Janet Dailey – Gecmisteki Sir

Asfalt yol, dağda yılan gibi kıvrıla büküle Dewey Bald’a doğru uzanıyordu. Ağaçların arasındaki açıklıktan yer yer Missouri Ozark Dağlarının panoraması görünüyordu. Ormanlarla kaplı yamaçlar sedir ağaçlarının koyu yeşilinden, yeni tomurcuklanan dalların açık yeşiline kadar, yeşilin bin bir tonunu kapsayan bir renk cümbüşü içindeydi. Bu, sonbaharın çeşitli renklerine bürünen ormanın alacalı görüntüsü kadar görkemli bir güzellikti. Yemyeşil sürgünlerle filizlenen ormanı, erguvanların eflatunu ile kızılcık ağaçlarının beyaz baharları şenlendiriyor ve kayalıkların arasından fışkıran kır çiçekleri, görüntüye daha da tazelik kazandırıyordu. “Sammy’nin yerinde duralım mı?” Soruyu yönelten ince ses, Tanya Lassiter’ın bakışını yoldan ve önlerinde uzanan görüntüden ayırdı. Kendisine içtenlikle, yalvarırcasına bakan mavi gözleri görünce gülümsedi. Oğlunun bir bebeğinki gibi yumuşak, kumral saçları alnına düşüyor ve çenesinin sivriliğini gideriyordu. Yüreği sıcacık bir sevgi ve doygunlukla dolan Tanya, kimsenin John gibi güzel ve zeki bir oğlu olamayacağını düşündü. Yedi yaşındaki oğlu, her ana babanın gıpta edeceği kadar sevimli, akıllı ve meraklı idi. Ilık yaz günlerinin, duru gökyüzünü hatırlatan o güven dolu mavi gözlerin karşısında en katı yürekliler bile yumuşardı. Bu gözler, Jake’in, yani babasının madeni parıltılarla yana çelik mavisi gözlerinden ne kadar başkaydı. John, “Durabilir miyiz?” diye sorusunu tekrarladı. Tanya, “Kısa bir süre dururuz.” Sıkılmış dudaklarını zorlayarak gülümsedi.


“Ama babaannen yemeğe bekler. Onun için fazla kalamayız.” John sesini çıkarmayınca, Tanya başını ona çevirdi. Oğlunun düşünceli bir tavırla dışarıyı seyrettiğini görünce önce biraz meraklandı, daha sonra umursamadı. Oğlunun kafasını kurcalayan her neyse, çocuk bunu kendi kendine düşünüp taşındıktan sonra nasıl olsa annesine açacaktı. Tanya arabanın kapılarını kilitlerken, John da yolun kıyısında park ettikleri yerden birkaç metre ötede sabırsızlıkla onu bekliyordu. Tanya arabadan inip kapıyı kapattıktan ve saçlarını düzelttikten sonra, oğlunun yanına koştu. Mutton çukuruna ve kaç yıllık olduğu bilinmeyen patikaya bakan büyük kurşuni kayaya doğru birkaç yüz metre yürüdüler. Tanya’nın uzun boyu, incecik vücudu ve dişiliği ile, John’un minyatür erkek kalıbı içindeki yaşam dolu çocukluğu yan yana gelince güzel bir ikili oluşturuyorlardı. John doğruca kurşuni kayaya giderken, Tanya biraz daha yüksekteki bir kaya parçasının kovuğuna sokuldu. Kaya, vadiyi görmesini engelliyor, ama öte yandan, yoldan geçenlerin gözünden onu gizliyordu. Şimdilik yollarda yalnızca o çevrede oturan insanlar görünüyordu. Turist akını, yaz sıcaklarıyla birlikte başlardı. John kayanın üstüne çıktı, bacaklarını iki yana açıp, ellerini kalçalarına dayayarak erkeksi bir pozda görüntüyü seyretmeye koyuldu. Bazı yönlerden Tanya’ya benziyordu.

Dış görünüşü ile arkadaş canlısı, coşkulu, eğlence sever ve çevresindeki her şeyi merak eden bir çocuk olmasına rağmen, zaman zaman annesi gibi içine kapanıp, düşüncelere dalardı. Tanya, bazen John’un yedi yaşında bir çocuğa göre fazlasıyla ağırbaşlı, fazlasıyla düşünceli ve gerektiğinden fazla büyüklerle bir arada olduğunu düşünürdü. Ama John okul arkadaşlarıyla dostluk kurmayı da başardığı için Tanya bu konudaki kaygılarını kendi titizliğine yormuştu.Yamaca dayanan Tanya, batıdaki tepelerin ardına doğru ağır ağır inen güneşi seyrediyordu. Önünden geçen parlak tüylü bir ardıç kuşu dişisine doğru uçarak gözden kayboldu. Tanya’nın içine bir ateş, bir burukluk düştü, eli ayağı kesiliverdi ve duyduğu acıyı hafifletmek için kendi kendini kucaklamak isteğiyle yandı. Doğanın çiftleşme mevsimindeydiler. Tanya, içindeki burkulmanın, tıpkı doğadaki yaratıkların duyduğu eş arama içgüdüsünden kaynaklandığını sezdi. Yirmi altı yaşında ve sevecek bir erkeğe gereksinen bir kadındı. Bu yaşamın, en yalın en eski gerçeğiydi. Güzel olduğunu düşünmesi kendini beğenmişliğinden değildi. Gerçekten güzeldi. Yer yer bal rengine dönen açık kumralla sarı arasındaki uzun saçları, düzgün yüz çizgilerine çok yakışan bir biçimde, aslan yelesi gibi geri taranmıştı. Çıkık elmacık kemiklerinin ve kalkık burnunun klasik bir güzelliği vardı. Etli dudakları, yüzünün mermerden oyulmuş izlenimi veren donuk güzelliğini, bir gülümseyişle sevimliliğe götürürdü.

Ama içindeki duygu fırtınalarının yüzeye çıkmasını asıl engelleyen, altın parıltılı bal rengi gözlerini örten kirpiklerdi. Yedi yıl önce kucağında çocuğuyla bu dağlara gelen biraz ürkek, biraz kinli genç kızdan eser kalmamıştı. Kayınvalidesi Julia Lassiter’ın etkisi ve gelinine örnek olması, liseli kız görüntüsünü ortadan kaldırmış, yerine ağırbaşlı, yaşından daha olgun bir genç kadın havası gelmişti. Buraya ilk gelen genç kızdan, geriye yalnızca bir şey kalmıştı; Tanya’nın yitirmemek için özen gösterdiği hıncı ve adını taşımakta olduğu Jake Lassiter’a olan nefreti, evliliğinin tek avuntusu John’un dünyaya gelmiş olmasıydı. John, Tanya’ya aitti ve ondan koparılamazdı…. Tabii Jake ile evli kaldığı sürece. “Anne?” Tanya’nın alev alev yanan gözlerini örten kirpikleri açıldı. John yanına oturup, güneş yanığı eliyle otları koparmaya başlayınca, Tanya kendini toplayıp oturdu. Kollarını dizlerine dolayarak, “Evet John?” dedi ve bekledi. “Gerçekten babam var mı benim?” Çocuğun sorusundan duyduğu sarsıntı, sadece bir an gölgeledi Tanya’nın yüzünü. “Olmaz olur mu hiç?” Tanya’nın yüreği hızla çarpmaya başladı, ama oğlunun sözlerinin uyandırdığı duyguları dışarı vuracak hiçbir davranışta bulunmadı. “Yani, gerçekten yaşıyor mu demek istedim?” Çocuğun kaygılı mavi gözleri, sorusunun cevabını arayan bakışlarla annesinin yüzüne çevrildi. “Evet, yaşıyor. Mektuplarını posta kutusundan alıp eve getiren sensin. Yaşamadığını da nerden çıkardın?” Tanya gülmeye çalıştı, ama gülüşünde neşe yerine sadece boğuk bir burukluk vardı.

“Danny Gilbert dedi ki, babam ya ölmüş, ya da hapisteymiş, yoksa eve gelmesi gerekirmiş. Hapiste değil, değil mi?” “Hayır yavrum, hapiste değil. Şu sırada Afrika’da bir yerlerde.” Gerginlik içindeki oğlunun ince omuzlarına sarıldı, kendine çekti. Jake Lassiter’dan söz etmek istemediğini çocuk sezmesin diye sıkı sıkıya sarıldı ona. “Dedenin işinde çalışıyor, unuttun mu? Orada büyük bir baraj, köprü ya da onun gibi bir şey yapılıyor ve dedenin şirketi işi yönetiyor. Baban, işlerin yolunda gitmesini sağlamak için orada kalıyor.” “Peki ama neden eve gelmiyor hiç? Biz neden gidip görmüyoruz onu? Bizi görmek istemiyor mu yoksa?” İpek gibi kumral saçlı kafa, kendisini okşayan elin altından sıyrıldı ve Tanya’nın alnında beliren kırışıklara ve kaşının çatılmasına şaşkınlıkla baktı. Tanya, “Günün birinde gelir” diye çocuğun içini rahatlatmak istediyse de, sözündeki belirsizlikten kendisi de huzursuz oldu. “Çok işi var.” “Herkes izin alıyor. Neden o da izin alıp, bizi görmeye gelmiyor?” _________________ Konu: Geri: Geçmişteki Sır-Janet Dailey Ptsi Tem. 27 2009, 09:08 “Bir kez izin alıp gelmişti.” Tanya, Jake’in bir ay kalmak üzere geldiği halde bir hafta sonra apar topar gittiğini söylemedi. “O zaman bebektim ben” diye annesine karşı çıktı çocuk.

“Üç yaşındaymışım, babaannem öyle dedi. Babamı hiç hatırlamıyorum.” Tanya çekinerek, “Bu konuyu… babaannenle konuştun mu?” diye sordu. Eğer konuşmuşlarsa, kayınvalidesi Tanya’ya kötü bir not daha vermiş demekti. “Hayır” John omuzlarını silkti. “Yalnızca, o fildişinden yapılmış fil heykeli bana armağan geldiğinde kaç yaşındaydım, diye sordum. Onu babamın getirdiğini söylemiştin.” Evet, Tanya birkaç gün önce oğlunun bu soruyu sorduğunu hatırladı; ama o zaman üzerinde durmamıştı. Rahat bir soluk aldı. “Bu yaz okul tatil olunca onun yanına gidebilir miyiz?” “Şey… baban…” Tanya, John’da giderek yer etmeye başlayan, ‘babam benimle ilgilenmek istemiyor’ duygusunu körüklemeden, ona red cevabı vermenin yolunu arayarak duraksadı. Bu duygu, çocuğun ezilmişliğini aktaran donuk bakışlarından açık seçik okunuyordu. “Oradaki politik durum karışık, o yüzden gidemeyiz.” Çocuğun sesindeki zamanından önce olgunlaşmış kişilere özgü acı, Tanya’nın sözünün üstüne kırbaç gibi indi; “Zaten böyle bir şey söyleyeceğini biliyordum.” Tanya dudağının ucuna kadar gelen öneriyi açığı vurmanın huzursuzluğunda, “Belki de” dedi. “Bu akşam babana mektup yazıp, yazın birkaç haftalığına gelip gelemeyeceğini sorabiliriz.

” John, alnına düşen ipek saçlarını eliyle arkaya atarak annesine baktı, yüzünde umutlu bir ifade vardı. Tanya’nın gözü istemeden, oğlunun çarpık serçe parmağına takıldı. Parmağındaki bu çarpıklık, onun Lassiter soyadını taşımasına hak kazandıran bir kalıtımdı. John, “Geleceğini sanıyor musun?” diye sordu. Tanya, içinden Jake’in gelmemesini diliyordu, ama oğlunun bakışlarını görünce, bu dileğini unutmaya çalışarak, “Olanak varsa, mutlaka gelir, hele sen yazıp da çağırırsan koşa koşa gelir” dedi. Tanya, oğlunun sevgisini nefret ettiği bir adamla bölüşmek istemediği için, bugüne kadar baba oğlun mektuplaşmalarını fazla sıklaştırmamaya çalışmıştı. Sadece Noel’lerde ve doğum günlerinde babasından gelen armağan paketlerine kısa teşekkür mektupları yazmasına izin vermişti. John yüzünü aydınlatan bir gülümseyişle ayağa fırlayarak “Hadi eve gidelim” dedi. Birkaç dakika sonra Tanya arabayı eve varan göl yoluna saptırdığı sırada, “John, babana mektup yazdın diye, Amerika’ya dönme olasılığına kesin gözüyle bakmamak gerekir” dedi. “Biliyorum. Ama gelecek, geleceğine eminim!” Çocuğun sesindeki kesinlik, Tanya’ya baba ile oğul arasındaki bağların ne kadar güçlü olduğunu düşündürdü. Kocasının varlığını ne kadar unutmaya çalışırsa çalışsın, John’un hatırı için bunu yapamıyordu. John, “Üstelik babam kendisini sevmediğimi sanabilir” diye sözünü sürdürdü. “Onu görmeyi ne kadar çok istediğimi bilirse, mutlaka eve gelir. Buna inanıyorum.

” “Bu yaz gelemese bile, belki sonbaharda ya da Noel’de gelir. Fazla umutlanma John. İşin başından ayrılamayabilir baban.” “Babam bir an önce gelsin de, Danny Gilbert gerçekten babam olduğunu ve Afrika’da çalıştığını anlasın istiyorum. Bu akşam yemekten sonra yazabilir miyiz mektubu?” “Evet, yemekten sonra” diyen Tanya’nın yüreği burkuldu. “Babamın eline çabuk geçsin diye uçakla göndeririz, olur mu?” Tanya “Olur, uçakla göndeririz” diye isteksizce başını salladı. John, ultra modern çiftlik evinin önündeki gümüşi El Dorado’yu görünce, “Patrick amcanın arabası kapıda” diye neşeyle çığlık attı. “Kaç zamandır gelmiyordu.” Arabayı görünce gözleri parlayan Tanya, “Daha geçen hafta gelmişti” diye düzeltti oğlunun sözünü. John konuşmaya başladığından beri Patrick Raines’e amca diyorsa da, gerçek amcası değildi. Tanya’nın kayınpederi JD Lassiter, kendini yarı emekliye ayırıp, Springfield’deki ofise haftada sadece iki üç kez gitmeye başladığından beri, mühendislik firmasının bütün işlerini Patrick Raines yürütmeye başlamıştı. Tanya’ya öyle geliyordu ki, JD oğlunun Amerika’ya dönüşüne kadar işin başından ayrılmayacak ve biricik oğlu döner dönmez işleri ona devredecekti. Dört yıl önce Jake’i geçici bir süre için eve döndüren de, babasının ısrarı olmuştu. Ne var ki, Jake ile Tanya’nın arasındaki soğukluk ve çekişme herkesin dikkatini çekmişti. Tanya onunla aynı odada kalmaktan sevinç duymak şöyle dursun, uygar bir diyaloga bile girememişti.

John’la birlikte yürürlerken, Patrick’in içerden gelen gür sesi, Tanya’nın yüreğini hoplattı. John babaannesiyle dedesini ve kapıdan görünen esmer, yakaşıklı adamı selamlamak için koşarak gitti. Tanya, Patrick Raines’in sıcak bakışlarını görünce gülümsedi. “Seni gördüğüme sevindim, Patrick” diye elini uzattı. Ellerinin birbirine değmesi, Patrick’in kahverengi gözlerini parlattı. “John arabanı görünce, bize gelmeyeli çok olduğunu söyledi.” Patrick’in sesi, bu sözden duyduğu hoşnutluğu yansıtıyordu; “Demek burada yokken beni özlediniz.” Tanya, onun şehir dışına gittiğinden haberi olmadığını söyleyeceği anda, kayınvalidesi söze girdi. “Sizden umudu kesmiştik artık. Johnny ile nerelerdeydiniz?”John’a sadece Julia Lassiter “Johnny” derdi ve Tanya, kayınvalidesinin bunu sırf kendisini sinirlendirmek için yaptığından kuşku duymuyordu. John’un eline sıkı sıkıya yapışmış kadına dönerek, sakin bir sesle, “Şöyle bir dolaşmaya çıkmıştık, gezintimiz sandığımızdan uzun sürdü” dedi. Her an ne yaptıkları konusunda Julia’nın hesap sormasından gelen bir bıkkınlıkla, altın parıltılı gözlerini, kayınvalidesinin çividi boyalı saçlarıyla çevrelenen soylu görünümlü yüzüne dikti. “Yemek hazır mı?” Oğlu gibi heybetli bir erkek olan JD kadife kanepeden doğrulup ayağa kalkarak, “Şarabımızı bitirip yemeğe oturacaktık” dedi. “Birkaç dakika izin verin, elimizi yüzümüzü yıkayıp ineriz aşağıya.” Tanya, oğlunun elinden tuttu ve genelde salondaki üç kişiye yönelen, ama Patrick’e bakarken biraz daha derinleşen bir gülümseyişle onları selamladı.

Tanya, rekor denilecek kadar kısa sürede pantolonunu çıkarıp, lacivert-kırmızı şal örneği, şömiziye bir elbise giydi. Saçlarını tutan bağı çözerek, açık kumral saçını geriye doğru tarayıp ince uzun boynunun üzerinden omuzlarına saldı. Giysisinin ve saç biçiminin yalınlığı, onun görgüsünü ve olgunluğunu daha da vurguluyordu. Tanya, Julia’nın kendisini beklediğinden emin olduğu için doğruca mutfağa gitti. Lassiter ailesi, hizmetçi, aşçı, bahçıvan tutabilecek durumdaydı. Ne var ki, Julia Lassiter’ın evi, hizmetçilere kapalı bir şato gibiydi. Evin işlerini ya kendisi yapardı ya da onun denetiminde Tanya yapardı. Tanya, kayınvalidesinin kusursuz olduğunu düşünmekten kendini alamadı. Elinden hiçbir iş kurtulmaz ve yaptığı işin de en iyisini yapardı. Yaptığı yemekler karşısında en usta aşçılar parmak ısırırdı, ama Julia, kocasının ağız tadına uygun sıradan yemekler de yapardı. Ev her zaman pırıl pırıldı, en dip köşede bile zerre toz bulunmazdı. Özenle düzenlenmiş büyük bahçenin bakımını da Julia üstlenmişti. Tanya ile kocasına sadece çim biçmek gibi özen istemeyen işleri yaptırırdı. Kendisine de çok bakar, her zaman şık giyinirdi. Ne saçının bir teli bozuk dururdu, ne dudak boyası taşardı.

Bir tek düğmesinin sallandığı ya da kopuk olduğu görülmemişti. Eteğinin altından iç gömleğinin sarkması diye bir şey söz konusu olamazdı. Julia’nın sadece kusursuz bir ev kadını ve zevce olmayıp, aynı zamanda eşsiz bir anne olduğunu kanıtlayan pek çok şey vardı. Jake’e karım diye eve getirdiği utangaç kız, ya da oğlum diye üstlendiği çocuk konusunda bir gün olsun soru sormuş değildi. Jake’in Tanya ile aynı odada yatmamak konusundaki isteğini de gözünü kırpmadan kabullenmişti. Oğlu gelinini eve getirdikten birkaç gün sonra çekip gittiği zaman da, ondan sonraki yıllar boyunca da, Tanya’ya sitemli bir tek söz söylememiş, onu incitmemişti. Ne var ki, Tanya, bu evde, Julia’nın gözbebeği olan John’un hatırı için tutulduğu izlenimini duyuyordu. Kayınvalidesi ne zaman kendisine bir şey söylese, sesinde hep bir soğukluk, hep belli belirsiz iğneleyici bir ton olurdu ve bu evde geçirdiği şunca yıl boyunca, Julia’nın gri mavi gözlerindeki donukluğu, soğukluğu dağıtan bir sevgi ya da dostluk belirtisiyle karşılaşmamıştı hiç. _________________ Konu: Geri: Geçmişteki Sır-Janet Dailey Ptsi Tem. 27 2009, 09:08 Jake’in babası, JD Lassiter ise bambaşkaydı. Tanya bir keresinde, Jake’in çekiciliği ile bir kobranın dişlerini bile sökebileceğini söylemişti. JD ile karşılaştıktan sonra, Jake’in bu yeteneğini babasından almış olduğunu da görmüştü. JD duygularını açığa vurma konusunda daha dürüsttü. Tanya, John’u kucağına alıp da bu eve ilk geldiğinde, JD onu kuşkuyla karşılamış ve oğlunun evliliğini hoş görmediğini açıkça belirtmekten kaçınmamıştı. JD çevresindeki herkese diş geçiren, sözünü dinleten güçlü biriydi.

Akıllı bir iş adamıydı. Kendi dalında uzmanlığı herkes tarafından kabul edilirdi. İnsan sarrafıydı, ilk bakışta insanın kişiliğini okurdu. Tanya’nın dünyayı tanımayan toy bir liseli kızdan, olgun bir genç kadına dönüşümünü yakından gözlemişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir