John Kenndy Toole – Aliklar Birligi

Üçüncü okuyuşumda beni ilkinden de çok şaşırtan bu romanı tanıtmanın en iyi yolu, onunla ilk karşılaşmamı anlatmak belki de. 1976 yılında Loyola’da ders verirken bir hanım beni birkaç kez aradı. Akıl almaz bir şey öneriyordu. Bir romanın bir-iki bölümünü yazdığını, ya da dersimi dinlemek istediğini söylemiyordu. Artık yaşamayan oğlu, altmışlı yılların başında bir roman yazmıştı ve kadın bu büyük romanı okumamı istiyordu. “Neden okuyayım,” diye sordum. “Çünkü olağanüstü bir yapıt,” dedi. Yıllar bana, istemeyeceğim şeylerden nasıl kurtulacağımı çok iyi öğretmişti. Yapmak istemediğim şeylerden biri de kesinlikle buydu: Ölmüş bir romancının annesiyle uğraşmak, daha da kötüsü olağanüstü olduğunu söylediği, üstelik elle yazılmış, fena halde kirli, güçlükle okunabilen bir müsveddeyi okumak. Ama hanım kararlıydı; çalışma odama girmiş, kalın dosyayı bana uzatmıştı bile. Bundan kurtulmanın yolu yoktu; geriye tek bir umut kalıyordu: Birkaç sayfa okuduktan sonra gerçekten kötü olduğunu görüp hiçbir vicdan azabı duymaksızın elimden bırakmak: Genellikle böyle yapardım. Gerçekten de ilk paragraf çoğunlukla vazgeçmeme yeterdi. Tek korkum, elimdekinin yeterince kötü olmaması, ya da beni ancak okumayı sürdürmek zorunda bırakacak kadar iyi olmasıydı. Bu elyazmasını okudum. Okudum.


Başlarda bırakacak kadar kötü olmadığı için canım sıkılarak, sonra içimde kımıldanmaya başlayan bir ilgiyle, daha sonra artan bir heyecanla, en sonunda da şaşkınlıkla; bu kadar iyi olması kesinlikle olanaksızdı. Başlangıçta beni şaşırtan, gülümseten, kahkahalarla güldüren, başımı inanmazlıkla sallamama yol açan şeyin ne olduğunu söyleme dürtüsüne karşı koyacağım. En iyisi okur bunu kendisi bulsun. Ignatius Reilly, okuduğum hiçbir kitapta benzerine rastlamadığım bu kişilik karşımda işte: İnanılmayacak kadar kılıksız, çılgın bir Oliver Hardy, şişman bir Don Kişot, aksi huylu bir Thomas Aquinas karışımı. Modern çağın her şeyine şiddetle karşı çıkan, zamanının çoğunu New Orleans’ın Constantinople Caddesi’ndeki evin arka odasında pazen pijamasıyla geçiren, ancak bir devden çıkabilecek geğirtilerle yellenmeler arasında Büyük Şef marka düzinelerce kâğıdı ağır sövgülerle dolduran Ignatius J. Reilly. Annesi oğlunun çalışması konusunda ısrarcı. Ignatius gerçekten de birçok işe girip çıkıyor. Girdiği her işi kısa sürede çılgınca bir serüvene, gerçek bir felakete dönüştürüyor; öte yandan bütün olup bitenlerin kendi içinde, tıpkı Don Kişot’ta olduğu gibi uğursuz bir mantığı var. Kız arkadaşı, Bronx’lu Myrna Minkoff, onun gereksindiği şeyin cinsellik olduğuna inanıyor. Myrna ile Ignatius arasında yaşananlara bugüne kadar okuduğum hiçbir aşk romanında rastlamadım. Toole’un romanının kesinlikle küçümsenemeyecek niteliklerinden biri de New Orleans’ı –New Orleans’ın arka sokaklarını, sapa mahallelerini, tuhaf konuşma tarzını ve beyaz yerlilerini– tanımlayışındaki ustalık; Rastus’un halk ozanlığını hiç çağrıştırmadan, o alabildiğine zeki ve cin fikirli, son derece komik zencideyse neredeyse olanaksızı başarmış. Ama Toole’un büyük başarısı Ignatius J. Reilly’nin kendisi, Gargantua’vari şiş göbeği, gökgürültüsünü andıran geğirtileri, ansızın patlayan öfkesi, hakaretleri, herkese –Freud’a, eşcinsellere, eşcinsel olmayanlara, Protestanlara, çağın her türlü aşırılıklarına karşı açtığı tek kişilik savaşla okuru kızdırabilecek, beleşçi, kaytarıcı, obur biri, bir aydın, bir ideolog. Bozulmuş bir Aquinas düşleyin; New Orleans’a yerleşiyor, bataklıklardan geçerek Baton Rouge’daki Louisiana Eyalet Üniversitesi’ne çılgın gibi dalıyor, bir mamuta yaraşan mide ve bağırsak sorunlarını çözmek için fakültenin erkekler tuvaletinde otururken eski püskü ceketini çaldırıyor.

Midesinde, çağdaş dünyadaki ‘geometri ve dinbilim’ yoksulluğuna tepki olarak sık sık kapanan bir supabı var. Komedi sözcüğünü kullanmakta duraksıyorum –bir komedi olmasına karşın– çünkü akla yalnızca komik bir kitabı getiriyor, oysa bu roman bundan çok daha fazla bir şey. Falstaff boyutlarında yetkin, gurultulu bir fars demek, yapıtı daha iyi tanımlayacak. Commedia dersem biraz daha yaklaşmış olurum. Aynı zamanda hüzünlü de. Bu hüznün nereden kaynaklandığını insan tam olarak çıkartamıyor – Ignatius’un büyük, gazlı öfkelerinin ve çılgın serüvenlerinin altında yatan acıdan, ya da kitaba eşlik eden trajediden belki. Kitabın trajedisi, yazarının trajedisi; 1969 yılında otuz iki yaşındayken canına kıyması. Bir başka acıklı yansa, yeni yapıtların bizden esirgenmesi. John Kennedy Toole’un sağ ve yazmayı sürdürüyor olmaması büyük bir kayıp. Ne yazık ki bunu değiştirmek için yapabileceğimiz hiçbir şey yok; tek avuntumuz en azından bu kapsamlı, çok sesli, insanca traji-komediyi okur dünyasına kazandırmış olmak. WALKER PERCY New Orleans kentinin, daha çok kent merkezinde, özellikle Üçüncü Alman ve İrlanda bölgelerinde yaygın olan, özel bir vurgusu vardır. Bunu, Manhattan’da artık kalmamış olan Al Smith ses tonunun, sığındığı Jersey City’nin Hoboken ve Long Island’ın Astoria vurgusundan ayırt etmek güçtür. Nedeni, tahmin edebileceğiniz gibi, vurguyu Manhattan’a getiren ırkların aynı şeyi New Orleans’a da taşımış olmalarıdır. * “Bu konuda çok haklısın. Bizler Akdenizliyiz.

Yunanistan ya da İtalya’ya hiç gitmedim, ama oralara ayak basar basmaz kendimi ülkemde hissedeceğimden eminim.” O da öyle hissederdi, diye düşündüm. Liman kentleri kara kentlerinden çok birbirlerini andırırlar; New Orleans, New York’a değil, Cenova’ya ya da Marsilya’ya, Beyrut ya da İskenderiye’ye benzer. Havana ve Port-au-Prince gibi New Orleans da Kuzey Atlantik’e asla değmeyen bir Helen dünyasının yörüngesi üzerindedir. Akdeniz, Karayip ve Meksika Körfezi kesintili ancak türdeş bir deniz oluştururlar. A. J. Liebling, LOUISIANA KONTU Bir Etli, balon bir kafanın tepesine sımsıkı geçirilmiş yeşil avcı kasketi. Kasketin iri kulaklar, berber eli değmemiş saçlar, o kulaklardan fışkıran ince tüylerle dolu yeşil kulaklıkları, aynı anda iki yönü gösteren dönüş işaretleri gibi iki yanda havaya dikilmiş. Siyah, fırça gibi bıyığın altından dolgun, torba gibi büzülmüş dudakları dışarı fırlıyor, ağzının iki yanındaki beğenmezlikle ve cips kırıntılarıyla dolu küçük kıvrımlarda son buluyor. Ignatius J. Reilly’nin, kasketin yeşil siperliğinin gölgesinde kalan mavi-sarı gözleri D.H. Holmes alışveriş merkezinin önünde bekleşen insanları tepeden süzüyor, zevksiz giyim işaretleri arıyordu. Giysilerin çoğu, beğeni ve inceliğe karşı işlenmiş bir suç sayılabilecek kadar yeni ve pahalıydı.

Bir insanın yeni ya da pahalı bir şeye sahip olması, dinbilimden de geometriden de habersiz olduğunun kanıtıydı; o insanın ruhuyla ilgili kuşkular bile uyandırabiliyordu. Ignatius’un kendisiyse rahat ve makul şeyler giymişti. Avcı kasketi başını sıcak tutuyordu. Alabildiğine bol, tüvit pantolonu dayanıklıydı, rahatça hareket etmesine elveriyordu. Pantolonun kıvrımlarında, kuytu köşelerinde Ignatius’u sakinleştiren, ılık, bayat havayla dolu bir sürü boşluk vardı. Kareli, pazen gömleği ceket giymesini gerektirmiyor, boynuna doladığı atkıyla kulaklığı yakanın arasından görünen tenini soğuktan koruyordu. Kılığı bütün dinbilim ve geometri ölçütlerine uygundu –bu ölçütler her ne kadar belirsizse de– üstelik zengin iç dünyasını da yansıtıyordu. O hantal, fil gibi haliyle ağırlığını bir kalçasından ötekine aktaran Ignatius’un eti, tüvit kumaş ile pazenin altında, düğmelere ve dikiş yerlerine çarparak kırılan sayısız dalgacık oluşturdu. Duruşunu değiştirdikten sonra, annesini beklediği o uzun süre boyunca derin derin düşündü. Önce, hissetmeye başladığı rahatsızlığı düşündü. Sanki bütün varlığı iyice şişmişti de süet botlarını patlatmaya hazırdı; Ignatius bu patlamayı kaçırmamak istercesine dünyada bir eşi daha bulunmayan gözlerini ayaklarına dikti. Ayakları gerçekten de fena halde şişmiş gibiydi. Ignatius bu şiş botları, düşüncesizliğinin kanıtı olarak annesine gösterecekti. Başını kaldırıp bakınca güneşin Kanal Caddesi’nin sonundaki Mississippi’ye doğru iyice alçalmış olduğunu gördü. Holmes’un saati neredeyse beşi gösteriyordu.

Ignatius annesini pişman edecek, en azından aklını karıştıracak, özenle dillendirilmiş birkaç suçlamayı şimdiden hazırlamıştı bile. Kadına sık sık haddini bildirmek zorunda kalıyordu. Kent merkezine annesinin kullandığı eski Plymouth ile gelmişlerdi; kadın romatizmasını doktora gösterirken Ignatius da Werlein mağazasından trompeti için birkaç nota kâğıdıyla lavtası için yeni bir tel almıştı. Sonra yeni oyun makinelerinin getirilip getirilmediğini görmek için Royal Caddesi’ndeki Penny Çarşısı’na gitmişti. Küçük beyzbol makinesinin yerinde olmadığını görünce düş kırıklığına uğradı. Belki de sadece tamire götürmüşlerdir, diye düşündü. Makineyle son oynadığında topa vuran oyuncu çalışmamış, salonun yöneticisi de Ignatius’la bir süre tartıştıktan sonra makineye attığı bozukluğu geri vermeyi kabul etmişti; öte yandan Penny Çarşısı’ndakiler makineyi tekmeleye tekmeleye Ignatius’un bozduğunu iddia edecek kadar alçak tiplerdi. Düşüncelerini beyzbol makinesinin başına gelenlerde yoğunlaştıran Ignatius kendisini Kanal Caddesi’nin fiziksel gerçekliğinden de, çevresindeki insanlardan da soyutladığı için D.H. Holmes’un sütunlarından birinin ardına sinmiş, büyük bir açlıkla onu süzen bir çift gözü ayrımsamadı; umut ve istekle parlıyordu bu acılı gözler. Makinenin burada, New Orleans’ta onarılması mümkün müydü acaba? Büyük bir olasılıkla evet. Öte yandan, Ignatius’un adlarını usta tamircilerle ve sürekli duman püskürten fabrika bacalarıyla özdeşleştirdiği Milwaukee ya da Şikago gibi bir yere gönderilmiş de olabilirdi. Makineyi taşırken gereken özeni göstermişlerdir umarım, dedi içinden. Nakliyecilerden gelen tazminat istemleriyle demiryollarını batırmaya kararlı olan, kaba demiryolu işçilerinin küçük oyunculardan birini sakatlamamış, kırmamış olmasını diliyordu; Ignatius demiryolu işçilerinin er geç greve gideceklerinden ve Illionis Demiryolları’nı batıracaklarından emindi. Tam küçük beyzbol oyununun insanlığa sağladığı zevkleri düşünüyordu ki, bir çift hüzünlü ve obur göz, kocaman bir tankeri hedef almış bir torpido gibi kalabalığı yararak ona doğru yaklaştı.

Polis memuru, nota kâğıtlarının bulunduğu torbaya yapıştı. “Kimliğiniz var mı, bayım?” diye sordu memur, Ignatius’un resmen kimliksiz olduğunu uman bir sesle. “Ne?” Ignatius ancak omzuna gelen mavi kepin üzerindeki rozete baktı. “Kimsiniz siz?” “Ehliyetinizi görebilir miyim?” “Ben araba kullanmam. Lütfen kibarca çekilip gider misiniz? Burada annemi bekliyorum.” “Çantadan sarkan o şey de ne?” “Ne sandın sersem? Lavtam için tel elbette.” “O da nedir?” Polis biraz geri çekildi. “Sen bu şehirde mi oturuyordun?” “Bu kent çağdaş dünyanın ahlaksızlık başkentiyken polisin beni rahatsız etmekten başka yapacak işi yok mu?” Ignatius mağazanın önündeki kalabalığa doğru bağırarak konuşmuştu. “Bu kent kumarbazları, fahişeleri, teşhircileri, İsa karşıtları, alkolikleri, eşcinselleri, uyuşturucu bağımlıları, tapınmacıları, sapıkları, açık saçık film oynatıcıları, dolandırıcıları, yaşlı orospuları, kamuya açık yerleri kirletenleri ve sevici kadınlarıyla ünlüdür; hepsi de verdikleri rüşvetlerle gayet güzel korunurlar. Zamanınız varsa sizinle suç sorunu üzerinde derinleşmek isterim, ama sakın beni rahatsız etme hatasına düşmeyin.” Polis memuru Ignatius’u kolundan yakaladığı anda nota kâğıtlarını kafasına yedi. Paketten sarkan lavta teli kulağına kırbaç gibi inmişti. “Hey!” dedi polis. “Al sana!” diye haykırdı Ignatius, olayı fark edenlerin oluşturduğu halkayı göz ucuyla süzerek. Bayan Reilly, D.

H. Holmes’un fırın bölümündeydi; anaç göğsünü acıbadem kurabiyelerinin durduğu cam kutuya yaslamıştı. Oğlunun kocaman, sararmış donlarını yıllardır ovmaktan üzerinde yaralar açılmış parmaklarından birini, satıcı kadının dikkatini çekmek için cam kutunun üzerinde tıklattı. “Bayan Inez,” diye seslendi; New Jersey’nin güneyini, Meksika Körfezi yakınlarındaki Hoboken’i burada, New Orleans’ta yaşatan vurgusuyla. “Bakar mısın, canım?” “Ha, ne var ne yok?” diye sordu Bayan Inez. “Nassın güzelim?” “Pek iyi sayılmam,” diye yanıtladı Bayan Reilly açıksözlülükle. “Çok yazık.” Bayan Inez cam kutunun üzerine abandı; kurabiyeleri unutmuştu. “Ben de pek iyi sayılmam. Ayaklarım çok kötü.” “Tanrım, keşkem senin kadar şanslı olaydım. Dirseğimde rumatizma var.” “Demee!” Bayan Inez gerçekten acımıştı. “Zavallı yaşlı babamda da vardı. Onu fukur fukur kaynar suyla dolu küvete sokardık.

” “Benim oğlan bütün gün evdeki küvette yüzüp durur. Kendi banyoma giremez oldum.” “Oğlunun evli olduğunu sanıyodum.” “Ignatius mu? Hadi canım,” dedi Bayan Reilly üzgün üzgün. “Datlım, şu leziz şeylerden iki düzine versene bana.” “Ama onun evli olduğunu sanıyodum.” Bayan Inez bir yandan konuşurken bir yandan da kurabiyeleri bir kutuya dolduruyordu. “En küçük bir niyeti bilem yok. Kız arkıdaşı çekip gitti.” “Neyse canım, daha çok genç.” “Haklısın.” Bayan Reilly konuya duyduğu ilgiyi yitirmişti. “Baksana, yarım düzine de şaraplı kurabiye versene. Evde kurabiye kalmayınca Ignatius edepsizleşir.” “Seninki kurabiyeyi çok seviyo desene?” “Tanrım, bu dirsek beni öldürücek,” dedi Bayan Reilly.

Avcı kasketi, insan halkasının bu yeşil renkli odak noktası, mağazanın önünde toplanan kalabalığın tam ortasında bir inip bir kalkıyordu. “Belediye Başkanı’nı arayacağım,” diye bağırdı Ignatius. “Çocuğu rahat bırak,” diye seslendi biri. “Git de Bourbon Caddesi’ndeki çıplakları yakala,” diye ekledi yaşlı bir adam. “İyi bi çucuk bu. Burda durmuş anacığını bekliyo.” “Teşekkür ederim,” dedi Ignatius; kibirli. “Hepinizin bu haksızlığa tanıklık edeceğini umuyorum.” “Baksana sen; benimle geliyosun,” dedi polis, giderek azalan bir özgüvenle. Kalabalık gitgide bir gösteri kalabalığına dönüşmekteydi; görünürde bir tek trafik polisi bile yoktu üstelik. “Hadi, karakola gidiyoruz.” “İyi bi çucuğun D.H. Holmes’un önünde anacığını beklemeye bilem hakkı yok mu?” Konuşan yine o yaşlı adamdı. “Kulak verin, ey ahali.

Bu şehir iyice bozuldu. Bütün suç komonislerde.” “Bana komonis mi diyosun sen?” diye sordu polis; kırbaç gibi inen lavta telinden korunmaya çalışarak. “Seni de götürüyorum. Ağzından çıkanı kulağın duysun.” “Beni dutuklayamassın,” diye haykırdı yaşlı adam. “Ben New Orleans Eğlence Müdürü’nün desteklediği Altın Çağ Kulübü’nün üyesiyim.” “Yaşlı adamı rahat bıraksana, pis polis,” diye haykırdı bir kadın. “Baksana, yaşlı biri o! Torunları bilem vardır.” “Doğru,” dedi yaşlı adam. “Rahibelerden ders alan altı dane torunum var benim. Hepsi de cin gibi çucuklar.” Ignatius insan kalabalığının üstünden bakınca, annesinin mağazadan çıktığını, fırından aldığı, beton kalıplara benzeyen paketleri güçlükle taşıyarak yaklaştığını gördü. “Anne!” diye seslendi. “Biraz daha geç kalamaz mıydın? Baksana, nasıl yakalandım!” İnsanları yararak ilerleyen Bayan Reilly, “Ignatius!” diye bağırdı.

“Neler oluyo burda? Yine n’aptın? Hey, çek ellerini oğlumdan!” “Ona dokunmuyorum ki, bayan,” dedi polis. “Bu sizin oğlunuz mu?” Bayan Reilly vınlayan lavta telini Ignatius’un elinden çekip aldı. “Elbette oğluyum,” dedi Ignatius. “Bana duyduğu sevgiyi göremiyor musunuz? “Kadın oğlunu seviyo,” dedi yaşlı adam. “Zavallı oğluma ne yapmaya çalışıyosun?” diye sordu Bayan Reilly polise. Ignatius kocaman pençelerinden biriyle annesinin kınalı saçlarını okşadı. “Bu şehirde bin türlü insan elini golunu sallayaraktan dolaşırken kalkmış zavallı çocukları yakalıyosun. Ne geçecek ki eline? Anacığını bekliyo, polisse onu dutuklamaya kalkışıyo.” “Tam da Sivil Özgürlükler Birliği’ni ilgilendirecek bir durum,” dedi Ignatius, annesinin düşük omuzlarını pençesiyle okşarken. “Myrna Minkoff’a, yitik aşkıma haber vermeliyiz. O bu tür şeylerden iyi anlar.” “Hep şu komonisler,” diye araya girdi yaşlı adam. “Kaç yaşında?” diye sordu Bayan Reilly’ye. “Otuz yaşındayım,” dedi Ignatius lütfedercesine. “İşin var mı?” “Ignatius’un evde bana yardım etmesi gerekiyor,” dedi Bayan Reilly.

İlk gözüpekliğinden eser kalmamıştı; lavta telini kurabiye kutusunun üzerindeki ipe dolamaya çalışıyordu. “Korkunç rumatizmam var da.” “Toz filan alıyorum,” diyerek araya girdi Ignatius. “Bunun dışında, yüzyılımızı suçlayan uzun bir eser kaleme almaktayım. Edebiyat çalışmalarımdan yorulunca işime ara verir, peynir suflesi yaparım. “Ignatius nefiz peynir suflesi yapar,” dedi Bayan Reilly. “Afferim ona,” dedi yaşlı adam. “Şimdiki gençler aylak aylak gezmekten başka bişi yapmıyolar.” “Sen çeneni kapasana,” dedi polis. “Ignatius…” dedi Bayan Reilly titrek bir sesle. “N’aptın oğlum?” “Aslını ararsan anne, her şeyi o başlattı,” dedi Ignatius, nota kâğıtlarının durduğu torbayı polise doğru sallayarak. “Burada durmuş, doktorun sana iyi haberler vermesi için dua ediyordum.” Bayan Reilly polise döndü: “Şu yaşlı herifi alıp götür buradan. Baksana adam belasını arıyo. Onun gibilerin sokakta dolaşmasını yasaklamalı.

” “Polislerin hepsi komonis,” dedi yaşlı adam. “Sana susmanı söylemedim mi?” diye bağırdı polis öfkeyle. “Her gece dizlerimin üzerine çöküp polis bizi koruduğu için Tanrıya şükrediyorum,” dedi Bayan Reilly kalabalığa doğru. “Onlar olmasa hepimiz ölürdük. Boyunlarımız bi kulaktan ötekine kadar kesilmiş, yataklarımızda yatıyo olurduk.” “Haklısın kızım,” dedi bir kadın. “Hadi, polis teşkilatı için hep birlikte dua edelim,” dedi Bayan Reilly; artık doğrudan kalabalığa sesleniyordu. Ignatius annesinin omuzlarını heyecanla okşuyor, onu yüreklendirmek için kulağına bir şeyler fısıldıyordu. “Bi komonis için dua eder miydiniz?” Pek çok ses öfkeyle yanıtladı: “Hayır!” Biri yaşlı adamı itekledi. “Çok doğru, bağyan,” diye bağırdı yaşlı adam. “Oğlunuzu dutuklamaya kalkıştı. Tıpkı Rusya’daki gibi. Pis komonisler!” “Hadi yürü,” dedi polis yaşlı adama. Paltosunu sertçe kavradı. “Aman Tanrım,” dedi Ignatius, ufak tefek polisin yaşlı adamı zapt etmek için harcadığı çabayı görünce.

“Sinirlerim altüst oldu.” “İmdat!” Yaşlı adam kalabalıktan yardım istiyordu. “Bu bi el koyma olayı. Anayasa çiğneniyo!” “Bu adam deli, Ignatius,” dedi Bayan Reilly. “En iyisi hemen sıvışalım.” Kalabalığa döndü: “Kaçın millet! Hepinizi öldürmeye kalkışabilir. Bence asıl komanis kendisi.” “Abartmana gerek yok, anne,” dedi Ignatius. Çil yavrusu gibi dağılan güruhu yararak hızla Kanal Caddesi’nden aşağı koşmaya başladılar. Ignatius geriye bakınca bodur polisle yaşlı adamın saatin altında boğuştuklarını gördü. “Lütfen biraz yavaşlar mısın? Kalbim acı çığlıklar atıyor.” “Aman, kapa çeneni. Ben sankim kendimi çok mu iyi hissediyorum? Bu yaşta sokaklarda böyle koşturmam hiç doğru diil.” “Kalp her yaşta önemlidir, anne.” “Senin kalbinde hiç bi sorun yok.

” “Biraz yavaşlamazsak her an bir sorun çıkabilir.” Tüvit pantolon, yuvarlana yuvarlana ilerleyen Ignatius’un kocaman butlarının çevresinde dalgalandı. “Lavtamın teli sende mi?” Bayan Reilly onu çekerek köşeyi döndü; Bourbon Caddesi’ne saptılar, Fransız Mahallesi’ne doğru ilerlemeye başladılar. “O polis memuru neden musallat oldu, oğlum?” “Hiçbir fikrim yok. Ama o yaşlı faşisti yola getirdikten sonra yeniden peşimize düşeceğinden eminim.” “Öyle mi dersin?” dedi Bayan Reilly, sinirli. “Bana kalırsa öyle. Beni tutuklamaya kararlı görünüyor. Her gün belirli sayıda insanı tutuklamak zorunda filan olmalı. Elinden bu kadar kolay kurtulmama izin vermeyecektir.” “Ne korkunç! Adın gastelere geçicek. Ne büyük bi utanç! Beni beklerken mutlaka yanlış bişi yapmış olmalısın. Seni tanırım oğlum.” “Dünyada burnunu başkasının işine sokmayan biri varsa, o da benim,” dedi Ignatius soluk soluğa. “Lütfen duralım.

Galiba bir iç kanama geçirmek üzereyim.” “Peki.” Oğlunun kızarmış yüzüne bakan Bayan Reilly, sırf dediğini kanıtlamak için büyük bir mutlulukla ayaklarının dibine yıkılıvereceğini anladı. Daha önce de yapmıştı bunu. Onu pazar ayininde kendisine eşlik etmesi için son zorlayışında, Ignatius, kiliseye giden yolda iki kez, ayin sırasında da bir kez kilisedeki tahta sıradan düşerek annesini rezil etmişti. “Hadi, şuraya gidip biraz oturalım.” Kurabiye kutularından biriyle oğlanı Neşeli Gece Barı’nın kapısından içeri itti. Viski ve izmarit kokan karanlıkta iki tabure bulup üzerine tünediler. Bayan Reilly kutuları tezgâhın üzerine yerleştirirken Ignatius geniş burun deliklerini iyice açarak, “Anne, burası çok kötü kokuyor,” dedi. “Midem çalkalanmaya başladı.” “Sokağa geri dönmek mi istiyosun? Polisin seni deliğe tıkasını mı istiyosun?” Ignatius karşılık vermedi; burnundan sesler çıkararak havayı kokluyor, yüzünü buruşturuyordu. Bir süredir onları izleyen barmen gölgelerin içinden şakacı bir sesle seslendi: “Buyrun?” “Ben bir kahve rica ediyorum,” dedi Ignatius, gururla. “Sıcak, sütlü bir Çikori lütfen.” “Yalnız hazır kahvemiz var,” dedi barmen. “Onu ağzıma bile sürmem,” dedi Ignatius annesine.

“İğrenç bir şey.” “Eh, bi bira iç Ignatius. Seni öldürmez.” “Ama şişirir.” “Ben bi Dixie 45 alayım,” dedi Bayan Reilly barmene. “Peki ya beyefendi?” diye sordu barmen, alaycı bir sesle. “Kendileri ne arzu ederler acaba?” “Ona da bi Dixie verin.” “Kesinlikle olmaz,” dedi Ignatius, barmen biraları açmaya giderken. “Burda bedavadan oturamayız, Ignatius.” “Neden oturamayacak mışız? Tek müşteri biziz. Burada olduğumuz için sevinmeliler.” Bayan Reilly oğlunu dürterek, “Geceleri burda striptiz filan da vardır herhalde,” dedi. “Herhalde,” dedi Ignatius soğukça. Oldukça mutsuz görünüyordu. “Keşke başka bir yere gitseydik.

Polis burayı her an basabilir.” Sesli sesli esnedi, boğazını temizledi. “Neyse ki bıyığım bu pis kokunun bir kısmını süzüyor. Koku alma organlarım hoşnutsuzluk sinyalleri göndermeye başladılar bile.” Karanlıklardan gelen cam şıngırtıları, soğutucu kapağının açılıp kapandığını belirten sesler arasında geçen uzunca bir süreden sonra barmen göründü; biralarını getirip önlerine koydu; az kaldı Ignatius’unkini üzerine deviriyordu. Neşeli Gece Barı’nda Reilly ailesine istenmeyen müşterilere yapılan muamele yapılıyor, kötünün kötüsü bir hizmet sunuluyordu. “Acaba soğuk bir Dr. Nut bulunur mu sizde?” diye sordu Ignatius. “Hayır.” “Oğlum Dr. Nut’a bayılır,” diye açıkladı Bayan Reilly. “Dr. Nut’ları hep kasaynan alırım. Bazen bir oturuşta iki-üç tanesini peş peşe devirir.” “Bu konunun bu adamı fazla ilgilendirdiğini sanmıyorum, anne,” dedi Ignatius.

“O kasketi çıkarmak istemez miydin?” diye sordu barmen. “Hayır istemezdim!” diye gürledi Ignatius. “Burası epeyce serin.” Barmen, “Nasıl istersen,” dedikten sonra barın öteki ucundaki gölgelerin içine çekildi. “Hey Tanrım!” “Sakinleş,” dedi annesi. Ignatius kasketinin, annesinin tarafındaki kulaklığını havaya kaldırdı. “Böylece sesini duyurmak için kendini zorlaman gerekmeyecek. Doktor dirseğin için ne dedi?” “Masac yapılması gerekiyormuş.” “Sana masaj yapmamı beklemiyorsundur herhalde. İnsanlara dokunmak konusunda neler hissettiğimi bilirsin.” “Bana elden geldiğince suğuktan kaçınmamı tembihledi.” “Araba kullanmayı bilseydim sana daha çok yardımcı olabilirdim.” “Ay, hiç önemli diil datlım.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir