Bu konferansların başlığı Genç Bir Romancının İtirafları; aslında neden böyle diye sorabilirsiniz, çünkü ne de olsa yetmiş yedi yaşıma doğru yol almaktayım. Gelin görün ki ilk romanım olan Gülün Adı 1980’de yayımlanmıştı, demek ki romancılık kariyerime başlayalı sadece yirmi sekiz yıl olmuş. Bu bakımdan, kendimi bugüne kadar sadece beş romanı yayımlanan, önümüzdeki elli yılda da daha pek çok romanı yayımlanacak olan çok genç ve kesinlikle umut vaat eden bir romancı olarak görüyorum. Süregiden çalışmalarım henüz tamamlanmış değil (aksi takdirde süregitmezdi), ancak nasıl yazdığıma dair birkaç kelime söylememe yetecek kadar deneyim sahibi olduğumu umuyorum. Richard Ellmann Konferansları’nın ruhuna uygun olarak, makalelerimden ziyade kurmaca yapıtlarıma odaklanacağım, oysa mesleğimin akademisyenlik olduğunu düşünüyorum, bana kalırsa romancılığım amatörce bir uğraş. Roman yazmaya çocukken başladım. Aklıma ilk gelen, romanın adı olurdu, genellikle de o günlerde okuduğum, Karayip Korsanları türünden serüven romanlarından esinlenirdim. Hemen bütün resimleri çizer, sonra da ilk bölüme başlardım. Ne var ki basılı kitaplara öykünerek hep büyük harflerle yazdığımdan birkaç sayfa sonra bitkin düşer ve pes ederdim. Böylece çalışmalarımın her biri tamamlanmamış bir başyapıt olarak kalırdı, tıpkı Schubert’in Bitmemiş Senfonisi gibi. On altı yaşındayken, her yeniyetme gibi ben de doğal olarak şiir yazmaya giriştim. (Platonik ve itiraf edilmeden kalan) İlk aşkımı yeşerten şey şiir ihtiyacı mıydı yoksa tam tersi miydi, inanın hatırlayamıyorum. Bu ikisinin karışımı bir felaket oldu. Ancak bir zamanlar -kurmaca karakterlerimden birinin dile getirdiği bir çelişki şeklinde olsa da-, yazmış olduğum gibi, iki türlü şair vardır: Şiirlerini on sekiz yaşındayken yakan iyi şairler ve ömür boyu şiir yazmaya devam eden kötü şairler.1 Yaratıcı Yazarlık Nedir? Ellili yaşlarıma geldiğimde, pek çok bilimadamının başına geldiği gibi, yazdıklarımın “yaratıcı” türden olmadığı gerçeği karşısında hayal kırıklığı hissetmedim.2 Neden Homeros yaratıcı yazar sayılırken Platon’un sayılamadığını bir türlü anlayamamışımdır. Neden kötü bir şair yaratıcı yazardır da iyi bilimsel makaleler yazan biri değildir? Fransızcada, ecrivain -romancı ya da şair gibi “yaratıcı” metinler üreten biri- ile ecrivarıt -bir banka memuru ya da bir suç vakasının raporunu hazırlayan polis gibi kayıt tutan biri- arasında fark vardır. Ama bir filozof ne tür bir yazardır? Şöyle diyebiliriz: Bir filozof, yazdığı metinler -anlamlarının tamamını yitirmeden- özetlenebilen ya da başka sözcüklere aktarılabilen profesyonel bir yazardır; öte yandan yaratıcı yazarların metinleri eksiksiz olarak başka dillere çevrilemez ya da değişik sözcüklerle açıklanamaz. Romanları ya da şiirleri başka bir dile çevirmek mutlaka çok güç olsa da dünya üzerindeki okurların yüzde doksanı Harp ve Sulh’u ya da Don Quijote’yı çevirisinden okumuştur; Tolstoy’un çevirilerinin özgün metne, Heidegger ya da Lacan’ın İngilizce çevirilerinden daha sadık olduğunu da düşünüyorum. Bu durumda Lacan, Cervantes’ten daha mı “yaratıcı” oluyor? Bu fark, belli bir metnin toplumsal işlevine dayanılarak da açıklanamaz. Kuşkusuz Galileo’nun metinlerinin felsefi ve bilimsel önemi çok yüksektir, ama İtalya’daki liselerde bunlar nitelikli yaratıcı yazılar -üslup alanında birer başyapıt- olarak incelenirler. Varsayın ki bir kütüphanecisiniz ve yaratıcı yazılar denilen metinleri A Salonu’na, bilimsel denilen metinleri de B Salonu’na yerleştirmeye karar veriyorsunuz. Bu durumda Einstein’m makaleleriyle Edison’un sponsorlarına yazdığı mektupları ve “O, Susanna”yla Hamlet’i aynı kategoriye mi sokarsınız? Birisi çıkıp, Linnaeus ve Darvvin gibi “yaratıcı olmayan” yazarların balinalar ya da maymunlar hakkında gerçek bilgiler aktarmak istediklerini, öte yandan beyaz bir balinayı anlatan Melville ile Maymunlar Kralı Tarzan’ı anlatan Burroughs’un ise gerçeği anlatır gibi yaparken aslında var olmayan balinaları ve maymunları uydurduklarını, gerçek hayvanlarla hiç ilgilenmediklerini öne sürerse, var olmayan bir balinanın hikâyesini anlatan Melville’in, hayat ve ölüm ya da insan gururu ve azmi hakkında gerçek bir şey anlatmayı hiç amaçlamadığını gönül rahatlığıyla söyleyebilir miyiz? Gerçeğe aykırı şeyleri anlatıp duran bir yazarı “yaratıcı” diye nitelemek sorun yaratır. Batlamyus, Dünya’nın dönüşü hakkında gerçekdışı bir şey söylemişti. Bu durumda onun, Kepler’den daha yaratıcı olduğunu iddia edebilir miyiz? Fark, yazarların, kendi metinlerinin yorumlarına karşı tepkilerini zıt yollardan gösterebilmelerinde yatmaktadır. Ben bir felsefeciye, biliminsanına, sanat eleştirmenine “Şöyle, şöyle yazmışsınız” dersem, yazar bana “Metnimi yanlış anlamışsınız, ben tam tersini söylemiştim,” diye yanıt verebilir. Ama bir eleştirmen, Kayıp Zamanın İzinde’yı Marksist bakış açısından yorumlarsa -örneğin çökmekte olan burjuvazinin yaşadığı kriz doruktayken tamamen belleğe bağlı kalmak sanatçıyı zorunlu olarak toplumdan koparır derse- Proust bu yorumdan memnun kalmayabilir, ama onu çürütmekte zorlanır. Konferansın daha sonraki bir bölümünde göreceğimiz üzere, yaratıcı yazarların -kendi çalışmalarının mantıklı okurları olarak- zoraki bir yoruma karşı çıkma haklan elbette vardır. Ama genelde, yazdıklan metinleri, adeta şişe içindeki mesaj gibi dünyaya fırlattıklan için okurlarına saygı göstermelidirler. Göstergebilim konusunda bir makale yayımladıktan sonra, zamanımı ya yanıldığımı kabul etmeye ya da o yazıyı benim amaçladığım şekilde anlamayanların yanlış anladığını kanıtlamaya ayırırım. Tam tersine, bir romanım yayımlandığında, ilkesel olarak insanlarm onunla ilgili yorumlarına karşı çıkmamayı (ve yorum yapmaları için teşvik etmemeyi) ahlaki bir sorumluluk sayanm. Böyle şeyler yaşanır -bu noktada yaratıcı yazarlıkla bilimsel yazarlık arasındaki farkı saptayabiliriz-, çünkü kuramsal bir makalede, genellikle belli bir sav ortaya konulmaya ya da belli bir soruya yanıt verilmeye çalışılır. Bir şiirde ya da romanda ise yazar, hayatı bütün tutarsızlıklarıyla sunmak ister. Ortaya bir dizi çelişki koyup onlan belirgin ve etkili kılmayı amaçlar. Yaratıcı yazarlar, okurlarından bir çözümü denemelerini isterler; kesin bir reçete önermezler (ucuz avuntular sunmayı amaçlayan taklitçi ve duygusal yazarlar hariç). İlk romanım yeni yayımlandığında röportajlar verirken bir yazarm bazen bir felsefecinin ifade edemeyeceği şeyleri kelimelere dökebildiğim bu yüzden söylemişimdir. Böylece 1978’e kadar, bir felsefeci ve göstergebilimci olmak benim için son derece tatminkârdı. Hatta bir seferinde -bir nebze de Platonik kibir katarak- şairleri ve genel anlamda sanatçıları kendi yalanlarının esirleri, taklitçilerin taklitçileri olarak gördüğümü yazmıştım; öte yandan kendim, bir felsefeci olarak Platoncu Fikirlerin Gerçek Dünyası’na istediğim gibi girebiliyordum. Yaratıcılık bir yana, pek çok biliminsamnın içinden hikâye anlatmak geldiğini, ama bunu yapamadıkları için çok üzüldüklerini söyleyebiliriz; işte bu nedenle birçok üniversite profesörünün çalışma masasının çekmecesi yayımlanmamış berbat romanlarla doludur. Bunca yıldır, anlatmak için beslediğim gizli tutkuyu iki farklı biçimde tatmin etmişimdir: İlk önce, sık sık sözlü anlatıma başvurarak, çocuklarıma hikâyeler anlatarak (ama büyüyüp peri masallarından vazgeçerek rock müziğine yöneldiklerinde boşlukta kaldım); İkincisi, her eleştiri denemesinden bir hikâye çıkararak. Doktora tezimi Aquinalı Thomas’ın estetiği üzerine hazırladığımda -çok tartışmalı bir konuydu, çünkü o dönemde edebiyat araştırmacıları Thomas’ın hacimli yapıtlarının toplamında estetik düşünce bulunmadığına inanıyorlardı- sınav heyetindekilerden biri beni “anlatım safsatası” yapmakla suçladı. Olgunluğa erişmiş bir biliminsamnın, araştırma yapmak üzere yola çıktığında kaçınılmaz olarak deneme-yanılma yoluyla ilerleyeceğini, değişik varsayımlarda bulunup bunları reddederek çalışacağını söyledi. Ama araştırmalarının sonunda bütün bu girişimleri özümsemiş olması ve sadece çıkardığı sonuçları sunması gerektiğini belirtti. Bense tam tersine, araştırmamın hikâyesini polisiye romanmış gibi anlatıyormuşum. İtirazını nazik bir tavırla dile getirdi, araştırma sonucu bulunan her şeyin bu şekilde “anlatılması”gerektiğine dair temel düşünceyi hatırlattı bana. Her bilimsel kitap bir tür “katil kim” olmalıdır; Kutsal Kâse’yi arayışın hikâyesi gibi. Sanırım o günden sonraki bütün akademik çalışmalarımda bunu uyguladım. Bir Zamanlar 1978 yılırım başlarında, küçük bir yayınevinde çalışan bir arkadaşım, romancı olmayan kişilerden (felsefeciler, sosyologlar, politikacılar filan) birer kısa polisiye yazmalarını istediğini anlattı bana. Az önce sıraladığım nedenler yüzünden, kendisine yaratıcı yazarlıkla ilgilenmediğimi, iyi diyaloglar yazamayacağımdan da kesinlikle emin olduğumu söyledim. Bir polisiye roman yazacak olsaydım en azından beş yüz sayfa uzunluğunda olacağını ve olayların da bir Ortaçağ manastırında geçeceğini (neden bilmem) meydan okurcasına ekledim. Arkadaşım sırf para kazanmak için yazılacak biçimsiz bir kitap aramadığını söyledi, görüşmemiz de orada sona erdi. Eve döner dönmez masamın çekmecelerini karıştırdım ve bir önceki yıl çalakalem yazmış olduğum bir şeyi bulup çıkardım: Üzerine birtakım keşişlerin adlarım not ettiğim bir kâğıt parçasıydı bu. Demek ki ruhumun en kuytu köşesinde bir roman fikri çoktan yeşermişti, ne var ki ben, bunun farkında değildim. O notları alırken, bir keşişi gizemli bir kitap okurken zehirlemenin güzel olacağım anlamıştım, hepsi bu. Böylece Gülün Adı’m yazmaya başladım. Kitap yayımlandıktan sonra, insanlar bana sık sık neden bir roman yazmaya karar verdiğimi sordular, sıraladığım nedenlerin hepsi de (nedenler o anki ruh halime göre değişiyordu) büyük olasılıkla gerçekti, yani hepsi de yalandı. Sonunda şunun farkına vardım ki verdiğim yanıtlar arasında tek doğru olan, hayatımın bir noktasında bunu yapma dürtüsünü duymuş olmamdı; sanırım bu da yeterli ve makûl bir açıklamadır. Nasıl Yazılır Benimle röportaj yapanlar, “Romanlarınızı nasıl yazdınız?” diye sorduklarında, genellikle bu tür soruları geçiştirir, “Soldan sağa doğru” derim onlara. Bunun tatmin edici bir yanıt olmadığını biliyorum, üstelik Arap ülkelerinde ve İsrail’de şaşkınlık uyandırır. Şimdi, daha ayrıntılı bir yanıt vermek için yeterli zamanım var. İlk romanımı yazdığım sırada birkaç şey öğrendim. İlki şu: “İlham”, sanatsal açıdan saygın görünebilmek için hilebaz yazarların başvurduğu kötü bir kelimedir. Eski bir söz vardır, dehanın yüzde onu ilham, yüzde doksanı terdir, der. Fransız şair Lamartine’in en iyi şiirlerinden birini nasıl yazdığından sıkça söz ettiği söylenir: Bir gece ormanda gezinirken şiirin ani bir ilhamla, aklına eksiksiz geldiğini öne sürermiş. Ölümünden sonra çalışma odasında o şiirin pek çok versiyonunu bulmuşlar, yıllar boyu yazıp yazıp düzeltmiş şiirini. Gülün Adı üzerine ilk eleştiri yazılarını yazanlar, onun parlak bir ilhamın etkisinde yazıldığını, ama kitabın, kavramsal ve dilsel zorlukları yüzünden sadece mutlu bir azınlığa hitap edeceğini söylemişlerdi. Kitap büyük bir başarı elde edince ve milyonlarca adet satılınca aynı eleştirmenler, böylesine popüler ve eğlenceli bir “çoksatan” tasarlayabilmek için benim kuşkusuz mekanik olarak gizli bir formül uyguladığımı yazdılar. Daha sonra kitabın başarısının anahtarının bir bilgisayar programı olduğunu öne sürdüler, ama ilk kişisel bilgisayarların ve uygun yazılımların ancak 1980’lerin başında ortaya çıktığını unutuyorlardı, oysa o tarihte benim romanım basılmıştı zaten. 1978-1979’da, ABD’de bile sadece Tandy’nin ürettiği ucuz, küçük bilgisayarlar bulunabiliyordu, onlar da mektup yazmak dışında bir işte kullanılmazdı. Bir süre sonra, bu bilgisayar laflarından rahatsız oldum ve bilgisayarda yazılacak ve çok satacak bir kitabın gerçek formülünü hazırladım:
Umberto Eco – Genç Bir Romancının İtirafları
PDF Kitap İndir |