James C. Davis – Insanin Hikayesi

Öykümüz bize çok benzeyen insanların evrimleşmesi ve yeryüzünü doldurmasıyla başlar. Söz konusu evrim yaşanmadan önce de yeryüzünde başka insan türleri yaşamış ve ölmüştü. Atalarımızdan en önemlisi Homo erectus’ tu, yani Dik İnsan. Böyle adlandırılmalarının nedeni iki ayak üzerinde durmalarıydı. Yaklaşık iki milyon yıl önce Afrika’da evrimleştiler ve oradan Asya’ya geçtiler. Mağaraların yanı sıra açık alanlarda yaşadılar, taşı yontarak basit aletler yaptılar, ateşi kullanmayı öğrendiler. Erectus son derece belirgin kaş kemerlerine ve yassıca bir kafatasına sahipti. Bugün içlerinden biri bir toplu taşıma aracına binecek olsa, diğer yolcular büyük olasılıkla korkup kaçarlardı. Erectus yeryüzündeki varlığını yaklaşık 300.000 yıl öncesine kadar sürdürdü. Erectus yeryüzünden silinmeden önce, ait olduğumuz türün atası oldu. Biz Homo sapiens yani Akıllı İnsan’ız. Bu alçakgönüllü olmayan adı kendimize, erectus’\ink\ne oranla daha yuvarlak kafataslarının içinde daha büyük beyinlere sahip olduğumuz için verdik. Beyni daha büyük olmasına rağmen erken dönem sapiens, dil becerisi geliştirememişti. Antropologlar ne zaman eski bir kafatası bulsa düşüncelerini değiştirirler ama bizim alttürümüzün yaklaşık 160.


000 yıl önce sapiens’ten evrimleştiğinden bir hayli eminler. Büyük olasılıkla Afrika’da, Büyük Sahra’nın güneyinde evrimleştik. Sapiens’in bir alttürü olduğumuzu belirtmek için kendimizi Homo sapiens sapiens yani Akıllı Akıllı İnsan olarak adlandırıyoruz. Günümüzde yeryüzündeki tek insan türüyüz. Farklı biçimlerde evrimleştik. Afrika’dakilerin bir kısmı, havayla temas eden deri yüzeyinin artmasını, böylece de havanın daha kolay biçimde soğutmasını sağlayan uzun, ince vücutlara sahip oldu. Derilerindeki koyu pigment, onları tropikal güneşin morötesi ışınlarına karşı korudu, kıvırcık saçları da başlarının sıcaktan daha az etkilenmesini sağladı. Oysa Avrupa ve Asya’da yaşayan ve uzun, karanlık kış mevsimleriyle baş etmek zorunda olan insanların başka gereksinimleri vardı. Kemiklerinin zayıflamasını önleyen D vitamininin üretimini artırmak için güneş ışığına gereksinim duyuyorlardı. Koyu deri güneşi çok fazla engelleyecekti, bu nedenle az pigmentli pembe veya soluk derilere sahip oldular. Tarih öncesini araştıran bilim adamları, sapiens sapiens atalarımıza, özellikle de yaklaşık 30.000 yıl önce Avrupa’nın güneybatısında yaşayanlara ilişkin pek çok şey öğrendi. Örneğin, atalarımızın da farklı görünmekten en az günümüz insanları kadar hoşlandığını biliyoruz. Fransa ile İspanya arasında yer alan Pireneler’deki bir mağaranın duvarlarında, o dönemde yaşamış insanları betimlediği düşünülen yüz kadar resim var. Bazı insanların saçları uzun, bazılarının kısa, bazıları saçlarını örmüş, bazıları da topuz yapmış.

Erkeklerin bir kısmının sakalı ve bıyığı var, bir kısmıysa tıraşlı. Tarihin, kesin zamanı oldukça tartışmalı olan bir noktasında, insanlar birbirleriyle konuşmayı öğrendi. Haberleşmeye dayanan daha zengin bir kültür geliştirmeye başladıkları için konuşmayı öğrenmiş olabilirler. Çoğunlukla topluluklar halinde avlamyor ve yiyecek topluyorlardı; balık tutmak için tekne, mağaraların girişi için kapı yaparken de büyük olasılıkla toplu halde çalışıyorlardı. El becerileri yüksekti. Demir filizi parçalarını birbirlerine çarparak çıkardıkları kıvılcımlarla ateş yakabiliyor; kemikleri yontarak, bir ipliğin geçebileceği kadar küçük delikleri olan dikiş iğneleri yapabiliyorlardı. Bu iğneleri kullanarak kendilerine hayvan postundan giysi dikiyorlardı. Çakmaktaşından, bir kibrit çöpünün yarısı uzunluğunda küçücük kesici uçlar yapıyor, bunları ağaçtan veya geyik boynuzundan yapılma saplardaki deliklere reçineyle tutturuyorlardı. Bir ucunda mızrağın arka ucuna oturan bir kanca bulunan, kısa bir sopa biçimindeki mızrak atacağını icat etmişlerdi. Bu alet yardımıyla avcılar mızraklarını çok güçlü bir biçimde fırlatabiliyordu. Pireneler’de bulunan bir mızrak atacağının ucunu dönemin ustalarından biri bir yavru geyik biçiminde yontmuş. Geyik yavrusu dışkılıyor ve başım geriye çevirmiş, dışkısının üzerine konmuş küçük bir kuşa bakıyor. Aralarından biri öldüğünde ilk insanlar genellikle, dişlerden ve kabuklardan yapılma kolyelerini ölünün üzerinde bırakıyor, yanma da yiyecekler ve aletler koyuyorlardı. Aşıboyası adı verilen gevrek, kırmızı kilden bir toz yapıyor, bu tozu ölünün bedenine serpiyorlardı. Ölümü anlamlı ve önemli bir şey olarak gördükleri açık.

Belki de ölenin, aletlerin ve yiyeceğin gerekli olduğu ve güzelliğin önem taşıdığı bir yerde yeniden yaşama döneceğini düşünüyorlardı. İlk insanlara ilişkin bildiğimiz en etkileyici şey mağaraların derinliklerinde yaptıkları resimler. Tarihöncesi araştırmacıları bu resimlerden ilk kez, 1875’te amatör bir arkeoloğun İspanya’nın kuzeyindeki Altamira’da bir mağaraya kemik ve alet aramak için girmesiyle haberdar oldular. Arkeoloğun kendisine eşlik etmesi için yanma aldığı küçük kızı mağaranın bölmelerinden birine girmiş, elindeki mumu kaldırdığında tavanda sarı, kırmızı, kahverengi ve siyah renklerle çizilmiş neredeyse gerçek büyüklükte iki düzine bizon resmi görmüştü. Resimler öyle ustaca yapılmıştı ki, uzmanlar hemen bunların yakın zamanda yapılmış sahte resimler olduğunu düşündüler, ama yanılıyorlardı. Tarihöncesine ait resimlerin en önemlileri II. Dünya Savaşı’nın başlamasından hemen sonra, Fransa’nın güneybatısındaki Lascaux’da bulundu. Dört genç bir yamaçta geziniyordu. Fırtınanın devirdiği bir ağaca rastlayan gençler, ağacın köklerinin olduğu yerde büyük bir delik bulunduğunu fark ettiler. Birkaç gün sonra bir gaz lambasıyla geri döndüler ve içlerinden biri delikten içeri girdi. Yarı karanlıkta kayalık bir yerden güçlükle aşağı indi, kendini bir mağaranın içinde buldu. Gördüğü şey onu şaşkına çevirmişti. Mağaranın duvarlarında, salkım saçak tüylü bodur atların, bizonların, öküzlerin, çatallı boynuzları olan geyiklerin ve söylencelerde geçen tek boynuzlu hayvanların resimleri vardı. Hayvanların bir kısmı yalnızca gözlerini dikmiş bakıyor, bir kısmı da canını kurtarmak için koşuyordu. Daha sonra başka araştırmacılar, mağaranın ana galerisinin yakınındaki eğimli bir galeride, yetişkin bir erkek geyiği bir nehirde yüzerken gösteren çizimler buldu.

Başka bir mağarada, başında boynuzlar olan, erkeklik organı kalkmış durumda bir erkek resmi bulundu. Bir rengeyiğiyle yarı geyik yarı bizon bir hayvanı kovalıyor gibiydi. Lascaux’nun bulunmasından sonra Fransa’nın güneybatısındaki ve Ispanya’nın kuzeyindeki mağaralarda araştırmacılar binlerce resim ve çizim keşfettiler. Bunlar yalnızca gelişigüzel karalamalar değildi, onları boyamak çok zahmetli bir işti. Ressam ve yardımcılarının değişik renklerde mineraller ve killer toplaması, sonra da boyaları hazırlaması gerekiyordu. Ardından gerekli malzemeler mağaraların içine taşınacak ve ressamın üzerinde duracağı bir yapı iskelesi kurulacaktı. En sonunda, diğerleri meşalelerle mağarayı aydınlatırken ressam çalışmaya koyulacaktı. Ressamlar çoğunlukla ulaşılması güç bölmelerde çalışıyordu. Örneğin bugün böyle bölmelerden birine ancak 60 metre uzunluğundaki dar bir tünelden geçerek ulaşılabiliyor. Mağara resimleri üzerine uzmanlaşmış şişman bir rahip, bir keresinde bu tünelde sıkışıp kalmıştı. Beraberindekilerin rahibi çekerek çıkarması gerekmişti. Bu derin ve korkutucu bölmelerin bazılarında belki de ağırbaşlı törenler düzenlenmişti. Yetişkinlerin ellerinde meşalelerle çocuklara dar tünellerde yol gösterdikleri, sonra da meşalelerin titrek ışığıyla aydınlanan resimlerin ne anlama geldiğini onlara açıkladıkları düşünülebilir. Mağaralarda o zamanın çocuklarının günümüz çocuklarına çok benzediğini ortaya koyan kanıtlar var. Araştırmacılar bazen mağaraların derinliklerinde, su birikintilerinden geçerken etrafa su sıçratmak için özel bir çaba harcayan çıplak ayaklı çocukların ayak izlerini buluyorlar.

Pireneler’de hayret verici bazı heykeller bulundu. Önce tekneyle, bir tepeden akan ırmağın suyla doldurduğu bir mağaraya giriliyor. Sonra dar geçitler boyunca 1,5 kilometre kadar yürünüyor, ardından uzun ve kıvrımlı sarkıtların olduğu bir çeşit salondan, başka bol dönemeçli tünellerden geçiliyor ve sonunda ancak eğilerek sığılabilen bir bölmeye ulaşılıyor. Bölmenin ortasında, 15.000 yıl önce sarı kilden yapılmış 60 santimetre uzunluğunda iki bizon duruyor. İlk insanların sanat yapıtlarının, kültürleri hakkında tam olarak ne anlattığı konusunda kesin bir şey söylemek güç. Hayvan resimleri, avcılıkla ve belki de büyüyle bir hayli haşır neşir olduklarını gösteriyor. Mamut ve bizon resimleri yaparak bu vahşi hayvanlara hükmetmeyi ve onları öldürme olasılığını artırmayı ummuş olabilirler. Bazı resimlerde mızrakla vurulmuş hayvanlar çizilmiş; bir resimde de bir mamut tuzağa yakalanmış olarak gösteriliyor. Erkekler (kim bilir belki kadınlar da) usta avcılardı. Büyük av hayvanlarının göç yollarında, örneğin rengeyiklerinin ırmakları geçmek için kullandıkları sığlıklarda beklemeyi öğrendiler. Sarp kayalıklarla çevrili dar vadilerin girişlerinin yakınında kamp kurdular. Buralar doğal tuzaklardı; bir hayvanı veya bir sürüyü vadiye girmeye zorluyor, hemen ya da ete gereksinim duydukları zaman öldürüyorlardı. Fransa’daki tarihöncesi araştırmacıları, sarp bir kayalığın dibinde, 10.000 ile 100.

000 arasında atın kemiklerinden oluşan dev bir yığın buldular. Belli ki, uzun yıllar boyunca avcılar atları korkutup kovalayarak kayalıklardan aşağı düşürmüş ya da kayalığın aşağısındaki dar geçitte tuzak kurmuşlar. Çek Cumhuriyeti’ndeki bir köyde araştırmacılar yüzden fazla mamuta ait bir kemik yığını buldu; Rusya’da bir yerde de iki yüzden fazla mamutun kalıntıları bulundu. Günümüzden 50.000 yıl önce Afrika’ya, Asya’ya ve Avrupa’ya yayılmış durumdaydık. Artık daha önce hiçbir insanın ayak basmadığı diğer üç kıtaya gitmenin zamanı gelmişti. Bunlardan en hayret verici olanı. Güneydoğu Asya’dan Avustralya’ya geçiştir. İlk insanların bunu nasıl başardığını anlamak zor. Bir “kara köprüsü”nün Asya anakarasını Endonezya’ya bağladığı zamanlarda, Endonezya adalarına ulaşmaları çok güç olmasa gerekti. (Kara köprüleri, yeryüzündeki suların büyük kısmının donarak buzula dönüştüğü, böylece deniz seviyesinin düştüğü bir buzul çağı sırasında sığ denizlerde ortaya çıkan kara parçalarıdır.) Endonezya’dan yakındaki Yeni Gine adasına hayvan postundan teknelerle veya sazlardan yapılma sallarla çıkmış olabilirler.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir