5 Mart 1904’te Brooklyn’de doğdu. Sağ kalabilmek için çelikten sinir gereken, Brooklyn’in Williamsburg kesimindeki Montrose Bulvarında… Anası, babası çok az ingilizce bilen Sicilyalı göçmenlerdi, îşler kötü: gidince küçük Joe’yu eşek sudan gelene kadar dövmek gibi bir huyu vardı babasının. Çoğu zaman da işler kötü gidiyordu. Anası yemeği pişirir, ortalığı siler, süpürür ve çenesini tutardı. Babası, Abraham ve Strauss Mağazasının Terzilik kısmında düğme dikiyor, haftada aldığı birkaç dolar da ancak peynirle şaraba yetiyordu. Çevrelerinde Almanların oturduğu gecekondular vardı; babasının çoğu boş zamanlarım onlarla geçirip Almanların sert disiplinini benimsemesi ve onu oğluna da uygulaması durumu daha da güçleştiriyordu. Asıl eğitim, Montrose Bulvarına paralel sokaktan geliyordu. Adı Johnson Bulvarı olan o sokaktan gelen küçük serseriler, kapının önünde kalacak kadar aptal her çocuğun tozunu almak için akşamları Montrose’yi ziyaret ederlerdi. Saat dokuzdan sonra sokakta dolaşırken yakalanan en yakın hastaneye sevk için bedava bilet almış demekti. Joe Pastore o bedava biletlerden nasibini epeyi almıştı. Bazan cumartesi öğleden sonralan, anası için toptancı bakkalına alışverişe gittiğinde güpegündüz yakalandığı da olurdu. Öyle zamanlarda, çoğunlukla, iki kere dayak yemek zorunda kalırdı. Anasının daha önce ısmarladığı haftalık er8 ÖĞRETMEN zakı iki büyük torba içinde eve getirmesi gerekirdi. Onun için de Johnson Bulvarı’ndan geçmesi şarttı. Orada da belâlılar onu bekler, üstüne atılır, dayaktan canım çıkarır, sonra da yükünü elinden alırlardı. Ardından da eve gittiğinde, eli boş döndü diye bir temiz babası tarafından dövülürdü. Günün birinde kendini biraz daha güçlü, biraz daha büyümüş1 ve epeyi akıllanmış buldu. Yanına irice bir paslı demir boru aldı, Johnson Bulvar h birkaç çocuğun iyice canına okudu. O günden sonra da anası için yaptığı ahş-veriş gezileri bir dert olmaktan çıktı. Gittikçe daha dayanıklı oluyor, yumruk yediği kadar atmasını da kıvırıyor ve o sayede Montro-se Bulvarı’nda hayatta kalabilmenin sırlarını öğreniyordu. Baba Pastore, kuralları koyuyor, elinin tersi ve siyah italyan kunduralarının ucuyle de onlara uyulmasını sağlıyordu. Gerektiğinde yumruklan da hesaba katılıyordu. Okul bir imtiyazdı. Kutsal bir imtiyaz. Ya çalışıp öğrenirdiniz ya da canınıza okurlardı. Çocuğun bütün ruhsal durumu bir çift güçlü bileğe bağlıydı. Uzun boylu, sağlam yapılı göçmen, «Çalış!» dediği zaman çalışmaktan başka çare yoktur. Babası her akşam işten döndüğünde, küçük Pastore’yi, yemek masası başında ödevlerine gömülmüş bulmak isterdi. Çoğu zaman da öyle bulurdu. Bir, iki defa Joe, okuldan hemen Popolardo’nun kasap dükkânına gidip oyun oynamış, babasının dönüş saatine yakın eve gitmişti. Yemek masasının üstüne bir sürü kâğıt yayıp bir sürü kitaba dalmış gibi yapmıştı. Babası ingilizce okuyamadığı ve bir kitabı veya kâğıdı ötekinden ayıramadığı halde, her seferinde hilenin farkına varır ve Joe’nun yakasına yapışırdı. Anası karışmazdı ama Joe her dayaktan sonra, onun kendisine acıdığım hissederdi; çünkü dayak faslından sonra yemek sofrası, babasının nefret ettiği, fakat Joe’nun bayıldığı kurabiyelerle donatılırdı. Anası hiç bir zaman onu okşamaz veya teskine çalışmazdı. Baba evin hâkimi, ailenin kaderini elinde tutan kiÖĞRETMEN 9 siydi ve bu böyle kabul edilmişti. Evde saygı vardı. Joe Pastore çalışıyor, hem de çok çalışıyordu. Hafta sonlarında, Joe sokağın yukansındaki Alman ailelerine ait beyaz badanalı kapı önlerini yıkayarak aile bütçesine birkaç kuruş katkıda bulunurdu. Daima tehlikeli bir işti bu, çünkü Johnson Bulvarh kabadayıların gündüz saldırılarına hedef olurdu insan. Joe, işini bitirdikten sonra da parasını kaptırmamak için, elindeki hortumu silâh olarak kullanmak zorunda kalırdı. Daha zayıf çocukların çoğu, en büyük Johnson kabadayılarından ikisine korunma parası öderlerdi. Fakat Pastore kendi kafasına gider, kapı önlerini temizler, döğüşür, parasını da kimseye kaptırmazdı. Onu döverlerdi ama aynı zamanda saygı da duyarlardı. Genç Joe şapkasını yana yıkıp giymez ve dişlerinin arasından tükürmez, Saint Michael’in önündeki kaldırıma da işemezdi. Ama yine de ötekiler onun çetin ceviz olduğunu bilirlerdi. Ve yavaş yavaş ona dokunmamaya başlamışlardı. Bazan sokakta rastlaştıklarında, gece bile olsa, bir merhaba mırıldanıp yürümeye devam ettikleri olurdu. Pastore, gür siyah saçları, kaba hatları ile güçlü ve sağlam yapılı bir delikanlı idi. Hassas, düşünceli ve anlayışlıydı. Ağlamayı da bilirdi. Anasını, babasını anladığını hissediyor, ikisini de seviyordu. Johnson Bulvarı’ndaki kabadayıları ve büyük evde oturan berbat Alman kadınını anladığını da hissediyordu. Bütün bu kişilerin öyle davranışlarının bir nedeni olduğunu çok genç yaşta anlamıştı. Her şeyin farkındaydı. Karşılaştığı her şey merakını uyandırıyordu’. Bir şakaya kasıkları ağrıyana kadar gülebilir, otomobil çarpmış bir köpek gördüğünde çocuk gibi ağlayabilir, gerektiği zaman da gırtlağınıza dişlerini geçirip bir hayvan gibi direnebilirdi. Düşünceliydi ama hiç bir zaman umutsuz değildi; hüzün duyar, fakat hiç bir zaman mutsuz olmazdı. Yalnızlık his10 ÖĞRETMEN setmeden yalnız kalabilirdi. Manda gibi yüreği, yeterince direnci ve ilerde her şeyin daha iyi olacağım bildiğinden gelecek için büyük umutları vardı. Çevresinin bir parçasıydı; öyle olduğu halde kendi yolunda yürüyordu, kendine mahsus düşünceleri vardı, kendi plânlarını yapıyordu ama gene de kötü bir şey vukuunda veya birinin yardıma ihtiyacı olduğunda, o yardımı ondan esirgemiyordu. En zorlu mahalle olan Brooklyn’in en çetin sokağında Joe Pastore kişiliğini oluşturmaktaydı ve tahminler günün birinde onun önemli biri olacağı yönündeydi. Yıllar geçti, Jose liseyi, sınıfın en iyileri arasında bitirmeyi başardı. Liseyi bitirdikten birkaç hafta sonra babası öldü. Joe, babasının yatağının yanında diz çöküp ağlamış ve ha–yatında ilk defa olarak ihtiyar adamın yüzüne başını yaklaştırarak, «Teşekkür ederim,» diye fısıldamıştı. Babası sesini çıkarmadan ona bakmış, sonra oğlunun saçını okşamış ve ölmüştü. Ondan sonra Joe babasının bütün sorumluluklarını da omuzlarına almış, kendininkilere eklemişti. Yaz tatilinde sofraya peynir ve şarap koyabilmek için gece gündüz çeşitli işlerde çalıştı ve anası yemek pişirdi, ortalığı temizledi ve çenesini tuttu. Baba hayattayken çok az konuşmuştu, şimdi ise Tıemen hiç konuşmuyordu. Babanın ölümünden sonra kendini daha çok dine vermişti ve saatlerce odasına kapanıp dua ediyordu. Joe anasını anladığını hissediyor ve onu çok seviyordu. Ana arada bir oğlunun sevdiği kurabiyelerden pişirir, o da onu yanağından öper, ana da gülümserdi, îşe gitmediği zamanlar yemek masasının başında hırsla çalışırdı; şimdi artık kendi disiplinini kendi sağlıyordu. Columbia Üniversitesi için bir burs kazandı. Columbia’daki öğreniminin yarısına geldiğinde anası öldü. Bir elinde tespih, ötekinde babanın resmi, huzur içinde gözlerini yumdu. Joe onun yanındaydı, fakat oğlunun varlıÖĞRETMEN 11 ğından habersizmiş gibiydi. Gözleri kapandı. Joe Pastore artık yalnız kalmıştı. Columbia Üniversitesinde çok çalıştı, derslerinde başarılıydı; bir eczanede gece işi buldu. Boş vakitlerinde de öğretmenlik yapıyordu. Bundan hem büyük zevk duyuyor, hem de havadan birkaç dolar çıkarıyordu. En zorlu mahallelerde iş arıyordu, çünkü o mahallelerin çocuklarını anladığını hissediyordu. Kısa zamanda öğretmenliğin kendi için biçilmiş kaftan olduğunu keşfetti ve öğrettikçe, işinden daha büyük zevk almaya başladı. Columbia’daki öğrenimine devam ederken bile, bütün hayatını öğretmenliğe adayacağını anlamıştı.. Bir gün arkadaşları onu bir partiye davet ettiler. Aslında hemen bütün davetleri ayaküstü reddediyordu, çünkü sosyal faaliyetlere ayıracak vakti yoktu. O yüzden, çokları Joe’dan hoşlandıkları ve arkadaşlığından yararlanmayı samimî olarak arzuladıkları halde, onu çağırmaktan vazgeçmişlerdi; çünkü emeklerinin boşa gideceğini biliyorlardı. Ama bu defa, üniversitedeki arkadaşlanndan biri olan Chuck Venturi dayatmıştı. Joe’ya, kendini genç yaşta diri diri mezara gömmekten vazgeçmesini ihtar etti; sonra partiye gelip biraz rahatlaması, kafayı çekip biraz dansetmesi, dünyayı görmesi, bir kızla gönül eğlendirmesi ve her şeyi unutması için ona yalvardı. Pastore, gerçekten çılgın bir tempoya kaptırmıştı kendini. Azıcık dünyayı görmek, iyi bir fikir gibi geldi ona. Hele bir kızla gönül eğlendirmek düşüncesi hepsinden iyiydi. Biraz kafayı çekmeye değerdi şu Allahın cezası dünyada. Chuck’a o gece vereceği dersi iptal edeceğini söyledi. Chuck da o gece ders vermeyeceğini, o akşamki partiden ders alacağını söyledi. Partiye Clara Watts adında bir kız gelecekti. Clara, ona yirmi dakika içinde yepyeni bir yaşama tarzı öğretirdi. O kızın bildikleri de hiç bir ders kitabında yoktu doğrusu.
Jack Lynn – Ogretmen
PDF Kitap İndir |