine rende, fritöz, blender ve kepçe takımı filan da koy. Çünkü, yuvada kendi yemeğimi kendim yapmak isterim.” Bütün bu konuşmalar eve gelir gelmez yaptığım mutfak çıkarmasından sonra oldu. Hollandez soslu levrekle karides flambe pişirmeye kalkışmıştım. Kirli tencere, tava ve tabaklar yatak odasının kapısına kadar uzandığı için yuvaya dönüş şerefine yeniden yaşadığımız balayı aniden bitmişti. Gerçi, marangozluk işleri ilk günler fena gitmemişti. Evde, tamir edilecek epeyce eşya, çakılacak bir hayli duvar çivisi vardı. Aslında yoktu da tarafımdan var edilmişti.

Kimseye çaktırmadan sandalyelerin bacaklarını yuvalarından gevşetiyordum, duvar resimlerinin çivilerini çıkarıyordum, ya da dolapların menteşelerini söküyordum. Tabii, sandalyede oturan pat diye yere düşüyor, kapaklar açanın elinde katlıyordu. İşte bu sırada ben naralar atarak marangoz takımlarımla hızır gibi yetişiyordum. Tolga’ya: “Marangozluğum için o kadar takaza ediyordun!. Şimdi bak da kıymetimi anla!. Seni, döküntü bir evde yaşamaktan kurtarıyorum!.” diye bir de diskur çekiyordum. Ama bu mutluluğum da kısa sürdü. Bir gün gardrobun kapısını sökmeye çalışırken yakalandım ve dümenim çakıldı. Sinemaya, tiyatroya ve dostlarına gitmeden duramayan Tolga, artık evden çıkmaz oldu. Bütün gün karşımda oturuyor, gözlerini bana dikip her hareketimi kontrol ediyor. Televizyon bile seyretmiyor. Daldırırım da adam mutfağa kaçarım ya da bir eşyayı sökerim korkusuyla ben, televizyona bakarken o da bana bakıyor, oynayan filmi ancak seslerinden izliyor, televizyondan gelen gürültüler ve sesler heyecanlı bir durum alınca da soruyor: “Şimdi ne oldu, kız kurtulabildi mi?” “Hayır tam kaçacakken Cek Palans kızı yakaladı. Ama Brus Vils, şimdi damdan aşağı ip sarkıttı. Sanıyorum pencereden girecek ve Cek Planas’ı çok fena yapacak!.

” Bazen tuvalete gidince bile acaba içerde yine ne muzırlık yapıyorum diye kapıyı dinlediğini hissediyorum. “Sen artık resim ve tiyatroyu sevmiyorsun Oğuz!.” “Kim, ben mii? Bayılıyorum.” “Sevsen evden çıkar sergilere oyunlara giderdin.” “Yaa, sokağa çıkayım da beni öldürsünler değil mi?. Kendimi değil seni düşünüyorum. Bu yaşta dul kalmak zordur.” “Silivri şimdi çok güzeldir. Bahçedeki meyve ağaçları çiçek açmıştır. Denizin sesi şarkı gibidir.” “Değildir. Üstüne üstlük ıslak ve soğuktur. Bekir’in itleri de 40 tane filan olmuşlardır. Beni garanti yerler.” “Mustafa’yı da özlemedin mi?” “Çok özledim keratayı… Ama bazı geceler babasının cep telefonunu yürütünce tuvaletten bana telefon ediyor.

Hasret gideriyoruz.” Gerçekten de Mustafa geçenlerde yine telefon etmişti. “Ben televizyona ne zaman çıkacağım?” “Seni televizyona neden çıkarsınlar?” “Seni bilem çıkavıyovlav be… Geçen akşam gövdüm. Üstelik daha şavkı söylemesini bilem bilmiyovsun. Şavkılavı hep o küçük adam söyledi.” “O adamın adı Neşet Ertaş, çok güzel türlü söyler.” “Televizyona biv çıkayım ben ondan güzel söylevim. Bak sana biv tane söyleyeyim de göv!” “Dur lan, baban sesini duyunca kalkıp seni gebertir.” “Biv halt yiyemez. Sesimi de duyamaz. Çünkü hevif bu gece kocaman bi şişe vakıyı bitivdi. Şimdi elbiseleviyle uyuyov.” “Konuşurken niye ıslık çalıyorsun?. Yeni bir adet mi çıkardın?” “Islık çalmıyovum be. Dün biv dişim düştü.

