Janet Evanovich – Kafasi Guzel Serseriler

New Jersey, bulutlardan pek görünmese de yaklaşık on iki kilometre altımdaydı. Üzerimde, uçağın ince tabakasının ötesinde cennet vardı. Cehennem ise dört sıra arkamda oturuyordu. Pekâlâ, cehennem çok ağır oldu. Belki de, araf demeliyim. Benim adım Stephanie Plum. New Jersey, Trenton’da bulunan Vincent Plum Kefalet Ofisi’nde kefalet memuru olarak çalışıyorum. Geçenlerde ölü bir adam, bana “miras” olarak uçak bileti bıraktı ve ben de bunları hayatımda bir kez yaşayabileceğim Hawaii tatili için kullandım. Ne yazık ki tatilim, planladığım gibi gitmedi ve gecenin ortasında arazi olan bir hırsız misali, Hawaii’den erken ayrılmak zorunda kaldım. Honolulu’da arkamda iki öfkeli adam bırakmıştım, arkadaşım Lula’yı arayıp beni Newark Havalimanı’ndan almasını rica ettim. Hayatım zaten yeterince berbat değilmiş gibi, dört sıra arkamda tıpkı mağarasına çekilmiş bir ayı gibi horlayan ve Kocaayak’a benzeyen bir adamla aynı uçakta eve dönüyordum. Neyse ki, adamın yanında oturmuyordum; öyle olsa, kesinlikle onu çoktan uykusunda boğmuş olurdum zaten. Uçakta verilen kulaklıkları takıp sesi sonuna kadar açmıştım ama işe yaramıyordu. Adamın horlaması Denver üzerinde bir yerlerde başlamış ve Kansas üzerinde cidden feci hale gelmişti. Birçok yolcunun şikâyetini yüksek sesle dile getirip birinin adamı yastıkla boğmaya önayak olmasından bahsetmesi üzerine, hostesler tüm yastıkları toplamış ve bedava alkollü içecek dağıtmaya başlamıştı.


An itibarıyla, uçaktakilerin dörtte üçü umutsuz bir biçimde sarhoştu; geri kalanlarsa ya reşit değildi, ya da başka bir ilacın etkisi altındaydı. Küçüklerden iki tanesi çığlıklar atarak ağlıyordu, arkamda oturan çocuğun altına yaptığından adım gibi emindim. Ben de sarhoşların arasındaydım. Uçaktan doğru düzgün nasıl ineceğimi, havalimanından nasıl çıkacağımı bilemiyordum, arabamın beni beklediğini umuyordum. Kocaayak, bu defa daha yüksek sesle horladı, dişlerimi kenetledim. Şu lanet uçak yeter ki insin, diye düşündüm. Artık mısır tarlasına mı, okyanusa mı, otoyola mı, nereye inerse insin! Buradan çıkayım yeter! Lula, arabayı apartmanımın otoparkına çekti, beni havalimanından alıp eve bıraktığı için ona teşekkür ettim. Ben arka kapının girişinde inerken, Lula, “No problemo” [1] dedi. “Televizyonda pek bir şey yoktu, meşgul de değildim; dolayısıyla yapacak daha iyi bir şeyim yoktu zaten.” Ona el sallayıp binaya doğru yorgun argın yürüdüm. Asansörle ikinci kata çıktım, valizimi sürükleyerek daireme girdim ve yatak odama gittim. Vakit gece yarısını geçmişti ve yorgunluktan ölüyordum. Hawaii tatilim eşsizdi, dönüş uçuşumsa korkunçtu. Büyük Okyanus üzerinde türbülans, Los Angeles’ta bekleme ve ardından horlama sesi… Gözlerimi kapatıp rahatlamaya çalıştım. Ertesi gün iş vardı ve o an bir tercih yapmam gerekiyordu.

Hiç temiz kıyafetim kalmamıştı. Bu da demek oluyordu ki, ya bir sürtük gibi çıplak uyuyacaktım, ya da bir pasaklı gibi üzerimdekilerle uyuyacaktım. İşin gerçeği, çıplak uyurken kendimi tamamen rahat hissetmiyorum. Zaman zaman bunu yapsam da, Tanrı’nın izliyor olabileceğinden veya annemin beni öyle yakalayabileceğinden endişe ediyorum. Zira her ikisinin de iyi kızların yatarken pijama giymesi gerektiğini düşündüğünden eminim. Ne yazık ki gardırobumun kötü hali, ertesi gün ben yataktan sürüklenerek çıkarken de aynıydı. İşte bu yüzden, valizimi çamaşır sepetinin içine boşaltıp el çantası görevi gören postacı çantamı kaptığım gibi annemlerin evine gittim. Annemin çamaşır ve kurutma makinalarını kullanabilirim diye düşünüyordum. Onlardaki fazladan yatak odasında acil durumlar için birkaç kıyafetim olduğunu sanıyordum. Ayrıca, ben yokken hamsterım Rex’e bakmışlardı, onu da geri almak istiyordum. Trenton’ın uç kısmında, tuğla kaplı, üç katlı bir binada, tek yatak odalı ve tek banyolu bir dairede yaşıyordum. Trafiğin açık olduğu bir günde, sabahın dördünde annemlere veya kefalet ofisine on dakikalık bir mesafedeydim. Diğer zamanlardaysa halim içler acısıydı. Arabayı kenara çekip park ederken Mazur Büyükannem ön kapıdaydı. Mazur Büyükbabam, gökyüzündeki cennetin yiyecek katına giden yürüyen merdivenine bindiğinden bu yana, büyükannem ebeveynimle yaşıyordu.

Bazen babamın, büyükannemin de bu yürüyen merdivene adım atmasına aldırmayacağını düşünüyor ama bunun pek yakınlarda olacağını sanmıyordum. Büyükannemin çelik grisi saçları kısa kesilmişti ve tepede kıvrılıyordu. Ojeleriyle parlak kırmızı ruju uyum içindeydi. Eflatun ve beyaz eşofmanı dökümlü bir şekilde sıska omuzlarını sarıyordu. Büyükannem bana kapıyı açarken, “Bu ne güzel bir sürpriz,” dedi. “Eve hoş geldin. Seksi şeyle tatil anılarını dinlemeye can atıyoruz.” Annemlerin evi mütevazı bir dublekstir, ortak bir duvarla yanındaki dubleksten ayrılır. Diğer tarafta Bayan Ciak yaşar. Bayan Ciak’in kocası öldü ve kadın günlerini kahveli kek yapıp televizyon seyretmekle geçiriyor. Binanın ona ait olan kısmı uçuk yeşil badanalı, annemlerin tarafsa hardal sarısı ve kahverengi renkte. Muhteşem bir kombinasyon değil ama kendimi bildim bileli böyle olduğu için bana kendimi güvende hissettiriyor. Her iki evin de aynı şekilde ön avlusu, ufak birer verandası, arka bahçeye giden dar ve uzun bir sahanlığı ve tek arabalık müstakil bir garajı var. Çamaşır sepetini oturma odasından ve yemek odasından sürükleyerek annemin sebzeleri doğramakla meşgul olduğu mutfağa getirdim. “Çorba mı yapıyorsun?” diye sordum.

“Sebze çorbası,” dedi. “Akşam yemeğe geliyor musun?” “Gelemem. Planlarım var.” Annem, çamaşır sepetine baktı. “Çarşafları makineye daha yeni attım. Eğer bırakırsan, daha sonra onları da yıkarım. Hawaii nasıldı? Seni yarından önce beklemiyorduk.” “Hawaii iyiydi ama uçak yolculuğu uzundu. Şansıma, yanımdaki adam Los Angeles’ta indi. Böylece daha fazla yerim oldu.” “Evet. Ama aynı zamanda Bay Uzun, Esmer ve Yakışıklının yanında oturuyordun,” dedi büyükannem. “Pek sayılmaz.” İkisi de dikkat kesildiler. Büyükannem, “Nasıl yani?” diye sordu.

“Biraz karışık. O benimle dönmedi.” Büyükannem sol elime baktı. “Yüzük parmağın hariç bronzsun. Yani güneşlenirken yüzüğün varmış ama artık takmıyormuşsun gibi görünüyor.” Elime baktım. Lanet olsun! Yüzüğü çıkarttığımda, yerinin beyaz kaldığına dikkat etmemiştim. Büyükannem, “Hawaii’ye neden gittiğini artık biliyorum,” dedi. “Sevgilinle gizlice gittiğine bahse girerim! Yüzüğü hâlâ takmaman kutlamaya gölge düşürür elbette.” İç çekip kendime bir fincan kahve koydum, telefonum çaldı. Uçak yolculuğum esnasında çantama tıkıştırdığım onca şeyin arasında telefonumu aradım. Çantamı ufak mutfak masasının üzerine ters çevirip aramaya devam ettim. Tahıllı krakerler, saç fırçası, dudak parlatıcı, birkaç toka, not defteri, cüzdan, çorap, iki tane dergi, büyük bir sarı zarf, diş ipliği, kâğıt mendiller, minik el feneri, üç tane tükenmez kalem ve nihayet ceptelefonum. Arayan, kefalet ofisi müdürü Connie Rosolli’ydi. “Umarım ofis yolundasındır,” dedi.

“Çünkü burada bir durum var.” “Nasıl bir durum?” “Kötü.” “Ne kadar kötü? Yirmi dakika bekleyebilir mi?” “Yirmi dakika çok uzun.” Telefonu kapatıp ayağa kalktım. Anneme ve büyükanneme, “Gitmem gerek,” dedim. Büyükannem, “Ama daha yeni geldin,” dedi. “Kaçamağından bahsetmedin bile.” “Kaçamak yapmadım.” Sarı zarf ve ceptelefonum dışındaki her şeyi yeniden postacı çantamın içine attım. Telefonumu çantanın dışındaki cebe koydum, zarfı elime aldım. Üzerinde bir şey yazmıyordu. Kapalıydı. Çantama nasıl girdiği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Zarfı yırtarak açtım, içinden bir fotoğraf çıktı. 8×10 ebadında, kuşe kâğıda basılmış bir erkek fotoğrafıydı bu.

Adam köşede ayakta duruyor, fotoğrafçının arkasından bakıyordu. Fotoğrafının çekildiğinden haberi yok gibiydi; sanki birisi yoldan geçerken ceptelefonunun kamerasıyla fotoğrafını çekivermişti. Muhtemelen otuzlu yaşlarının ortasında veya kırklarının başındaydı. Muhafazakâr gibi görünen, hoş biriydi. Açık tenliydi. Üzerinde koyu renk bir takım elbise vardı. Bulunduğu sokağın köşesini bilmiyor, adamı tanımıyordum. Dönüş yolculuğum esnasında -belki de havalimanındaki gazete standına uğradığımda- bu zarfı yanlışlıkla almış olmalıydım. Büyükannem, “Bu da kim?” diye sordu. “Bilmiyorum. Sanırım bir dergi alırken yanlışlıkla aldım.” “Hoşmuş. Arkada ismi yazıyor mu?” “Hayır. Bir şey yok.” Büyükannem, “Çok kötü,” dedi.

“Yakışıklı biri ve ben de artık genç erkeklerle takılayım diyorum.” Annem göz ucuyla viskisinin durduğu tezgâha baktı. Sonra duvardaki saate göz atıp bir of çekti. Daha çok erkendi. Zarfı ve fotoğrafı çöpe atıp kahveyi tepeme diktim, tezgâhın üzerinden bir simit alıp üzerimi değiştirmek için yukarı koştum. Yirmi dakika sonra kefalet ofisindeydim. Ofis derken bunu pek ciddiye almıyorum, zira ileride ofisimiz olacak mülkün inşaat alanının tam önünde, Hamilton Caddesi’ne park edilen bir karavanda çalışıyoruz. Burada bulunan eski bina şüpheli bir yangınla tahrip olduğundan, yerine yenisinin yapılması gerekti. Kuzenim Vinnie, bu karavanı benim bir arkadaşımdan satın almıştı. Kusursuz değildi ama yine de, alışveriş merkezlerinin yiyecek bölümlerinden iyiydi. Connie’nin arabası karavanın arkasında park halindeydi, Vinnie’ninki de onunkinin arkasındaydı. Vinnie iyi bir kefalet memurudur ama ailemin sırtında bir çıbandır adeta. Geçmişte kumarbaz, zampara, hovarda ve düzenbazdı. Ayrıca, bir zamanlar tuhaf bir tiple sevgili olduğuna eminim. Sivri burunlu ayakkabıları ve daracık pantolonlarıyla tıpkı bir sansar gibi görünür.

Aslında ajansın sahibi, Vinnie’nin kayınpederi Çekiç Harry’dir; ancak son zamanlarda zimmete para geçirme, kumar ve fuhuş gibi skandallardan dolayı Vinnie’nin karısı Lucille, Vinnie’nin patronu oldu. Toyota RAV4’ümü Vinnie’nin Caddy’sinin arkasına park edip önümdeki manzaraya baktım. Yeni kefalet ofisinin dış mekân cüruf briketi tamamlanmıştı. Çatı yapılmıştı. İşçiler içeride çivi çakıyor ve elektrikli aletler kullanıyorlardı. Bakışlarımı inşaat alanından karavana çevirdim, panjurlardan dışarıya ışık sızıyordu. Her zamanki gibi görünüyordu. Karavanın kapısını açıp içeri girmek için üç basamak çıktım. Connie yemek masasındaydı, el çantası yanındaki taburedeydi. Dizüstü bilgisayarı kapalıydı. Connie benden birkaç yaş büyüktür ve çok daha iyi bir parçadır. Üzerinde derin V yakalı mor bir bluz vardı, benim sahip olmayı her daim umduğumdan çok daha derin göğüs çatalını sergiliyordu. Siyah saçları düzleştirilmiş ve tepeden dağınık bir biçimde toplanmıştı. Altın renkli kocaman küpeler ve ona uygun bir kolye takmıştı. Beni görünce ayağa kalktı.

“Ben mahkemeye gidiyorum,” dedi. “Vinnie’yi kefaletle dışarı çıkarmam lazım. Tutuklandı ve kendi kefalet dilekçesini yazmasına izin vermiyorlar.” Yok artık. “Yine ne oldu ki?” “DeAngelo ile tartışmışlar, Vinnie onun Mercedes’ine lastik demiri atmış, DeAngelo da onun Caddy’sine birkaç el sıkmış. Vinnie, DeAngelo’yu şok tabancasıyla şoklamış, polis de gelip ikisini birden kodese atmış.” Salvatore DeAngelo, Harry’nin yanıp kül olan kefalet ofisini yeniden inşa etmesi için tuttuğu müteahhitti. İşleri kendi yoluyla halletmesi, rüşvetsiz kılını dahi kıpırdatmaması, normal iş saatleriyle hiç alakası olmayan DeAngelo saatleriyle çalışması nedeniyle DeAngelo, bilinen en berbat müteahhitti. “Pekâlâ, hiç değilse ciddi bir şey yok,” dedim. “Evet ama eğer DeAngelo, Vinnie’den önce çıkıp geri dönerek karavanı ateşe verirse durum daha kötüleşir.” Connie’ye, “DeAngelo bunu yapar mı sence?” diye sordum. “DeAngelo’nun ne yapacağını kestirmek zor. İşte bu yüzden, sen gelinceye kadar buradan ayrılmak istemedim.” Connie, silah dolabının anahtarını bana verdi. “Bir şey alıp yanında bulundurmak istersen.

” “Onu vurayım mı yani?” Connie, “Eğer mecbur kalırsan,” dedi. Ayağında on bir santimlik mantar dolgu topukları olan ayakkabılarıyla karavanın basamaklarını indi. “Fazla gecikmem. Masanın üzerindeki dosyalar senin için. Sen tatildeyken mahkemeye çıkmayanlar oldu.” Ah ne güzel, her an alev alabilecek bir karavana göz kulak olmam isteniyordu. Diğer taraftan Vinnie, hem kuzenim hem de patronumdu. Ve karavan olmazsa yetişkin kitapçısından bir yer kiralamak veya Connie’nin Hyundai’sinden iş çıkarmak zorunda kalırdık. Yine de, tüm bunlar, Vinnie’nin derme çatma ofisini korumak istediğim anlamına gelmiyordu. “Mahkemeye Çıkmayanlar” dosyasını aldım, karavanın alt kısmındaki depodan bir portatif sandalye çıkardım ve sandalyeyi gölgede açtım. Böylelikle, molotofkokteylinden kurtulur, alevli cehennemde tutsak kalmazdım. Sandalyeye oturup dosyayı açtım. Kapkaç, silahlı soygun, aile içi şiddet, hırsızlık, kredi kartı kaçakçılığı, saldırı, ikinci bir silahlı soygun… Hawaii’ye geri dönmek istiyordum. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım, deniz kokusu almak istiyordum ama onun yerine egzoz ve inşaat yerindeki çöp konteynerinin feci kokusu geliyordu burnuma. Rav4’ümün arkasında bir araba yavaşladı, iki adam dışarı çıktı.

Bunlardan biri, kısa boyu, geniş omuzları ve geriye doğru taranmış dalgalı kır saçlarıyla, Salvatore DeAngelo’ydu. Üzerinde pilili bol kumaş pantolon, kısa kollu, parlak siyah bir gömlek vardı. Göğüs kıllarının arasında ışıl ışıl parlayan kalın bir altın zincir takmıştı. Vinnie’nin onu, ben buradayım, diye bağıran kıllarıyla, göğsünden şokladığına dair hiç şüphem yoktu. DeAngelo bana doğru aylak aylak yürüdü, elleri cebindeydi, bozuk paralarını şıkırdatıyordu. “Hey, şirin şey,” dedi. “N’aber? Dışarıda oturmanın özel bir nedeni var mı? Yani, sokak işi istiyor olabilir misin? Sana göre bir işim olabilir, eğer ne dediğimi anlıyorsan tabii.” Vinnie’nin bu herifi şoklamakla iyi bir şey yaptığını düşünüyordum. “Sadece işimi yapıyorum,” dedim. “Eğer karavanı yakacak olursan, seni vuracağım.” “Tabanca falan görmüyorum.” “Çünkü sakladım.” “Tabii tabii,” dedi. “Fikrini değiştirip benimle çalışmak istersen, haber ver. Ve bana güven, gündüz gözüyle karavan yakacak halim yok ya.

Böyle şeyleri geceleyin, ortada kimsecikler yokken yaparım.” DeAngelo arkasını dönüp yarısı bitmiş kefalet ofisinin binasına doğru yürüdü, ben de tekrardan dosyalarıma döndüm. Yığındaki son dosyanın konusu şaşırtıcıydı: Joyce Bamhardt. Şehir merkezindeki bir kuyumcudan bir kolye çaldığı ve kuyumcu kolyeyi geri almaya çalışırken de adama saldırdığı iddia ediliyordu. Vinnie, onu kefaletle dışarı çıkarmıştı ve kadın, üç gün sonraki mahkemeye gitmemişti. Tüm okul hayatım boyunca Joyce’la birlikteydim ve hayatımı kâbusa çevirmişti. Pis, sinsi, zalim bir kızdı; şimdilerdeyse vicdansız, yalnız kendi için yaşayan, insanlardan faydalanan bir kadındı. Zaman zaman farklı şekillerde Vinnie için çalışmayı denemiş ama hiçbirinde de dikiş tutturamamıştı. İşin aslı, Joyce, kazancını yaptığı bir dizi evlilikten sağlamıştı ve onu son gördüğümde durumu gayet iyiydi. Onun bir kolye çaldığına inanmak zordu. Dükkân sahibine saldırdığına inanmaksa kolaydı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir