Bir arkadaşım zamanında uyarmış, “gel şu kitabın adını SSCB’de sosyalizmin çözülüşü üzerine anti-tezler yapalım” demişti. Gerek görmemiş, “Sovyetler Birliği’nin çözülüşü…”nün yeterince açıklayıcı olduğunu düşünmüştüm. Sosyalizm olmadan Sovyetler Birliği olamazdı bana göre… Büyük konuşmamak gerekiyormuş. Yeni baskı için önsöz hazırladığım sırada, Rusya Federasyonu parlamentosu Duma’da beş üye, son Sovyet lideri Mihayil Garbaçov’un yargılanması için girişimde bulunuverdi. “Gorbi”, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sorumlu tutuluyor ve halkın birliğin korunması doğrultusundaki iradesine karşı çıkmakla suçlanıyordu. Garbaçov’un çözülüşteki rolünü zaten biliyoruz. Ama, beş Duma üyesinin başvurusu bize bir başka konuda kanıt sunuyor. İtham ettikleri kişiyle ilgili değil de, Sovyet sosyalizminin başına gelenlere dair… Sormak gerekiyor, 1991 yılında işlenen büyük günah, Sovyetler Birliği’nin dağılması mıdır? Duma’daki beş milletvekili öyle düşünüyor olmalı. Başka türlü herhalde yan yana gelmezlerdi. Birine kabaca faşist diyebiliriz, ikisi Putinci, geri kalanı da komünist partisi üyesi! Ortak paydaları da, temel kaygıları da sosyalizm değil, Sovyetler Birliği… “Sovyetler” sözcüğü sınıfsal, ideolojik anlamını yitirmiş olsa gerek. Bir “devlet” adı bu artık, 15 cumhuriyetten oluşma bir büyük birime Rusya denemeyeceğine göre, Sovyetler denmiş gibi… Ama asıl tılsım Sayuz, yani Birlik’te. Genişliği, gücü, kutsallığı, büyüklüğü, süper olmayı simgeliyor! Evet, Mihayil Garbaçov ve ekibi büyük, çok büyük bir ülkeyi, bir süper gücü, nükleer silah tekelini elinde tutan üç-beş ülkeden birini ortadan kaldırmakla suçlanıyor. Sosyalist düzeni yıkmakla değil! Halbuki, hukuken, o da suç! 1991’de Sovyetler Birliği dağıldığı sırada, sosyalizm anayasal bir hükümdü. Hem sosyalizm yıkıldı hem de sosyalizm yıkıldığı için Sovyetler Birliği ortadan kalktı. Bugün Garbaçov’dan SSCB’yi dağıttığı için hesap sormaya kalkmak, bu nedenle son derece anlamsız. Anlamsız ama köklü bir sorunu 23 yıl kadar sonra deşifre eden bir davranış. Çok açık, Sovyetler Birliği miti komünizm hedefinin üzerini örttüğü için kolaylaştı çözülüş. SSCB, sosyalizmin kazanımlarının cisimleştiği bir proje olarak elbette bir gurur kaynağı olabilirdi. İnşa edilen devasa barajlar, uzayın derinliklerine yollanan roketler, binlerce kilometrelik demiryolu hatları, üstün çekiş gücüne sahip kamyonlar, buz dansında, kulplu beygirde sergilenen hüner, tanklar, balistik füzeler, şunlar, bunlar… Bir köylü ülkesini, gelişmiş bir sanayiye dönüştürmek elbette önemli. Ancak komünistlerin devasa barajlarla, Sibirya’yı delip geçen raylarla, Kızıl Ordu’nun topuyla tüfeğiyle övünüp durmasının bir yerden sonra anlamı olabilir mi? Dahası, sosyalizmin kazanımları parasız eğitim ve parasız sağlık hizmetine daraltılabilir mi? 1976-1991 dönemini, yani son 15 yılı yakından takip ettiğimi söyleyebilirim, Sovyet propagandasının “eşitlikçi düzen”e vurgu yaptığına neredeyse hiç tanık olmadım. “Güneş Sovyetler Birliği’nin bir ucunda doğarken, diğer ucunda batar” demeyi biliyor ama “Sovyetler Birliğinde geceleri ve gündüzleri insanın insanı sömürmediği, eşitlikçi bir düzen hüküm sürer” demeyi atlıyorlardı. Çünkü, referans noktası Batı’ydı; onun karşısında ezilmemek, küçük düşmemek temel mesele haline gelmişti. Düpedüz ideolojik bir sorundu bu. İdeolojik sorun, partide başlar, öncü partide. Öncü parti, adı üzerinde, toplumun önünde olacak. Gelişkin olanı savunacak, gelişkin olanı temsil edecek. Açık kavga varken, yani 1917-1945 arasında iç savaşın, dış müdahalenin, bir savaş kadar çetin kolektivizasyon ve sanayileşmenin, sonra faşizme karşı anayurt savunmasının ardı ardına geldiği dönemde ideolojik mücadele daha kolaydı. Çünkü fiziki bir hesaplaşma, hatta ölüm-kalım mücadelesi verilmekteydi. 1945’ten sonra mücadele sonlanmadı ama biçim değiştirdi. Sovyet sosyalizmi işte bu farklı mücadeleye hazırlıksız yakalandı. Geride kalan dönemin göz kamaştırıcı başarıları ve özgüven duygusu, belli bir süre daha idare etti, o kadar. Sonrası karanlık. Özgüven, geleceğe umutla bakmak… Geçenlerde babamla annemin lise ve üniversite yıllarındaki fotoğraflarına bakarken, toplu çekilmiş karelerde gençlerin yüz ifadeleri dikkatimi çekmişti. Vakur ve aydınlık yüzlerdi bunlar. Yokluk ve yoksulluk kendini hemen belli ediyordu ama… Babam “umut vardı o zaman” diye açıkladı. 1940’larda demek ki, beğenelim beğenmeyelim, cumhuriyetin barutu hâlâ tam olarak tükenmemiş. Aynı yüzlere, 1950’ler Sovyetleri’nde çekilen fotoğraf ve görüntülerde de rastlarsınız. Özgüven ve umut kayboldu önce. Sıradanlık, ortalamacı-lık kanıksanmaya başlandı. İnanılmaz bir hızla kentli ve eğitimli hale gelen Sovyet insanını komünizme giden yolda heyecanla, şevkle mücadele ettirecek düzeyin çok gerisinde kaldı parti. Bir başka deyişle, toplumsal koşullar ve beklentiler partinin önüne geçti. Yönsüzlük, Sovyet insanını farkında olmadan sosyalizm ideallerine yabancılaştırdı. 1950’lerin sonundan çözülüş yılı olan 1991’e kadar pırıltısı olan, gerilikten kopmuş, aydın damarı güçlü izlenimi veren tek lider Yuriy Andrapov’du. İzlenim diyorum, bir şeyi kanıtlayamadan ve Garbaçov’a yol açarak göçtü gitti. Sovyetler Birliği gibi bir ülkeyi taşra zihniyetiyle yönetmenin maliyetiydi bu. Emperyalizm bu zihniyetle bir süre sonra istediği gibi oynamaya başladı. İçerideki anti-sosyalist unsurlar da “kent kültürü’nü domine edecek kanallar buldu. Moskova’yı, Leningrad’ı burjuva ideolojisine terk ettiler resmen! İçeride ve dışarıda kavga etmek istemiyordu Sovyet yönetimi. İçeride ve dışarıda düşman vardı oysa. Kavga etmezseniz “barış” olur diye bir kural yok. Ama kavga etmezseniz statükoyu da kaybedersiniz, bu kesin. İdeoloji üretmezseniz, üretenler sizi yer bitirir. Ekonomik sorunlar filan, bunların hepsi aşılırdı. Açlığı, işsizliği, cehaleti, geri kalmışlığı unutan, giderek daha büyük oranda kentlerde yaşayan Sovyet halklarına enerji verecek bir önderlik yaratılabilseydi. Onun yerine kanaatkar ve bu anlamda devrimciliği budanmış bir tarza yöneldiler. Sovyet sosyalizmini değil, Sovyetler Birliği’ni önemser oldular. Garbaçov son ve öldürücü darbeyi vurduğunda kıpırdayamaz haldeydiler. Şimdi kapitalist Rusya, Putin’le beraber kendini bulmaya başlayıp, genişleme-birlik tartışmaları zirve yapınca yargılamak akıllarına geldi! Şaka gibi diyeceğim ama Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, şaka değil, gerçekti! Nisan 2014 İkinci Baskıya Önsöz Anti-tezler’i ikinci baskıya içim rahat yolladığımı söyleyebilirim. Kitapta Sovyetler Birliği’ne “çözülüş” eksenli sağlam bir yaklaşım geliştirildiği düşüncesindeyim. Amacımın geniş bir külliyattan istediklerimi seçerek hacimli bir kitap hazırlamak olmadığını birinci baskıya önsözde belirtmiştim. Nihayetinde kendi de “tez”lerden oluşan Anti-tezler’i gereksiz bütün yüklerden arındırmaya çalıştım. İçimin rahatlığı, aradan geçen sürenin bu tezleri sağlamlaştırdığını görmemden kaynaklanıyor. Kitabı, sözünü doğrudan söyler hale getirmek için çok uğraştım. Bu uğraş ve “alıntı” denizine girmeyi tercih etmemem nedeniyle ortaya çıkan metni “bilimsel” bulmayanlar elbette oldu. Benim kriterim ise 27 teze tek tek yönelttiğim itirazlar ve tezlerimin kendi içlerinde ve tarihsel olaylar karşısındaki tutarlılığı. Burada bir sorun görmüyorum ve ilk baskıya gelen tepkiler, “tutarlılık” iddiamın okur tarafından genellikle paylaşıldığı yönünde. Anti-tezler’de belki en fazla spekülasyona açık başlık, Garbaçov’un SBKP Genel Sekreteri seçildiğindeki niyetleridir. Sovyetler Birliği’ne ilişkin benzer tarihsel referanslardan hareket eden birçok Marksist bu konuda farklı yaklaşımlar içinde. Ben kitapta vurguladığım gibi, Mihayil Garbaçov’un başından itibaren bizim sosyalizm olarak algıladığımız toplumsal sistemden kurtulmayı planladığını düşünenlerdenim. Burada yanılabilirim, Garbaçov gerçekten ülkeyi kurtarmak gibi soylu bir hedefle yola çıkmış, sonra yıkıcı bir rol üstlenmiş olabilir. Lakin Garbaçov’un liderlik koltuğundaki serüveni bana bu olasılığı besleyen veriler sunmuyor, bu bir. İkincisi, şu ya da bu aşamada “hain” statüsüne yerleşmiş birine ilişkin bulgular, böylesi bir konuda “eşit ağırlık” taşısaydı bile, hem “hain” hem “hesapçı” demeyi tercih eder; Garbaçov’un iyi niyetine kurban olduğu fikrinden uzak dururdum. Ve içim yine rahat olurdu… Kemal Okuyan Ekim 2009 Önsöz Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çözülüşü üzerine şimdiye kadar çok şey söylendi. Bunların önemli bir bölümü düşmancaydı, insanlığın eşitlikçi bir toplum kurmaya dönük mücadelesine asla tahammül edemeyenlerce dillendiriliyordu. Böyleleri, Sovyetler Birliği’nin trajik sonunda, adaletsiz bir toplumsal sistemin, paranın saltanat sürdüğü kapitalizmin seçeneksizliğinin tescil edildiğini iddia ettiler. Sovyetler Birliği’nin dostları da vardı. Ne olursa olsun, sınıfsız bir toplumun inşası için gösterilen çabaların yanında duruyor, sosyalizm ülkesinin kazanımlarına tanık oldukça içten bir heyecan duyuyorlardı. Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte dostların da kafası karıştı, “nerede hata yaptık” sorusu birçoğunu öbür tarafa atıverdi. Kimisi komünizmin imkansızlığına ikna olmuştu, kimisi piyasayla baş edilemeyeceğine… Sovyetler Birliği’nden ve kendi geçmişinden utananlara da rastlanıyordu, büyük bir hırs ve arsızlıkla kendilerini aklamaya, geçmişlerinden kurtulmaya soyundular. Oysa Sovyetler Birliği yıkıldı diye emek-sermaye çelişkisi ortadan kalkmadı, emperyalizmin temel özelliklerinde herhangi bir değişiklik olmadı. Dünyada hâlâ ezenler ve ezilenler, sömüren ve sömürülenler var. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, ezilip sömürülenlerin eşitlik ve özgürlük için sürdürdüğü mücadeleye doğal olarak büyük bir darbe vurmuştu. Ama bu mücadelenin gündemden düşmesi söz konusu olamazdı, emekçi kitleler farklı coğrafyalarda farklı yoğunluk ve biçimlerde zengin sınıflara karşı kavgalarını sürdürüyorlardı. Mücadelenin motor gücü olan komünistler, devrimci ve ilerici güçler de yavaş yavaş toparlanmaya, adaletsiz dünya düzenine karşı mücadeleyi yükseltmeye başladılar. Sovyetler Birliği deneyimi bu mücadele açısından çok şey ifade ediyor. Bu ülkede, şu ana kadar sınıfsız bir toplum doğrultusunda en kapsamlı hamle gerçekleşti. 74 yıl boyunca Sovyetler Birliği halkları büyük başarılara imza attı, insanlığın sömürüye mahkum olmadığını kanıtlayan tarihsel kazanımlar elde etti. Kim ne derse desin, Sovyet tarihi, birçok nedenle göz kamaştırıcıdır ve dünyanın bütün işçileri için en temel ilham kaynaklarından biri olmaya devam etmektedir. Bununla birlikte, Sovyetler Birliği, başarısız olmuş, sosyalizm çözülme sürecine girmiş ve 1991 yılında bu ülke dağılıvermiştir. Sovyetler Birliği ne kadar gerçekse, çözülme süreci de o kadar gerçektir. Ancak biri ötekini götürmemekte, yani çözülüş sosyalist kuruluş sürecini değersizleştirmemektedir. Sovyet deneyimi son derece değerlidir ve çözülüşün mantığı bu değer azaltılarak kavranamaz. Bu kitap, “nerede hata yapıldı” sorusunda bu türden bir tuzağın gizli olduğu düşüncesinden yola çıkılarak hazırlanmıştır. Nerede hata yapıldığı elbette önemlidir ama yanıtlanması gereken biricik, hatta en yaşamsal soru bu değildir. Sovyetler Birliği bir mücadeleyi yitirmiş, bir mücadele sırasında çözülmüştü. Bu mücadele bitmemiştir. Eleştiri oklarını bu mücadeledeki karşıtlarımıza yöneltmeden kendi hatalarımızı kavramamamız ve bundan sonrasında bu hataları bertaraf etmemiz söz konusu olamaz. Sovyetler Birliği eleştirisi, kapitalizme dönük köklü eleştirimizin önüne, her ne olursa olsun, geçmemelidir. Yanıtlanması gereken soru, “Sovyetler Birliği emperyalistlere karşı mücadelesini neden yitirdi” olmalıdır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, çözülüş kader olduğu için değil, kendisini ortadan kaldırmak isteyen zalim bir uluslararası güce, emperyalizme karşı gerektiği gibi mücadele edemediğinden yıkılmıştı. Bu gerçek akıldan çıkarıldığı sürece, Sovyetler Birliği’ni burjuva ideologların ölçütleriyle değerlendirmek kaçınılamaz olur. Zaten Sovyetler Birliği’nin yönetici partisi biraz da bu yanılgı nedeniyle basiretsiz davranmıştı. Emperyalistlerin eleştirilerini ciddiye alarak, kendi ülkesini onların tezleri üzerinden değerlendirmeye, hatta onlara beğendirmeye kalkıştı. Şimdi Sovyetler Birliği yok. En azından şimdilik… Şimdi Sovyetler Birliğini kapitalistlerin tercih ettiği ölçütlerle değerlendirmekten vazgeçmenin tam zamanıdır. Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-Tezler’de bu yapılmaya çalışıldı. Bazı şeylerden ise özellikle kaçınıldı. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çözülüşüyle birlikte Sovyetlere dostça bakan marksistlerin önemli bölümünde bir panik yaşandı. Çözülüşün yükünden bir an önce kurtulmak için kontrolsüz bir “değerlendirme” sürecine girildi. Sovyet deneyimiyle mesafeyi açmak entelektüel ve siyasal yıpranmayı engellemenin yolu olarak görüldüğü oranda hem ideolojik bir krizin içine girildi, hem de Sovyet tarihine ilişkin oldukça dengesiz ve tutarsız bir kavrayışa sahip olundu. Bu kitabın yazarı, marksizmin Sovyet deneyiyle mesafe açarak gelişeceğini hiç düşünmedi, Sovyetler Birliğinden hiç utanmadı. Sovyet komünistlerine, hatta Sovyet halkına içtenlikle kızarken, bu kızgınlığın kapitalizme dönük öfkeden bir şeyler çalmasına izin vermemeye çalıştı. Sovyetler Birliği’nin çözülüşünü esaslı bir “teorik model”le açıklamaya dönük girişimlerin yarardan çok zarar verdiği düşüncesi de bu kitabın temel kalkış noktalarından birini oluşturdu. 1991 yılından sonra, “bir çözülüş teorisi geliştirmek gerek” sözü çok fazla işitildi. Bu sözü sarf edenlerin aslında gereksindikleri, bizleri Sovyet deneyinin baskısından kurtaracak sihirli bir formüldü. Gerçekte ise böyle bir formül yok. “İşte şudur bütün bunların nedeni” diye kestirip rahatlamak söz konusu olamaz. Çözülüş bir dizi karmaşık dinamiğin ürünüdür ve bunlar arasındaki etkileşimi yok sayarak süreci anlamak mümkün değildir. Kitap boyunca bu yaklaşımın ürünü olan birçok “tez”le hesaplaşılmaya çalışılmıştır. En fazla da Sovyetler Birliği’nde çözülüşün kaçınılmaz olduğu teziyle…
Kemal Okuyan – Sovyetler Birligi’nin Cozulusu
PDF Kitap İndir |