O delik ıslık çalıyov.” “Gene, kavga mı ettin avanak?. Dişine kim vurdu?” “Dişime değil, Hayvi gözüme vuvdu. Dişim kendiliğinden düştü.” “Hayri’yle neden kavga ettin?” “O, sıska biv çocuk. Hem de kovkak. Ben onu dövevim sandımdı.” “Dövemedin mi?” “Azıcık dövdüm, ama o beni daha çok dövdü. Bağıvsaklavım yevleve düştü. Buvnumdan deniz kadav kanlav aktı. Gövmüyov musun gözüm bile mov oldu.” “Telefonda nasıl göreyim?” “Ama dayak yediğim çok iyi oldu.” “Dayağın iyisi mi olurmuş?” “Sen ne anlavsın movuk Vesimci? Elif bana çok acıdı. Mendiliyle yanaklavımı sildi. Şimdi, beni hep yanında otuvtuyov.

Ben de acıklı acıklı içimi çekince, savılıp beni öpüyov.” “Elif kim?” “Sen de hiç bir şey bilmiyovsun lan Vesimci?. Elif, bizim sınıfın en mini etekli kızı. Yanaklavı da pembe pembe!.” Aşçılık neyse ne de marangozluk krizlerim dayanılmaz bir hal aldı. Bütün gün, canımı dişime takıp bir evliya sabrı içinde bekliyorum. Tolga, uyuyunca sessizce bodruma süzülüyorum. Çekicin başına bez bağlayıp sessizce çivi çakıyorum. Yahut, çevredeki gece inşaatlarının ve kamyonların seslerini bekliyorum. Gürültüler başlayınca ben de elektrikli matkabımı çalıştırıp tahtalara delikler açıyorum. Ama iki gün önce marangoz takımlarım da ortadan yok oldu. Bunca zulmün altında kalacak değilim ya… Benim intikamım da korkunç oldu. İki gündür onun kedilerinin kuyruklarına kaza ile basıp duruyorum. İşte ben öldüm!. Çeyrek asırlık dostum ve avukatım Nermin Aksın’a telefon ettim.

“Nermin’ciğim, bana bir şey olursa kitaplarımı Karikatürcüler Derneği ve Tarih Vakfı arasında paylaştır. Boyalarımı ve resim malzemelerimi Mustafa’ya verin. Para konuları için de sana bir vasiyetname yazıp bıraktım. Ayrıca gazete ilanı ve tören mören istemiyorum!.” “Hayrola, bu tuhaf laflar da nereden çıktı şimdi?. Hastalandın mı, ne oldu?.” “Bir şeyim yok, turp gibiyim. Ama bu yaştan sonra insan tedbirli olmalı.” deyip telefonu kapattım. Her zamanki kahramanlığımla Nermin’e belli etmemiştim, ama ölüyordum. Akşama sağ çıkmayacağım belli olmuştu. Sabah ağrılar içinde uyanmıştım. Kafam, lunaparktaki çarpışan arabaların arasında kalmıştı sanki. Gözlerim sürekli sulanıyordu. Etrafı göremiyordum.

Gırtlağımdaki bir tomar çivi yüzünden yutkunamıyordum. Kalbim, bir iki patpat’dan sonra uzun süre duruyor, sonra lütfen çalışıyordu. Göğsümden, çekilmiş sifon sesine benzer sesler geliyordu. Arada bir de arslan kükremesini andıran zırıltılar… Öksürürken raftaki bardaklar titreyip şangırdıyordu. Öyle terlemiştim ki sandalyeye otururken cork diye bir ses çıkıyordu. Birisi gece vakti gelip çekiçle bütün kemiklerimi de kırmıştı. Kadim dostum Prof. Aydın Kargı her zamanki gibi koşup geldi ve grip olduğumu söyledi. Ama ben, Aydın’ın beni ne kadar sevdiğini bilirim. Ölmekte olduğumu saklamıştı benden. Bunca ağrı, sızı ve sancı ölüm arazı değil de nedir?. Ben, tıp işlerinden bir hayli anlarım. Durumum, gırtlak kanseri ve siroz hastalığına tam uyuyordu. Göğsümdeki sancılar da enfarktüse ve kalp yetmezliğinin belirtileriydi. Çoluğumu, çocuğumu Mone’nin Van Goh’un o güzel resimlerini ve televizyonda Küçük İbo’yla, Sibel Çan’ı bir daha göremeyecektim.

Amerika’dan apar topar niye döndüğümü anlamıştım. Vatan toprağı beni bağrına çağırmıştı. Demek, bu kadarmış diye düşündüm. Yine de çok şükür… Onca kazayı, belayı atlatıp yatağımda paşa paşa öleceğim… Üstelik de babamdan yirmi yaş daha ihtiyar olarak!. Hane halkı Amerika’da kızımın yanında olduğu için evde yalnızdım. Gazete’ye gitmediğimi, telefonlara cevap vermediğimi ve sokak kapısında gazetelerin biriktiğini gören dostlar şüpheleneceklerdi. Kapıyı kırıp da içeri girince cesedimle karşılaşacaklardı. Ama bu karşılaşma bana yakışır olmalıydı. Oysa ev dandini, yatak odası karman çorman, mutfak tepeleme bulaşıkla doluydu. Ölmek bir şey değil, dosta düşmana rezil olmak vardı. Oflaya inleye temizliğe başladım. Ortalığı toplayıp süpürdüm. Yatak ve yorgan çarşaflarını değiştirdim. Bulaşıkları yıkayıp buzdolabındaki bütün yiyecekleri bahçedeki kedilere verdim. Hastalıklarımdan önce yorgunluktan ölecektim az kala!.

Yıkanıp sinek kaydı bir tıraş oldum. En fiyakalı pijamamı giyip yatağa uzandım ve ölmeyi beklemeye başladım. Ama kitapsız olmazdı. Bulanlar, “Vay bee!. Son nefesine kadar kitap okumuş.” demelilerdi. Kalkıp kitap odasına indim. Hangi kitabı seçmeliydim acaba?. Nazım’dan olsa ölümümle ideolojik bir mesaj vermeye çalıştığımı düşüneceklerdi. Orhan Veli ve Yunus Emre arasında bir karar veremedim. Sonunda Şekspir’in Hamlet’ini seçtim. Hem içinde, ölüm üstüne en güzel şiirler vardı, hem de tiyatroculuğuma uyuyordu. Yatağa dönerken boşuna masraf olmasın diye kaloriferi söndürdüm. Başucu ışığını tam yüzüme gelecek şekilde ayarladım. Yatağa uzanıp Hamlet oyunundaki mezarlık sahnesini buldum.

Okurken elimden düşmüş gibi kitabı açık şekilde yatağın yanma bıraktım. Her ölmekte olan insan gibi benim de hayatım bir film şeridi olarak gözlerimin önünden hızla geçmeye başladı. Filmin bir yerinden kalkıp eski arkadaşım Selami’ye telefon ettim. “Selami’ciğim… Seni bağışlıyorum!.” “Sen beni niye bağışlıyormuşsun?” “Hani yıllar önce kafama rakı şişesiyle vurup yarmıştın ya!.” “Sen bunadın mı be!. Ben senin kafana vurmasam, sen beni o gece öldürecektin… Önce iki dişimi kırmıştın, sonra da yatırıp gırtlağımı sıktındı!.” Demek insanoğlu kendine yapılan kötülükleri asla unutmuyor ama kendi yediği haltları hatırlamıyormuş. Giderayak bunu da öğrendim. Hazır telefon başındayken Tekin’e de telefon edip helalleşeyim dedim. “Tekin ben gidiciyim… Hakkını helal et!.” “Ne diyorsun ağbi!. Hasta filan mısın?.” “Sanıyorum gırtlak kanseri oldum. Sesimden de anlamışsındır.

Ayrıca, sirozum da var… Bir de kalp yetmezliği…” “Benim de akciğer yetmezliğim bugünlerde azdı. Artık, tuvalete bile üç kere mola verip gidebiliyorum. Damar ameliyatı olduğum sol bacağımda yine sancılar başladı… Tekrar tıkanma var anlaşılan. Beynimin ağrısından kulağımdaki iltihabın arttığını anlıyorum…” Tekin, ülser sancılarına geçtiği sırada telefonu usulca kapattım. Ahlaya oflaya merdivenleri tırmanıp tekrar ölüm yatağıma uzandım. Artık gözlerim kararıyor, sesler uzaklaşıyor, vücudumdan buz gibi terler dolaşıyordu. Ayaklarımı tuttum, soğumaya başlamışlardı bile… O sırada sokak kapısı çalındı. Demek ki Azrail gelmişti. Ama Azrail kapı çalar mıydı?. Belki de bu kibar bir Azrail’di. Kapıyı vurmadan girmek istemiyordu. Kapı ısrarla çalınıyordu. İnleyerek ve sürünerek alt kata inip kapıyı açtım. Uzun boylu, sarışın, bir içim su bir kızın kapıda durduğunu hayal meyal fark ettim. “Konsolosluk ne zaman açılacak biliyor musunuz?.

” diye sordu. Bizim evin bitişiği Bosna Hersek Konsolosluğu’dur. Her gün gelen yüz kişinin en az on tanesi bizim eve uğrar. Ya bilgi sorar, ya da kapıyı şaşırmıştır. Hatta beni konsolos sanarak içeri girip oturanlar bile olmuştur. “Herhalde öğle yemeğine çıkmışlardır… Bekleyin, birazdan gelirler sanırım.” “Afedersiniz, içeri girip bekleyebilir miyim?. Dışarısı bir felaket!.” Gerçekten de dışarıda kova kova yağmur yağıyordu. Kız, şimdiden sucuk gibi olmuştu. “Tabii buyurun, paltonuzu çıkarın hastalanacaksınız.” Paltosunu çıkardı, yağmur elbisesine geçmişti ve elbise en küçük girintilerine kadar bütün vücuduna yapışmıştı. Tabii bütün çıkıntılarına da… Salona geçip oturdu. O mini eteğiyle bir de bacak bacak üstüne atmaz mı?. Isınsın diye hemen bir kahve pişirip konyakla beraber verdim.

El ve ağız alışkanlığıyla iki konyak da ben içtim. Savaş nedeniyle Türkiye’ye gelmeden önce Saray Bosna Operası‘nda balerinmiş. Şimdi, İstanbul Opera ve Balesi’ne girecekmiş. Ama Bosna’daki Kültür Bakanlığı‘ndan gelecek olan evraklarını bekliyormuş. Çantasından çıkardığı fotoğrafları göstermek için gelip yanıma oturdu. Başbaşa bale fotoğraflarına bakmaya başladık. Baktığım yeri pek görmüyordum ama her resme en az on dakika bakıyordum. Herhalde, ölmüştüm de cennete gelmiştim. Demek ki cennetteki huriler balerindi. Türkçe’yi çok tatlı bir Boşnak şivesiyle konuşuyordu. Ne kadar güzel bir evim varmış. Yalnız mı yaşıyormuşum?. O da böyle bir evde oda kiralamak istermiş… Konyak şişesi bitmişti. Konsolosluk çalışanlarının geldiğini pencereden gördü. Benim de Bosna Hersek devletine olan bütün Sempatim bir anda yok oldu.

Konukseverliğime teşekkür edip kalktı, paltosunu giyip gitti. Ben oturduğum kanepeden kıpırdayamamıştım bile… İnsanın eli ayağı tutarken niye başına böyle şeyler gelmez de ölür ayak şansı açılır?. Acaba kızın konsolosluktan çıkışını kollasam, birkaç gün daha dayanıp ölmeyebilir miyim diye kendimi yokladım. Hayır hiç umut yoktu! Hele 39 derece ateşin üstüne bir şişe konyağı da içince. Arnold Şıvardzeneger olsa sağ kalmazdı. Tekrar yatağıma dönüp asil bir ölüm pozu alacak mecalim de yoktu. “Lan,” dedim kendi kendime, “Şu karı milleti adamın efendi gibi ölmesine bile izin vermiyor!.” Ama ölmeden önce söylenecek bir çift sözüm vardı. Söylemeden gidersem içimde ah kalırdı. O kafayla, bütün parti başkanlarım telefonla aramaya başladım. Kiminin özel sekreteri çıktı. Adımı ve gazetenin adını duyan kimi başkan da telefona kendi çıktı. “Bre hımbıllar!. Batırdınız memleketi be!.” diye başlayıp ağzıma ne geldiyse veryansın ettim.

Ayrıca Emniyet Genel Müdürlü’ğüne ve MIT’e de telefon ettim. Oh yahu!. Artık gönül rahatlığıyla ölebilirdim. Sürünerek çalışma masama gittim bir şeyler karaladım. “Son nefesini verirken yine karikatür çiziyormuş!.” derlerdi hiç olmazsa. Sevgili okurum… Sen bu yazıyı okurken ben çoktan ölmüş olacağım. Benim için ağlama ve don’t cray for me Arjantina!. Ecelimle olmasa bile eve bir kamyon girer ve bana yardımcı olur. Ama yine de ölmeyi beceremezsem işte o zaman benim için ağlamaya başla… Hem de hüngür hüngür…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir