John Grisham – Son Juri Uyesi

ONLARCA YIL SÜREYLE KÖTÜ YÖNETİLDİKTEN ve bile bile ihmal edildikten sonra, The Ford Counîy Times 1970’te iflas etti. Gazetenin sahibi ve yayıncısı Bayan Emma Caudle doksan üç yaşındaydı ve Tupelo’da bir bakım evinde bir yatağa bağlıydı. Yaşlı kadının editör olan oğlu VVilson Caudle yetmişli yaşlarmdaydı ve kafasında da Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma bir plaka vardı. Geniş, çıkık alnının üst kısmında duran bu plaka, mükemmel bir plastik ameliyatla konmuş olan koyu renkli bir deri yamanın altında kalıyordu. VVilson, tüm yetişkin yaşamı boyunca bu deri yama yüzünden Yamalı lakabından kurtulamamıştı. Yamalı bunu yap. Yamalı şunu yap. Yamalı, aşağı. Yamalı, yukarı. VVilson Caudle gençlik yıllarında Ford ilçesinde kasaba toplantılarını, futbol maçlarını, seçimleri, davaları, kilise ayinlerini, her türden etkinliği izleyip haber yapardı. Sezgilerine güvenen, dikkatli ve iyi bir muhabirdi. Başındaki yara onun yazarlık yeteneğini etkilememişti. Fakat ikinci Dünya Savaşı sonrasında Wilson’un başındaki plaka yer değiştirmiş olmalıydı ki, her haberi kovalamaktan vazgeçti ve sadece ölüm haberlerini yazmaya başladı. Ölüm haberleri hoşuna gidiyor, onlar üzerinde saatlerce çalışıyordu. Ford ilçesinin en mütevazı sakinleri için bile sütunlarca dokunaklı yazılar yazmaktan zevk alıyordu VVilson Kasaba sakinlerinden zengin ve ünlü birinin ölümü ise gazetede manşet oluyor ve Bay VVilson böyle fırsatları hiç kaçırmıyordu.


Hiçbir cenaze törenini ve yemeğini kaçırmaz, hiç kimse hakkında kötü şeyler yazmazdı. Onun kalemi ölen herkese övgüler yağdırırdı. Ford ilçesi ölmek için çok gü- 8 JOHN GRISHAM zel bir yerdi. Ve Yamalı, çılgın olmasına rağmen çok popüler bir ad amdı. Gazetecilik kariyerinin tek gerçek krizini 1967’de, insan hakları hareketinin sonunda Ford ilçesine gelmesiyle yaşadı. Gazete hiçbir zaman ırkçılık yapmamış, bu konuda imada bile bulunmamıştı. Bilinen ya da suçlanan siyahlar dışında, gazetede siyahilerin resimleri görülmez, siyahilerin düğünlerinden söz edilmezdi. Siyahi onur öğrencilerine ya da beyzbol takımlarına da yer yoktu gazetede. Fakat Bay Caudle 1967’de şaşırtıcı bir şey keşfetti. Bir sabah uyandığında, Ford ilçesinde siyahilerin de öldüğünü, ama onların ölümlerinden hiç söz edilmediğim fark etti. Dışarıda, kasabada onu bekleyen bir sürü ölüm haberi vardı ve Bay Caudle bilinmeyen, tehlikeli sulara açıldı. 8 Mart 1967’de, haftalık Times gazetesi, Mississippi’de bir zencinin ölüm haberini yazan ve sahibi bir beyaz olan ilk gazete olarak çıktı. Ama bunu fark eden pek olmadı. Caudle ertesi hafta siyahlarla ilgili üç ölüm haberi daha yazınca bu kez insanlar konuşmaya başladı. Dördüncü hafta gazete boykot edilmeye başlandı, aboneler aboneliklerini iptal etmeye, ilan verenler faturaları ödememeye başladılar.

Bay Caudle olan biteni görüyordu, ama bir birleştirici olarak yeni durumundan öylesine memnundu ki gazetenin satışı ve kazancı gibi küçük meselelerle uğraşmak istemiyordu. O tarihi ölüm haberinden altı hafta sonra ilk sayfada ve büyük puntolarla yeni politikasını açıkladı. Gazetesinde istediğini istediği gibi yazabileceğim ve eğer beyaz kasabalılar bundan hoşlanmıyorlarsa, onlarla ilgili ölüm ve cenaze töreni haberlerini keseceğini belirtti. Mississippi’de cenaze törenleri hem beyazlar hem de zenciler için büyük önem taşırdı, dolayısıyla Yamalı’nm beyazlarla ilgili duygusal ölüm haberlerinden vazgeçebileceğim söylemesi pek çok beyazın tahammülünü aşan bir şeydi. Ve bu insanlar onun, dediğini yapacak kadar çılgın olduğunu bilirlerdi. Gazetenin bir sonraki sayısında, alfabe sırasına göre yazılmış ve ırk ayırımını ortadan kaldıran birçok ölüm ve cenaze töreni haberi vardı. Gazetenin tüm baskısı satıldı ve kısa bir kazanç dönemi yaşadılar. İflas çağrısı gönülsüzce yapıldı, sanki başka iflasların buna can SOM JÜRÎ ÜYESI 9 atarı gönüllüleri varmış gibi… Başı çeken Memphis’li bir tedarikçi oldu, ona 60.000 dolar borçlanmışlardı. Birçok alacaklıya altı aydır para ödenmemişti. Kırk yıllık bankaları olan Security Bank da kredi geri ödemesi istiyordu. Ben yeniydim ama söylentileri duymuştum. Sivri burunlu ayakkabılar giymiş bir cüce ön kapıdan girip Wilson Caudle’ı sorduğunda, Times’m ön odasında oturmuş, bir dergi okuyordum. “Bay Caudle cenaze evine gitti,” dedim. Kendini beğenmiş bir cüceydi bu.

Kalçasına, buruşuk lacivert blazerinin altına, insanların fark edebileceği şekilde bir silah takmıştı. Belki silah taşıma izni vardı ama, Ford ilçesinde, hele 1970’lerde kimsenin silaha ihtiyacı yoktu. Aslında silah ruhsatı isteyenlere iyi gözle bakılmazdı. Cüce elindeki zarfı havada sallayarak, “Bu kâğıtları ona vermek istiyordum,” dedi. Ona yardımcı olmaya pek hevesli değildim ama bir cüceye kaba davranmak da zordur. Hele de silahlıysa. “Bay Caudle cenaze evinde,” diye tekrarladım. “O halde bunu sana bırakayım,” dedi. Buraya geleli iki aydan az olmasına ve üniversiteyi Kuzeyde okumuş olmama rağmen birkaç şey öğrenmiştim. İnsanlara iyi kâğıtlar getirilmediğini biliyordum. İyi kâğıtlar postayla, kuryeyle ya da tamdık biriyle elden gönderilirdi. Ama bu şekilde getirilen bir kâğıt iyi olamazdı. Bu tür kâğıtlar sorun demekti ve onların bir parçası olmak istemezdim. Gözlerimi yere indirdim ve, “Ben onu alamam,” dedim. Doğanın yasaları cücelerin uysal, barışçı insanlar olmasını gerektirir, bu küçük adam da bu konuda bir İstisna değildi.

Kalçasmdaki silah bir kandırmacaydı. Sırıtarak etrafa bakındı, ama durumun umutsuz olduğunu biliyordu. Dramatik bir tavırla zarfı tekrar cebine atıp, “Cenaze evi nerde?” diye sordu. Ona cenaze evinin yerini tarif ettim ve cüce çıkıp gitti. Bir saat kadar sonra Yamalı elindeki kâğıtları sallayarak ve histerik bir tavırla bağırarak ofise girdi. O, “Bitti bu iş! Bitti artık!” diye bağırırken ben Zorunlu İflas Talebi kâğıdım elinden aldım. Sekreter Margaret Wright ile baskıcı Hardy arka taraftan gelip onu teselü etmeye çalıştılar. Yamalı, bir sandalyeye oturup dirseklerini dizle- 10 JOHN GRISHAM rirıe yasladı ve başını ellerinin arasına alıp acı içinde ağlamaya başladı. Kâğıdı diğerlerine okudum. Kâğıtta, Bay Caudle’m bir hafta sonra Oxford’da, mahkemede yargıç ve alacaklılar önüne çıkacağı yazıyordu, bir mutemet işleri düzene sokmaya çalışırken gazetenin baskıya devam edip etmeyeceğine karar verilecekti. Margaret ve Hardy, Bay Caudle’m durumundan çok, kaybedecekleri işlerini düşünüyorlardı kuşkusuz, yine de onun iki yanında durmuş, omuzlarına hafifçe vurarak teselli etmeye çalışıyorlardı. Ağlaması sona erince ayağa kalktı Yamalı, dudağını ısırdı ve, “Anneme söylemeliyim bunu,” dedi. Üçümüz birbirimize baktık. Bayan Emraa Caudle bu yaşamı yıllar önce terk etmişti ama zayıf kalbi ölümünü geciktirmek için çalışmayı sürdürüyordu. Yaşlı ve hasta kadın ona ne yedirdiklerini bile bilmiyor, hele Ford ilçesiyle ve gazeteyle hiç mi hiç ilgilenmiyordu.

Kadın görmüyor, işitmiyordu, kırk kilonun altına düşmüştü ve şimdi Yamalı gidip ona iflası anlatacağım söylüyordu bize. O anda onun da bizden uzaklarda olduğunu anladım. Yamalı yine biraz ağladı, sonra çıkıp gitti. Altı ay sonra onun ölüm haberini yazacaktım. Üniversite okumuş olduğum ve kâğıtları da elimde tuttuğum için, Hardy ile Margaret benden bir öğüt bekleyerek umut dolu gözlerle bana baktılar. Ben avukat değil, gazeteciydim, ama kâğıtları Caudle’larm avukatına götüreceğimi söyledim. Onun bize söyleyeceklerini yapacaktık. Hardy ile Margaret zoraki gülümseyerek işlerine döndüler. öğle saatinde Clanton’un zenci mahallesi Lowtown’da Quincy’nin dükkânına girip bir şeyler aldım, sonra da Spitfire arabama atlayıp gazladım. Şubat ayının sonuydu ama hava oldukça sıcaktı, onun için arabamın üstünü açtım ve göle doğru giderken yine, daha önce yaptığım gibi, Mississippi’nin küçük Ford kasabasında ne aradığımı sordum kendi kendime. BEÎM MEMPHIS’TE BÜYÜDÜM, Syracuse’de beş yıl boyunca gazetecilik okudum, ama bu uzun eğitim sürecinden sonra büyükannem üniversite masraflarımı ödemekten bıktı ve parayı kesti. SON JÜRI ÜYESI 11 Notlarım pek iyi sayılmazdı ve mezuniyetime yaklaşık bir buçuk yıl vardı. BeeBee’nin çok parası vardı ama harcamaktan nefret ederdi, beş yıl boyunca bana para harcamaktan bıkmıştı. Beni terk ettiğinde çok üzüldüm elbette, ama en azından ona şikâyet etmedim. Onun tek torunuydum ve malı mülkü sonuçta benim olacaktı.

Gazeteciliği baş ağrısıyla okudum. Syracuse’de ilk zamanlar Neıv York Times ya da Washington Post’ta araştırmacı gazeteci olarak çalışmak istiyordum. Çürümüşlüğü, çevre kirliliğini, jrönetimin boşa savurduğu paraları ve zayıflarla ezilenlerin uğradığı haksızlıkları ortaya çıkarıp dünyayı kurtaracaktım. Pulitzer ödülleri beni bekliyordu. Bir yıl kadar bu hayallerle yaşadıktan sonra bir yabancı gazeteciyle ilgili bir film izledim, adam savaş muhabirliği yaparak dünyayı dolaşıyor, güzel kadınlarla yaşıyor, yine de kendine ödül kazandıran haberler ve hikâyeler yazacak zamanı bulabiliyordu. Bu gazeteci sakallıydı, sekiz yabancı dil konuşabiliyor, savaş botları ve hiç buruşmayan asker pantolonları giyiyordu. O zaman böyle bir gazeteci olmaya karar verdim. Sakal bıraktım, botlar ve asker pantolonları satın aldım, Almanca öğrenmeye çalıştım ve güzel kızlarla çıkmaya başladım. Son sınıfa geçmeden önce, notlarım sürekli düşmeye başlarken, küçük bir kasaba gazetesinde çalışma fikri takıldı kafama. Bu fikre nereden kapıldığımı açıklayamam, ama Nick Diener’le tanışıp arkadaş olmam da o zamana rastlar. Nick Iııdiana kırsaimdandı ve ailesi onlarca yıldır başarılı bir kasaba gazetesi yayınlıyordu. Adamın çok güzel, küçük bir Alfa Romeo arabası ve çok parası vardı. Bir süre sonra onunla yakın arkadaş olduk. Nick parlak bir öğrenciydi ve pekâlâ tıp, hukuk ya da mühendislik de okuyabilirdi. Ama onun tek amacı Indiana’ya dönüp aile işini yürütmekti.

Bu beni şaşırtıyordu ama bir akşam onunla bir şeyler içerken, tirajı altı bin olan haftalık gazeteden babasının yılda ne kadar kazandığını söyleyince onu anladım. Arkadaşım gazetenin bir altın madeni olduğunu söylüyordu. Sadece yerel haberleri, nişan düğün törenlerini, kilise ayinlerini, spor olaylarını yazıyor, basketbol takımlarının resimlerini basıyor, birkaç yemek tarifi veriyor, ölüm haberlerini yayınlıyorlar ve pek çok reklam alıyorlardı. Belki biraz da politik haber veriyorlar, ama tartışmalara girmiyor- 12 JOHN GRISHAM lardı. iyi para kazanıyorlardı, babası bir milyonerdi Nick’in. Nick’e göre bu tür suya sabuna dokunmayan gazetecilik çok iyi para getiriyordu. Bu bana çok çekici geldi. Son yılım olması gereken ama ne yazık ki olmayan dördüncü senemde, yaz tatilinde, Arkansas’m Ozark Mountains bölgesinde küçük bir haftalık gazetede çalıştım. Ücret çok azdı ama iş bulup çalışmam BeeBee’yi etkilemişti. En azından yarısını benim yazdığım gazeteden her hafta bir tane gönderiyordum büyükanneme. Gazetenin sahibi/editörü/yayıncısı olan yaşlı ve iyi adam, 3’azı yazmayı seven bir muhabir bulduğu için çok seviniyordu. O da epeyce zengindi, Syracuse’de beş yıl geçirdikten sonra notlarım iyice berbatlaştı ve kuyu da kurudu. Memphis’e dönüp BeeBee’yi ziyarete gittim, yaptıkları için teşekkür ettim ve onu sevdiğimi söyledim, O da bana bir iş bulup çalışmamı söyledi. O dönemde Wilson Caudle’m kız kardeşi Memphis’te yaşıyordu ve bir süre sonra bir çay partisinde BeeBee ile tanıştı. Birkaç telefon konuşmasından sonra bavulumu topladım ve Yamalı’nm bent sabırsızlıkla beklediği Clanton, Mississippi’ye gittim.

Bir saatlik bir yönlendirmeden sonra adam beni Ford ilçesine salıverdi. Yamalı bir hafta sonraki gazetede resmimi de koyarak benim hakkımda güzel bir yazı yazdı ve Times’da staj 3’aptığımı belirtti. Bu yazı birinci sa3^fada çıktı. O günlerde verilecek fazla haber 3’oktu. Ama bu 3’azıda iki korkunç hata vardı ki yıllarca aklımdan çıkmadı bunlar. Birinci ve pek fazla ciddi olmayan hata, Syracuse’un, en azından Yamalıca göre, IV3′ League’e” girmiş olmas^dı. Sa3’iları gittikçe azalmaya başlayan okuyucularına, benim Syracuse’de Ivy League eğitimi aldığımı belirtİ3’ordu. Birisi bana bundan ancak bir ay sonra söz etti. Hakkımdaki yazıyı kimsenin okumadığına, daha da kötüsü, oktanların aptal olduğuna inanmaya başltyordum. Yazıdaki ikinci hata yaşamımı değiştirdi. Doğduğumda adımı Jo3>ner VVilliam Tre3mor koymuşlardı. On iki 3’aşıma basmca3’a kadar annemle babama hep bana neden Jo3mer adını koydukları- (*) Yale, Harvard, Columbia, Princeton, Dartmouth, Pennsylvania, Cornell ve Browrt gibi ünlü üniversitelerden oluşan grup – (ç.n.) SON JTJRÎ ÜYESI 13 nı sordum durdum, akıllı olmaları gereken iki insan bunu nasıl yapardı… Annem de babam da bunun sorumluluğunu almak istemiyorlardı, ama sonunda öğrendim ki, ebeveynimden biri, kavgalı oldukları ve zengin olduğu bilinen bir akrabaya zeytin dalı uzatmak amacıyla vermişti bu ismi bana. Adaşım olan adamla hiç karşılaşmadım.

Bana kalırsa o adam beş parasız öldü, ama ben Joyner adını ömrümün sonuna kadar taşımayı sürdürecektim. Syracuse’e yazıldığımda adım J. VVilliam’dı ve on sekiz yaşında bir genç için etkileyici bir isimdi bu. Fakat Vietnam savaşı, ayaklanmalar ve tüm sosyal çalkantılar J. VVilliam adının fazla ciddi olduğuna inandırdı beni ve böylece VVill oldum. Yamalı beni çeşitli zamanlarda W ili, VVilliam, Bili hatta Billy diye çağırırdı, ben de hepsine cevap verdiğim için daha sonra bana ne diyeceğini merak ederdim. Hakkımda yazı yazdığında, gülümseyen resmimin altına adım olarak VVillie Traynor yazmıştı Yamalı. Dehşete düşmüştüm. Birinin çıkıp da bana VVillie diye hitap etmesini hayal bile edemezdim. İlkokula Memphis’te, koleje New York’ta gittim ama VVillie adında birine hiç rastlamadım. Ben hanım evladı değildim. Bir Triumph Spitfıre arabam vardı ve saçlarım da uzundu. Syracuse’deki eski okul arkadaşlarıma ne derdim? BeeBee’ye ne sö}derdim? Dairemde iki gün saklandıktan sonra cesaretimi topladım ve gidip Yamalı’dan bu konuda bir şey yapmasını istemeye kadar verdim. Ne isteyeceğimi bilmiyordum elbette, ama o bir hata yapmıştı ve bunu düzeltmeliydi. Times’m idarehanesine girdim ve girer girmez de gazetenin spor editörü olan Davey Bigmouth Bass’la karşılaştım.

Adam bana bakıp, “Hey, güzel isimli çocuk,” dedi. Arkasından gidip onun ofisine girdim, ona akıl danışacaktım. “Adım VVillie değil benim,” dedim. “Ama şimdi öyle oldu.” “Benim adım VVill.” “Burada seviyorlar seni. Kuzeyden gelmiş, altında ithal malı spor bir araba olan uzun saçlı ve akıllı bir çocuksun. Aslında insanlar bu VVillie adının sana daha çok yakıştığını düşünecektir. Joe VVillie’yi düşünsene bir.” 14 JOHN GRıSHAM “Joe VVillie de kim?” “Joe Willie Namath.” “Haa, o mu!” “Evet, o da senin gibi bir Yankee, Pennsylvania ya da oralardan bir yerden işte, ama Alabama’ya gidince adım Joseph VVIlliam’dan Joe VVIllie’ye çevirdi. Kızlar hep arkasından koştu durdu.” O zaman kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Joe Namath 1970’te belki de ülkenin en ünlü atletiydi. Arabama atlayıp biraz dolaştım ve “VVillie” diye yeni adımı tekrarladım durdum.

Birkaç hafta sonra bu adı benimsemiştim. Herkes beni VVillie d.İ3^e çağırıyor ve kendini daha rahat hissediyordu, çünkü çok gerçekçi bir isimdi bu. BeeBee’ye bunun geçici bir takma ad olduğunu söyledim. TIMES ÇOK İNCE BİR GAZETEYDİ ve onun bir sorun yaşadığını hemen anlamıştım. Gazetede ölüm haberleri fazla, diğer haberler ve ilanlar azdı. Gazete çalışanlarının canları sıkkındı ama sessiz ve sadık kalarak çalışıyorlardı. 1970’te Ford kasabasında iş bulmak kolay değildi. Bir hafta sonra benim acemi gözlerim bile gazetenin zararına çalıştığını görmüştü. Ölüm haberleri bedavaydı, ama ilanlar paralıydı elbet. Yamalı, zamanının çoğunu karmakarışık ofisinde geçiriyor, arada bir kestiriyor ve cenaze evini arıyordu. Bazen de onu ararlardı. Bazen aileler bir büyüklerinin ölümünden birkaç saat sonra elle yazılmış uzun ölüm haberini gazeteye getirirler, Yamalı da onu alıp hemen masasına otururdu. Sonra yazıyı önüne alır ve uzun uzun düzeltmeler yapar, daha duygusal bir hale getirirdi. Yamalı bana, tüm kasabayı benim izleyeceğimi söylemişti.

Gazetenin Baggy Suggs adında bir genel muhabiri daha vardı, bu yaşlı keçi, zamanının çoğunu karşıdaki mahkeme binasında geçirir, çoğu zaman da artık çalışamayacak kadar yaşlı ve sarhoş olan eski avukatlarla birlikte kafa çekerdi. Çok geçmeden, Baggy’nin ilginç haberler peşinde koşamayacak kadar tembel olduğunu öğrenecektim, onun yazdığı ilk sayfa haberlerinin de basit tarla sınırı tartışmaları ya da karısını döven koca hikâyeleri olması çok doğaldı. Gazeteyi yöneten aslında, iyi bir Hıristiyan olan sekreter SON JÜRI ÜYESI 1 5 Margaret’ti, ama Yamalı’ya> onun patron olduğunu hissettirecek kadar akıllıydı kadın. Ellili yaşların başındaydı ve yirmi yıldır orada çalışıyordu. Kaya gibiydi, adeta gazetenin çapastydı ve Times onun etrafında dönüyordu. Margaret yumuşak sesle konuşan, adeta utangaç bir kadındı, Memphis’ten geldiğim ve beş yıl boyunca kuzeyde üniversiteye gittiğim için, ilk günden beri benden çekinirmiş gibi davranıyordu. Ona karşı asla kaba davranmıyordum ama Mississippi kırsalında yaşayan bu insanlara iyi eğitim görmüş olduğumu da göstermek istiyordum. Bir süre sonra Margaret’le dost olduk ve kadın bir hafta sonra bana, kuşkulandığım şeyin doğru, yani Bay Caudle’m gerçekten kaçık ve gazetenin de parasal sıkıntı içinde olduğunu söyledi. Ama söylediğine göre Caudle ailesinin parası vardı! Bu gizemi anlamam için yıllar geçmesi gerekti. Mississippi’de aile parasını zenginlikle karıştırmamak gerekir. Bunun nakit paraya da mal mülkle ilgisi yoktu. Aile parası, beyaz, en azından lise eğitimi görmüş, önünde verandası ve tercihan çevresinde pamuk ya da soya tarlaları olan büyük bir evde doğmuş, kısmen Bessie ya da Pearl adında sevgili bir siyah hizmetçi tarafından büyütülmüş, kısmen de bir zamanlar bu Bessie ya da Pearl’ün atalarının sahibi olan bunamış büyükbaba ve büyükanneler tarfmdan bakılmış ve doğumundan itibaren ayrıcalıklı bir insanın kesin toplumsal itibarım dinleye dinleye yetişmiş bir büyük tarafından kazanılmış bir toplumsal durum göstergesiydi. Toprakların ve banka fonlarının da yardımı oluyordu elbet, ama Mississippi aile parası statüsünü miras almış müflis soylularla doluydu. Aile parası kazanılmaz, insana doğduğu zaman verilirdi. Caudle’larm aile avukattyla konuştuğumda, adam bana kısaca onların aile parasının gerçek değerini söyledi.

“Hem fakir hem de beceriksizler,” dedi. Ben yıpranmış bir deri koltuğa gömülmüş, büyük, antika maun masasının üzerinden adamın yüzüne bakıyordum. Avukat, ünlü Sullivan & O’Hara avukatlık firmasının ortağıydı. Ford kasabası için ünlü bir firmaydı bu, çalışan yedi avukatı vardı. Avukat iflas talebini incelerken bir yandan da bana Caudle ailesiyle ilgili bir sürü şey anlattı, bir zamanlar sahip oldukları parayı nasıl çarçur ettiklerinden, iyi, kazançlı bir gazeteyi na- 16 JOHN GRıSHAM sil bu hale getirdiklerinden söz etti. Otuz )aldır onların avukatıydı. Times’ı Bayan Emma’nm yönettiği yıllarda gazetenin beş bin abonesi vardı ve sayfalan ilanlarla dolu olurdu. Yaşlı kadının, Security Bankası’nda, kötü günler için tuttuğu 500.000 dolarlık yatırını fonu vardı. Bayaıı Emma’nm kocası ölmüş ve kadın, kendinden yirmi yaş genç bir alkolikle evlenmişti. Adam ayık olduğu zamanlar kendini yan aydın bir şair ve deneme yazarı sanıyordu. Bayan Emma kocasını çok seviyordu ve onu ikinci editör yapmıştı, adam da bu pozisyonundan yararlanıp Ford kasabasında hareket eden her şeyi kırıp geçiren uzun makaleler yazmaya başlamıştı. Bu da sonun başlangıcı olmuştu. Yamalı ile üvey baba birbirlerini hiç sevmezlerdi ve anlaşmazlıkları bir gün, Clanton tarihinin en renkli yumruklaşmasıyla doruğa çıktı. Kasaba meydanında, gazete idarehanesinin önünde, şaşkın bir kalabalığın karşısında kapıştılar.

Kasaba sakinleri, Yamalı1 nm zaten sakat olan beyninin o gün daha çok zarar gördüğüne inanıyorlardı. Yamalı bir süre sonra ölüm haberlerinden başka bir şey yazmaz oldu. Üvey baba kadının parasını alıp kaçtı ve kalbi kırılan Bayan Emma da inzivaya çekildi. Bay Sullivan, “Bir zamanlar çok iyi gazeteydi Times,” dedi. “Ama bir de şimdiki haline bak. Abone sayısı bin iki yüzün altında ve bir sürü borcu var. İflasta.” “Mahkeme ne karar verecek acaba?” diye sordum. “Onu satın alacak birini arayacaklardır.” “Satın alacak birini mi?” “Evet, biri çıkıp satın alır o gazeteyi. Kasabanın bir gazeteye ihtiyacı var.” Aklıma hemen iki kişi geldi – Nick Diener ve BeeBee. Nick’in ailesi kendi kasaba gazetesiyle zengin olmuştu. BeeBee’nin zaten çok parası ve bir tek sevdiği torunu vardı. Önüme çıkan fırsatı düşününce kalp atışlarım hızlandı.

Bay Sullivan bana bakıyor ve hiç kuşkusuz ne düşündüğümü biliyordu. “Gazete iyi bir fiyata alınabilir,” dedi. Büyükannesi sert bir kadın olan yirmi üç yaşındaki acemi bir muhabirin kendine güveniyle, “Ne kadara örneğin?” diye sordum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir