Irene Nemirovsky – Bir Yazarın Romanı – Anton Çehov’un Yaşam Öyküsü

Anton Çehov, dünyanın en büyük yazarlarından biridir. Öyküleri, oyunları ile ülkemizde de geniş ün kazanmıştır. ‘Martı’, ‘Vişne Bahçesi’, ‘Vanya Dayı’, ‘Üç Kızkardeş’ adlı oyunları dünya sahnelerinde sık sık oynanır. Çehov’un yaşam öyküsü de bir romana benzer. Kölelikten kurtulmuş bir babanın oğlu olan yazarın 44 yıllık yaşamının öyküsünü, başka bir Rus yazarından Irène Nemirovsky’den dinliyoruz. Irène Nemirovsky, Rusya’da doğdu, ama Fransız yazarı olarak tanındı. Devrim rüzgârının, önüne katıp kovaladığı ailelerden birinin çocuğuydu. Fransa’da yetişti, Fransız dilinde yapıtlar verdi. İlk kez 1929’da yayınladığı ‘Davit Golder’/e adını duyurdu. Daha sonra da ‘Balo’, ‘Sözlü Filmler’, ‘Jezabel’, ‘Kurban’, ‘Kurtlar ve Köpekler’ gibi romanlar yazdı. Nemirovsky 1942‘de Nazilerce tutuklanıp Pithiviers kampına götürüldü, sonra da Doğu’ya gönderildi. Nereye gittiği, nasıl öldüğü anlaşılamadı. Dört ay scnra eşini ve kayınbiraderlerini de Doğu’ya sürdüler. Onlardan da haber alınmadı. Irène Nemirovsky’nın yarım bıraktığı yapıtlar arasında ‘Şu Yeryüzünün Nimetleri’ adlı bir roman bulundu.


Birkaç cilt tutacak öyküler. Bir de ‘Çehov’un Yaşamı’ adlı bir kitap… Nemirovksy’nin kitabına yazdığı önsözde Jean Jacques Bernard şöyle diyor: «Nemirovsky’nin kitaplarında bazı leitmotifler belirir: Sürgün, Batı ülkelerinde yaşamla boğuşma… O, Kiev’de doğmuş- tu, yurdundan kopup Fransa’ya geldi. Kahramanlarının çoğu da aynı yolu izlerler. Pek çoğu onun gibi Fransa’ya yaşamak, savaşmak, direnmek, acı çekmek için gelmişlerdir. Romanlarının çoğunda, Ukrayna kent ve köylerinde geçen çocukluk günlerinin havasını buluruz. Dramatik biçimde başlayan yaşamı dramatik biçimde sona erdi. Doğu’da doğan Irène, ölmek için Doğu’ya gitti. Yaşamak için doğduğu topraktan koparılmıştı, seçtiği topraktan da ölmek için koparıldı. Genç bir Rus kızı Fransa’ya geldi, Fransız dilinin altın kitabına, o kitabı zenginleştiren sayfalar bırakıp gitti.» «Bir Yazarın Romanı’nda Nemirovsky, bizi büyük yazarın iç dünyasında gezdiriyor. Çehov’un yaşadığı dönemin bütün gerçeklerini, ruhsal durumunu, umutlarını, umutsuzluklarını çiziyor, bu arada Çehov’un sanatının yorumunu da yapıyor. Nemirovsky’nın kendine vergi bol şiirli, sürükleyici anlatımı ile Çehov’u ilkokul sıralarından, Halk Bahçesindeki flörtlerinden, bozkırdaki avareliklerinden, Yalta’daki aşk dolu günlerinden, Karaormanda bir Alman otelinde son nefesini verdiği ana kadar geçen 44 yıllık zaman parçası içindeki tüm serüvenlerini; bütün zenginliği, ölümsüzlüğüyle yakından duyabiliyoruz. Böylece Çehov’un, insanı etkileyen o eşsiz öykülerine, bir umut, bir yaşam nedeni arayan, birbiri ardında geçip giden günlere bir anlam vermek isteyen ama veremeyen kahramanlarına, ‘Martı’nın, ‘Üç Kızkardeş’m, ‘Vanya Dayı’nm insanlarına yakınlık duyuyoruz. J. J.

Bernard ‘Bir Yazarın Yaşamı’ için şunları yazmış: «Okurlara bu yaşamın içine benim gibi girmelerine öğütlemek isterim: gizlilikleri bilinmeden de sevdiğiniz eşsiz bir varlığın yanına girer gibi… Karşımıza çıkan ‘insan’, gündelik yaşamı öğrenildiği için küçülmüyor. Birçok özyaşam öykülerinde, anılarda azıcık da olsa saygısızlık görülür. Sanki biyografi yazarı dehanın mantosu altında saklanan ‘küçük’ adamı ortaya çıkarmaktan hoşlanır. Basit bir oyun! Dehanın binlerce güçsüz yanı vardır. Bunlar dehanın fidyesidir, acılarıdır. Yazar bunlardan gıdalanır. Bu çok kez, en iyi meyvaların yetişmesine yarayan bir gübredir. Biyografi yazarı meyvadan çok gübreyi göstermeyi sever! Ama okurun böyle küçük serüvenleri, hatta küçük ayıpları sevdiğini niye düşünmez? Burada öyle bir şey yok. Bize tanıtılan insan, Anton Çehov, yoksulluklarının öyküleri anlatılarak küçük düşürülmemiştir. Yoksul, kalabalık bir ailenin çocuğu olan, hastalıklı Anton Çehov, yaşamın bütün güçlüklerini tanıdı. Bu kitapta bunlar açık, yalın bir dille anlatılmaktadır.» «Bir Yazarın Romanı – Anton Çehov’un Yaşam öyküsü» nü ilgiyle, sevgiyle izleyeceğiniz umuduyla… OKTAY AKBAL Küçük bir çocuk sandığın üstüne oturmuş, ağabeyi kendisiyle oynamak istemediği için ağlıyordu. Niye böyle yapıyordu, döğüşmemişlerdi ki! Titreyen bir sesle : «Dost olalım Şaşa» diye söylenip duruyordu. Ama Şaşa ona Tsüçümsercesine ve soğuk gözlerle bakıyordu. Kardeşi Anton’dan beş yaş büyüktü.

Okula gidiyordu. Üstelik de bir kızı sevmekteydi. Anton acı acı düşünüyordu : «Dost olacağımızı kendisi söylemişti oysa…» Gerçekten de böyleydi, ama epey eskiden… Yıllar önce… Bir hafta. Sonra, bu dostluktan Saşa’nın, oyuncaklarını almak için yararlandığını farkeder gibi olmuştu. Ama bunun fazla bir önemi yoktu. Birlikte iyi vakit geçirmişlerdi. Şım artılarak büyütülmüş çocuklar bu eğlenceleri pek zavallı şeyler sayabilirlerdi. Öbür çocuklar öyle garip biçimde yetiştirilmişlerdi ki! Anton içlerinde birine «Seni evde dövüyorlar m ı?» diye sormuş, şu yanıtı almıştı : «Hiçbir zaman». Ya, yalan söylüyordu, ya da şu yaşam gerçekten tuhaftı. Evet, ağabeyiyle güzel vakit geçirmişlerdi. Babanın dükkânından kutular aşırm ışlar, onları öyle bir sıraya dizmişlerdi ki, yere uzanıp bakınca mum ışığıyla aydınlatılmış bir sıra oda görür, içinde tahta bir askerin bulunduğu bir sarayın kapısında sa- nırdı insan kendini… Komşu bahçelerden meyva toplayıp gizlice yemişlerdi. Tanınmayacak kadar değişik kılıklara girmişlerdi. Denizde yıkanm ışlardı… Şimdi, bıçakla kesilircesine bütün bunlar sona eriyordu. Şaşa, kardeşine baktı baktı, sonra çıkıp gitti. Öyle ya, bu yumurcak onun dengi değildi, birbirleriyle anlaşamazlardı.

Anton’u sandık üzerinde bırakıp Belediye Parkında dolaşmaya çıktı. Çocukların odası, küçük, eşyasız bir yerdi. Camlar toz içinde, döşeme kirliydi. Dışarısı ise, güney Rusya kentlerinin bütün sokakları gibi çamur deryasıydı. Evden çıkıp biraz yürünürse deniz kıyısına varılırdı, öle yıındıı vnhşl bozkır uzanırdı. Evde, büyük odadan evin yambaşındaki toprak zeminli ufacık m utfağa gelip giden annenin ayak sesleri geliyordu. Altı çocuklu, hizmetçisiz bir evde annenin yapacağı pek çok iş vardı. B abanın yüksek sesle T ann’ya dua ettiği, İlâhiler okuduğu duyuluyordu. Birden dua kesildi, Anton’un kulağına bağırmnlor, ağlam alar geldi. Baba, dükkânın küçük çırakiıırındun birini dövmekteydi. Epeyce sürdü bu, sonra İlâhiler yeniden başladı, ama öfkeli, kaba bir bağrışm a bir kez daha İlâhileri durdurdu. Şimdi de Anton’un babası, karısına dönm üş: «Budala, sersem oğlu sersem » diye bağırmaktaydı. Küçük çocuk bu duruma ne şaşmıştı, ne de öfkelenmişti, kendisinin acınacak durumda bir yaratık olduğunu bile bilmiyordu, bütün bunlar hergün yaşanan şeylerdi. Yalnızca soluğu daralmıştı, tek başına oluşuna hem üzülüyor, hem seviniyordu. İnsan yalnızken azıcık korkar, ama hiç değilse kimse sizin canınızı sıkmaz, kimse sizi dövmez.

Yine de içindeki korku arttı, odadan çıktı, annesinin yanına gitti. Anne incecik, ürkek bir kadındı. Ağlıyor, yüksek sesle kocasından ve yaşamından yakımyor- du. Bir çöl ortasında bağırıp çağırır gibiydi, dinleyen kimse yoktu, herkes gözyaşlarına alışmıştı. Kimbilir, belki de Anton’a kayıkla gezme iznini verirler, getireceği balıkları yerlerdi. Bunu düşününce içine şeytanca bir sevinç doldu. Birazdan ailece yemeğe oturulacak, sonra son dua okunacak, gün de böylece sona erecekti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir