John Perkins – Kafes – Bir Ekonomik Tetikcinin Itirafları 4

Ben, bir ekonomik tetikçiydim; zamanımızda büyük şirketlerin ve Amerika Birleşik Devletleri’nde belli kesimlerin çıkarlarına hizmet etmek için oluşturulmuş seçkin bir kiralık asker ordusunun parçası olan bir ekonomik tetikçi. Gösterişli bir unvanım -Baş Ekonomist- ve yetenekli ekonomistlerden, yönetim danışmanlarından ve yasal görünen etkileyici raporlar hazırlayan finans uzmanlarından oluşan bir kadrom vardı ama asıl işim Üçüncü Dünya’yı kandırıp yağmalamaktı. Biz ekonomik tetikçiler her ne kadar farklı biçimlerde çalışsak da, en olağan işimiz, şirketlerimizin arzuladıkları kaynaklara sahip ülkeleri belirlemektir. Sonra da bu ülkelerin liderlerini kendi vatandaşlarını sömürmeleri için ayartır, rüşvet verir ve zorlarız. Onlar da ülkelerini asla geri ödeyemeyecekleri borçların altına sokar, milli varlıklarını özelleştirir, hassas çevrenin mahvolmasını yasallaştırır ve en sonunda da arzulanan bu kaynakları bizim şirketlerimize yok pahasına satarlar. Eğer aralarında direnen bir lider çıkarsa, CIA-destekli çakallar tarafından ya devrilir ya da öldürülür. Üçüncü Dünya’da o kadar başarılı olduk ki, patronlarımız bizi benzer stratejileri ABD’de ve dünyanın geri kalanında da uygulamaya yönlendirdi. Sonuç: Bugünkü ekonomik krizin arkasındaki itici güç olan sürdürülemez bir kapitalizm biçimi. Geçici toparlanmalara karşın, bu kriz aslında küresel bir tsu-naminin habercisi. Bu cümleleri İzlanda Havayolları’na ait bir Boeing 757’de, 5 Mart 2009 tarihinde sabahın erken saatlerinde, Florida’dan tüm gece süren yorucu bir uçuş sonrası Reykjavik Havaalanı’na inerken not etmiştim. Pencereden dışarıdaki karanlığa bakarken, birden 1800’lü yılların sonunda, bir posta arabasının içinde bir Vahşi Batı kasabasına -belki Arizona’da Tombstone ya da Güney Dakota’da Dea-dwood- geliyormuşum duygusuna kapıldım. Ve kasabanın çöküşünün tsunaminin güç kazandığının bir göstergesi olduğu duygusuna. Yakın zamanlara kadar Avrupa’nın fakir ve az gelişmiş uzak bir akrabası olarak kabul edilen İzlanda’nın ekonomisi ani bir patlama yaşamış ve bu ülke Dünya Bankası’nın 2007 sıralamasında, kişi başına düşen gelir bakımından dünyanın üçüncü en zengin ülkesi olmuştu. Reykjavik, insanların bir gecede servet yaptıkları bir ‘mantar kent’e dönüşmüştü. Ünlü kişiler, kumarbazlar, dolandırıcılar ve ekonomik tetikçiler kente sürü halinde akın ediyordu.


Morgan Stanley, Goldman Sachs ve Wall Street’in büyük şirketlerinin çoğu, kravatlı ordularını buraya gönderiyordu. Benim eskiden yaptığım işi yapan insanlar, petrol ve diğer değerli doğal kaynaklarından dolayı kendilerini birden materyalizmin içinde bulan Endonezya, Nijerya, Kolombiya ve benzerlerini sömürmek için hayata geçirdiklerine benzer bir model uygulayarak, kişileri ve devleti boğazlarına kadar borç altına girmeye ikna ettiler. İnsanlar tam bir Hollywoodvari satın alma çılgınlığına kapıldılar. Miami’de malikaneler, Beverly Hills’de apartman daireleri, İngiltere’de büyük mağazalar, Danimarka’da havayolları, Bentley ve Rolls Royce otomobiller, Norveç’te elektrik santralleri, hatta bir İngiliz futbol takımı bile satın aldılar. 2007 yılında ülkenin vatandaşları, 2002 yılında sahip olduklarının yaklaşık 50 katı yabancı varlığa sahiptiler. İzlanda borsası, 2003 yılından 2007 yılına kadar 9 kat yükseldi. (Aynı süreçte ABD borsaları sadece 2 kat yükselebilmişti.) Reykjavik’teki taşınmaz mal fiyatları üçe katlanırken, ortalama bir ailenin serveti de, 3 yıl içinde 3 katı arttı. 1 İzlanda’daki bu patlamanın ardındaki kaynak, bir başka söylemle ülkenin ihya olmasının arkasındaki altın madeni, hidroelektrik ve jeotermal güçtü. Buzullar, nehirler, yanardağlar ve yeraltı sıcak su kaynakları sınırsız miktarda enerji sunuyor gibiydi. Bu kaynak, kutuya ya da fıçıya doldurulamayacağından, bulunduğu yerde kullanılmak zorundaydı. İşte böylece 1960’lı yılların sonlarına doğru yüksek miktarda enerji kullanan şirketlerin en büyükleri olan alüminyum üreticileri İzlanda’ya gelmişti. Takip eden 40 yıl içinde alüminyuma karşı küresel talep hızla yükselince, İzlanda’nın yöneticileri, sadece yabancıların sahip oldukları bu izabe tesislerine güç sağlamak üzere elektrik santralleri kurulması konusunda ikna edildiler. Alcoa şirketi, İzlanda’nın harita üzerindeki yerini herkese öğretecek bir teklifte bulundu. Bu, ülkenin kuzeyinde devasa bir ‘sudan-alüminyuma’ tesisi yapma anlaşmasıydı.

İzlanda’nın yapması gereken tek şey, kilovat-saat satışından elde edilmesi beklenen gelir ile teminat altına alınacak büyük miktarda bir borcun altına girmek ve tek bir izabe fırınını çalıştırmak için gerekli 600 megavatın üzerindeki enerjiyi (tüm İzlanda halkının kullandığı 300 megavat ile karşılaştırın) üretecek baraj ve elektrik santralini inşa etmek üzere yabancı şirketlerle anlaşmaktı. Bu, tabii ki o kadar basit değildi. Bilim adamları, barajın yapılacağı yerin bir fay hattının tam üzerinde olduğunu ve sular altında kalacak arazinin de -Manhattan kadar bir alanın (Kentucky eyaletinden biraz küçük bir ülkede)- ender bulunan bazı ekosistem-leri barındırdığını keşfettiler. Seçtikleri hükümet, çevre kanunlarını rafa kaldırıp, ‘özel durum’ inşaat izinleri verirken, insanlar görmezden, duymazdan geldiler. Alcoa şirketi 2007 yılının Haziran ayında, ABD’nin en büyük mühendislik şirketlerinden Be-chtel Grup tarafından inşa edilen alüminyum tesislerinin açılışını yaptı. Bu yeni tesisin yılda 346 bin metrik ton alüminyum üretmesi planlanmıştı, ki bu miktar ülkenin ilk alüminyum tesisinin kapasitesinin 10 katına denk geliyordu. İnsanlar bu olayı kutladılar! Ta ki, Alcoa’nın izabe fırınlarını devreye soktuğu her saat, ülkenin yeni tesislerinin onbinlerce dolar kaybettiğini öğrenene kadar. 6 Ekim 2008 tarihinde, o güne kadar duyulmamış bir şey oldu. Ülke ekonomisinin birkaç katı kadar büyüme gösteren İzlanda bankaları bir anda çöktü. 100 milyar doları bulan kayıplar her geçen gün artıyordu. Ülkenin borcu, gayrısafi yurtiçi hasılanın (GSYİH) %850’sini buldu ve İzlanda iflas etti. 2 Uçağım pistte ilerlerken Reykjavik kentinin de yakında, altın madeni tükendikten sonraki Tombstone ya da Deadwood gibi olup olmayacağını; bir saat sonra bir hayalet şehrin, sadece hırsızlar, dilenciler, tükenmiş silahşorlar ve belki birkaç sarhoş ekonomik tetikçinin takıldığı bomboş sokaklarında yürüyor olup olmayacağımı düşündüm. İzlanda’nın bir haberci olduğundan en ufak bir şüphem yoktu. Bu yolculuğa kalkışmış olmamın nedenlerinden biri de, gelişmiş bir ülkede gerçekleşen bu ‘vurgun’u çevreleyen ayrıntıları anlamak istememdi. Eğer geri kalanlarımız bu ülkenin trajedisinden bir ders almazsak, benzer sonuçlarla karşı karşıya kalabilirdik ABD ve birçok ülkeyle birlikte İzlanda da kapitalizmin belli bir türünden muzdarip olmuştu; işletme fakültesindeki profesörlerimin 1960’ların sonlarına doğru öngördükleri ve şiddetle karşı çıktıkları bir sapma.

Bu sapmanın yandaşları, Wall Street’den Şangay’a kadar iş dünyasının ve devletin ileri gelenlerine, benim ‘Ekonomik Tetikçi’ saflarına katıldığım 1970’lerin ilk yıllarından itibaren, bizleri Üçüncü Dünya ülkeleri ve şimdi de İzlanda’da yaşananlar gibi çöküşlere götürecek bir dizi değer yargısı aşılamışlardı. Kapitalizmin bu türünün önde gelen felsefesi, kaynakların özelleştirilmesine, şirket yöneticilerine sınırsız yetkiler tanınmasına ve modern köleliğe (kişiler için olduğu kadar, ülkeler için de) yol açacak kadar aşırı borçlanmayı teşvik etmeyi içeren kesin ve uzlaşmaz inançtır. En güçlü şirketlerimizi yöneten CEO’ların, normal insanların aksine, kurallarla sınırlanmalarına gerek duyulmayan, özel ve ayrıcalıklı bir sınıf oluşturdukları varsayımına dayanan bu anlayış, jeopolitik tanımları kökten değiştirmiştir. Artık, şehir-devletlerin yerlerini ülkelere bıraktığı çağlardan çok farklı olmayan bir döneme girmiş bulunuyoruz. Fark şu ki, bugünkü ülkeler dev şirketler tarafından gasp edilmişlerdir. Sorun, işletme profesörlerimin de anladıkları gibi, kapitalizm değildi. Sorun, kapitalizmin kötüye kullanılması ve bu mutasyona uğramış virüsün birçok insana bulaşmış olmasıydı. Uçak sarsılarak dururken, bir salgın haline gelmeden önce bu virüsü kontrol altına alabilme şansımızı düşündüm. Uçaktan indim, gümrükten geçtim ve kendini şoförüm olarak tanıtan, bir güreşçi kadar yapılı genç bir adam tarafından karşılandım. Beni dışarı çıkarttı. Yeni bir günün solgun ışıkları ve her an kara dönüşebilecek gibi duran buz gibi bir çisenti ile loş bir hava vardı. Kendimi, şoförün kocaman cipine binmek için yukarı çekerken, Deadwood’a giden bir posta arabasına biniyormuşum hissine kapıldım. “Keşke daha küçük bir araba alsaydım,” dedi adamcağız özür dilercesine. Belli ki bir anlık tereddüdümü bir ayıplama göstergesi olarak yorumlamıştı. “Ama bu neredeyse bir yıl önceydi.

Böyle olacağını kim öngörebilirdi ki?” Havaalanından ayrılmamızın üzerinden fazla geçmeden, sisler arasında karanlıkta kalan bir sıra binaya işaret etti ve Pentagon 2006 yılında boşaltana kadar o binaların, 1.200’den fazla personel barındıran bir ABD askerî üssü olduğunu söyledi. “Burası artık hayalet bir şehir mi?” diye sordum. “Pek sayılmaz,” diye yanıtladı. “Binaları üniversitelerimizden biri devraldı, askerlerin yerini de öğrenciler aldı.” Diliyle bir cıklama sesi çıkarttı. “Devletiniz, boşaltmadan önce bu tesislere bir servet gömdü.” “Neden?” Onu hayal kırıklığına uğratan öğrencisine bakan bir hoca gibi baktı bana. “Müteahhitlerin bu işten hayli para kaldırdıklarını duydum.” Yağmur damlaları ön cama vururken, ben de dışarıdaki çorak araziye baktım. Sanki kızgın bir tanrı avucunu açıp, içindekileri gelişigüzel savurmuş gibi taş ve çakıllarla kaplıydı. “Volkanik lavlar,” dedi şoförüm. Sonra, bulutlarla birleşiyor gibi görünen karla kaplı bir alanı işaret ederek, ekledi. “Tüm bunlara neden olan dağ da işte şu.” NASA’nın, onları aya göndermeden önce, Apollo astronotlarını burada eğittiğini okuduğumu söyledim.

“Evet, bu doğru,” diye onayladı. “Ama sonunda troller onları yerlerinden etti.” “Trol?” “Kuzeyli mitolojik yaratıklar, bir tür cin ve dev karışımı. Çetin yaratıklar.” Durdu ve sırıtarak bana baktı. “Alcoa şirketi, yeni izabe fırınını yapmaya başlamadan önce, hiçbir trolün yerinden edilmeyeceğini doğrulatmak adına bir büyücü tuttu. Söylentiye bakılırsa, adam bir şarlatan çıkmış ve İzlanda’nın ekonomik sorunları da trollerin intikamıymış.” Başıyla yan camdan dışarıyı işaret etti. “Şunları görüyor musunuz?” Dışarı bakınca, volkanik kayalardan yapılma bir sürü höyük gibi taş yığınını gördüm. “Şu garip heykeller mi?” “Evet. Güneş ışığı trolleri taşa çevirir. Bazen, güneş bulutların arkasından çıkınca açık arazide yakalanırlar.” Kıkırdadı. “Ama çok sık olmaz. Buralarda çok sık güneş görmeyiz.

” “Trol ekonomisi,” dedim düşünmeden. Soran bakışlara bana baktı. “Sadece bir düşünce.” Omuzlarımı silktim. “Ne diyebilirim ki, ben bir ekonomistim.” “Ooo… ” Yüzündeki ifadeden hiçbir şey çıkaramasam da, ‘bir ekonomist bu ülkeden daha başka ne alınabileceğini sanıyor ki’ diye merak ettiğini düşündüm. Ama o iki sözcük, ‘trol ekonomisi’ aklıma takıldı. Reykjavik’e doğru giderken, beynimin içinde sürekli bu iki sözcüğü duymaya devam ettim. Eğer bu klasik ‘vurgun’da trollerin de bir rolü olduysa, insan kılığına girip bir şekilde Alcoa’da, devlette ve bankalarda işe girmiş olmalıydılar. Gözlerimin önüne muzip gülüşlü, kocaman gözlüklü, kel kafalı bir adam görüntüsü geldi. Chicago Ekonomi Fakültesi’nden Nobel ödüllü Milton Friedman’ın geçenlerde gördüğüm bir fotoğrafıydı bu. İzlanda’yı ve neredeyse diğer tüm ülkeleri Büyük Depresyon’dan kurtaran politikaları bir kenara bırakmaya ikna etmekte diğer herkesten fazla rol oynamış, İzlanda’ya diz çöktüren kapitalizmin o yağmacı türünü desteklemek için elinden geleni yapmıştı. “İşte orada!” dedi şoförüm heyecanla, yağmur nedeniyle güçlükle seçilebilen bir dizi binayı işaret ederek. “Tüm sorunlarımızın nedeni; şimdiki sahibi Rio Tinto Altan olan ilk alüminyum tesisimiz.” Gözlerimi kısıp sileceklerin arasından baktım.

Silindir biçiminde bir çift kocaman kule sislerin arasından seçilebiliyordu. Okyanusa doğru uzanan bir iskelenin yanında yer alan kuleler, bana Ortaçağ savaşlarını konu alan eski filmlerdeki kale kulelerini çağrıştırdı. Onların hemen yanında da, arazi üzerinde sanki sonsuza kadar uzanıyormuş gibi duran daha alçak bir bina vardı. “Bu bina 1.600 kilometre uzunluğunda,” dedi şoförüm, dünyanın en uzun yük trenini içine alabilecek gibi duran binayı göstererek. “Bunlardan üç tane var. Diğer ikisi de, bu gördüğünüzün arkasında saklı.” Alüminyum tesisine yaklaşıp, sonra da yanından geçip giderken ikimiz de konuşmadık Ortalıkta tek bir insan bile yoktu. Hiçbir şey hareket etmiyordu. Binalar terk edilmiş de olabilirdi ama şoförüm öyle olmadığını söyledi. “Gece gündüz çalışıyor,” dedi duygusuz bir ses tonuyla. Ziyaret ettiğim diğer sanayi tesisleri gibi -kömür madenleri, kağıt fabrikaları, petrol rafinerileri ve nükleer santraller- bunun da büyüklüğü beni etkilemişti. Bütün bunları herhangi bir bağlama oturtmaya imkan yoktu. Ama yine de bu tesisin üretim kapasitesinin, yapımından sonra gerçekleştirilen artışlara rağmen, yeni Alcoa fırınınınkinin çok altında kaldığını biliyordum. Oturduğum yerde arkama dönüp, yağmurda gözden kayboluşunu izledim.

“İşte sizin hayalet kasabanız,” dedi şoförüm dikkatimi dağıtarak. Sağımızda sıra sıra şirin banliyö tipi evler vardı. “Hepsi boş.” Başını üzgün bir şekilde salladı ve yine o garip cıklama sesini çıkarttı. “İzlanda’da bir ev arıyorsanız, almanın tam zamanı diyorlar.” Yanlarından geçerken evleri inceledim. Beklentilerimi karşılamıyorlardı: Toz içinde sokaklar, sokaklarda yuvarlanan çalı demetleri, kepenkleri çivilenmiş dans salonları ya da r üzgârda çarpan kapılar yoktu. Havaalanından ayrıldıktan yaklaşık kırk beş dakika sonra Rey-kjavik’e geldik. “Sizi biraz farklı bir yerden götüreceğim,” diye açıklama yaptı şoförüm. “Kırık Hayaller Caddesi.” Birbiri ardına şahane modern ofis binalarının dizili olduğu bir sokağa döndü. “Bunların çoğu banka ya da bir tür finans kuruluşuydu,” dedi. “Şimdiyse hepsi boş.” İlk başta şaka yaptığını sandım. Çağdaş mimarinin bu göz alıcı örneklerinin tümünün boş olması imkansız gibi görünüyordu.

Yüzümü cama dayayıp yukarı baktığımda, pencerelerin çoğunun köşelerinde hâlâ yapışık duran küçük not kağıtlarını gördüm. Ürkütücüydü. Biraz daha yavaşlayınca, binaların içinin boş olduğunu görebildim. Ne bir masa, ne bir sandalye. Perde bile yoktu. Sadece kocaman bir boşluk. “Bir hayalet kasaba daha,” dedi. “İnanılmaz.” “Sadece ziyaretçi olduğunuza şükredin.” Bana bir bakış attı. “Ben burada yaşıyorum.” “Korkarım hepimiz burada yaşıyoruz.” Bu kitap, o ‘burası’ hakkında: Şu anda nerede olduğumuz, bu ümitsiz yere nasıl geldiğimiz ve nereye gittiğimiz hakkında… Wall Street -şimdilik- Reykjavik’in Kırık Hayaller Caddesi’ne benzemiyor olabilir. Aynı o caddenin, terk edilmiş Tombstone kasabasının çalı demetleri yuvarlanan sokaklarına benzemediği gibi. Yine de, ABD’de yaşayan bizler, son birkaç yıldır bunun işaretlerini görüyoruz.

Şok edici ve en aşırı görüntülerle karşı karşıya kaldık; artan işsizlik oranlarını ve dibe vuran Dow Jones endeksini gösteren grafikler; Sacramento’nun ve Portland’ın hemen dışında çadır şehirlerde yaşayan evsiz insanlar; özel jetleriyle Washington’a uçarak şirketlerini kurtarmak için Meclis’e yalvarıp, büyük miktarda para talep eden otomobil üreticisi şirketlerin yönetim kurulu başkan-ları; çökmesine neden olan yöneticilerine 450 milyon dolar ikramiye ödeyeceğini duyuran gözden düşmüş bir AIG1 ; yatırımcıları milyarlarca dolar dolandırdığını kabul eden Nasdaq eski Yönetim Kurulu Başkanı Bemard Madoff… Böylesi görüntüler morallerimizi de bozuyor. Bunlar çoğu insan için sürpriz olmuş olabilir ama gerçek şu ki bunların gerçekleşeceğini öngörmemiz gerekiyordu. Benim hocalarım bunu 1960’ların sonlarında görmüştü. Öğrencilerinin birçoğu da görmüştü. “Bir sürü uyarı vardı,” demişti bana Stanford Üniversitesi birinci sınıf öğrencisi Martha. “ABD’nin bir trilyon doların üzerindeki bütçe açığı, ipotek balonu; yeterli ödeme gücü olmayan insanlara dağıtılan büyük miktarda borçlar. Son derece pahalı bir savaş, şirketlerin taşeron firmalardan eleman alması, bankaları denetleyen kanunların iptal edilmesi… Tüm bunları nasıl oldu da görmedik?” Ama hâlâ daha kendimizi kandırmayı sürdürüyoruz. Borsala-rın düzelir gibi olması ya da benzin fiyatlarının düşmesi gibi ara sıra gerçekleşen ‘iyi haber’ dönemleri, bizleri en kötüsünün bittiğine inandırıyor. Pavlov’un köpeklerine benziyoruz; zil çalıyor ve ağzımız sulanıyor. Bu, bizi daha derindeki sorunlarla uğraşmaktan alıkoyan son derece tehlikeli bir yanılsama. “İşin gerçeği, bir yalanı yaşamakta olduğumuzdur. Yüzeyin altındaki ölümcül kanseri gizleyen bir cila yaptık,” diye daha önce de yazmıştım: Ne yazık ki, insanların büyük çoğunluğu bu yaldızlı cilanın altını görmek istemedi. Siyasi liderler ve iş dünyası yöneticileri, bizleri ‘cilayı korumamız’ konusunda teşvik etti. Sık sık eski klişelere sığındık. Bu kanseri, kapitalizmin bu yağmacı mutant türünü, norm kabul ettik.

Dünya kaynaklarından payımıza düşenden fazlasını, dengesiz bir biçimde tüketebileceğimiz ve bunu yüksek faiz oranlarıyla ya da vahim sonuçlarla karşı karşıya kalmadan kredi kartlarına yüklemeye devam edebileceğimiz konusunda kendimizi ikna ettik. “Sistemin kendini imha etmek üzere olduğundan şüpheleniyor olsanız bile çizginin dışına çıkıp, sizin ve komşularınızın her zaman neredeyse Tanrı kelâmı kabul ettiği kavramları sorgulama cesaretini nasıl bulursunuz?” diye de sormuştum kitabımda. 2 Bu cesareti bulamadık. Devletimizin Irak’ta teröristlerin gölgesini kovalamasına, patlayıcı diş macunu tüpleri bulmak için havaalanlarında çanta ve bavullarımızı karıştırmasına, savunma hakkı tanımadan insanları tutuklayarak en kutsal haklarınıza tecavüz etmesine ve başkanımızı eleştirmenin vatana ihanet anlamına geleceği konusunda bizleri ikna etmesine izin verdik. Bir yandan biz-leri açgözlü yatırımcılardan koruyan yasaları çöpe atarken, diğer yandan gayrısafi yurtiçi hasılaları AIG’nin zararının yarısı kadar bile olmayan ülkelerin bir ‘Şer Ekseni’nin üyeleri olduğu fikrini kabul ettik. Kolombiya ormanlarında terörist aramak için düzenlenen operasyonları destekledik ama ekonomimizi çökertecek güce sahip şirketlerin defterlerini incelemeyi ihmal ettik. Obama’nın başkan olarak seçilmesi sembolikti. Bir gecede muhafazakâr Cumhuriyetçi’den liberal Demokrat’a geçiş yapmak, ABD seçmeninin tutumunda köklü bir değişime işaret ediyordu. Tüm dünyaya, artık değişmek istediğimiz mesajını gönderdi. Obama yönetiminin kredi kartı endüstrisini kontrol altına almak, daha sıkı egzoz emisyonu ve yakıt tüketim standartları getirmek, bir finan-sal denetleme komisyonu kurmak ve başka diğer girişimleri uygulamaya koymak gibi planları bizi yeniden doğru yola sokabilir, yani Kongre’den bir gün geçmeyi başarabilirlerse. Ancak, talihsiz ve söylenmeyen gerçek de şu ki, bu yol bizi gerçek değişime götürecek bir yol değil. Bu, içinde bulunduğumuz bataktan çıkış yolu değil. Bu, bizi sadece biraz daha dolaylı bir şekilde felakete götürecek bir yol ve görünen o ki, kendimize yeni bir yol açmalıyız. Kızım Jessica ve damadım Dan, 25 Eylül 2007’de bana bir erkek torun verdiler. Birkaç ay sonra, Şükran Günü’nde, birkaç yıl önce yaşamımın geri kalanını sürdürülebilir, adil ve barış içinde bir dünya yaratmaya yardımcı olmaya adama konusunda verdiğim bir sözü yineledim.

Torunum Grant, bana elimi çabuk tutmam gerektiğini anımsattı. Grant’ın bilmediği bir şeyi biliyorum; onun yaşamının, benim dönemimde yaratılan krizler nedeniyle tehdit altında olduğunu. Buradaki soru, nasıl önlem alınacağı değil. Normale (çoğunluğun küçük bir azınlık tarafından sömürüldüğü bir dünya) nasıl dönülebileceği de değil. Bugün, kendimizi ve ekonomimizi bir dönüşümden geçirme zorunluluğu ile karşı karşıyayız. Bir ‘Ekonomik Tetikçi’ olarak, bizi ‘normal’ diye nitelendirdiğimiz bu tehlikeli duruma sürükleyen olayların birçoğunda yer aldım. Bir yazar ve konuşmacı olarak da son 5 yılımı ABD ve diğer ülkeleri dolaşıp, siyaset ve iş dünyasının liderleri, öğrenciler, öğretmenler, işçiler ve her türlü insanla konuşarak geçirdim. Bugün geldiğim noktada, bizi esenliğe çıkaracak ve Grant’ın dünyasını da kurtaracak bu dönüşüme hazır olduğumuz konusunda ümitliyim. Bu kitabın birinci bölümü sorunlarımızın temel nedenlerine genel bir bakış sunuyor. Bunları anlayarak, önümüzdeki seçenekleri değerlendirebiliriz. İkinci kısım ise, bu seçenekleri incelemeye adanmış; tomnurnun ve onun tüm dünyadaki kardeşlerinin bizlerden miras almak isteyecekleri bir sistem kurmak için hem kişisel, hem de toplum olarak uygulayabileceğimiz bir eylem planı öneriyor. Başkan Obama’nın ekonomik planının artıları ve eksileri, Wall Street’i toparlama planları ve diğer kısa vadeli politikalar hakkında yazılmış birçok kitap var. Bu kitaplar öncelik sıralaması ile ilgilidir; kanamayı durdurmak için acilen yapılması önerilen işlerle. Ama bu kitap öncelik sıralamasının ötesine geçiyor. Bize bulaşan virüsü teşhis ediyor ve uzun vadeli bir tedavi öneriyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir