John Steinbeck – Uzun Vadi

Yıl 1938. John Steinbeck’in öykülerini içeren Uzun Vadi o yıl yayımlanmıştı. Yazar o sırada Gazap Üzümleri üzerinde çalışmaktaydı. Ohio Üniversitesi öğrencilerinden Merle Danford, Steinbeck üstüne tez hazırlıyordu. Ona bir dizi soru yolladı. Steinbeck bir noktaya kadar sorulara sabırla yanıt verdi, ta ki Uzun Vadi hakkındaki eleştiriler söz konusu edilene kadar. Genç öğrenciye şunları yazdı: Sevgili Bayan Danford, Küstahlık etmek asla istemezdim. Eleştirmenliğin o tuhaf üçkâğıtçılığını ciddiye alamıyorum. Bir kenara garip birtakım laflar istifleyip, sonra da ortaya bir kitap çıkmasını beklemekten ibaret bir iş o. Ne demek istediğim ya da felsefemin ne olduğu sorusuna gelince, en küçük bir fikrim bile yok. Size var olduğunu söylesem de doğru olmaz. İnsanların incinmesini, aç kalmasını, gereksiz yere üzülmesini istemem. Hepsi bu kadar basit. Kusura bakmayın, bilgelik dolu bir tartışmaya giremeyeceğim. Size karşı dürüstü davranacağıma söz vermemiş olsaydım girebilirdim.


Umarım bu sizin için dert olmaz. İçtenlikle, John Steinbeck John Ernst Steinbeck 1902 yılının 27 Şubat günü California’nın Monterey bölgesindeki Salinas kentinde Alman, İrlandalı ve İngiliz kökenli bir ailenin tek erkek evladı olarak dünyaya geldi. Babası John Ernst Steinbeck muhasebeci, öğretmenlik yapan annesi Olive Hamilton ise sanat ve edebiyat meraklısı bir kadındı. Steinbeck Pasifik kıyılarına yakın olan Salinas vadisinin verimli topraklarında ırgatlarla, çiftçilerle, işçilerle yakın ilişkiler kurduğu bir gençlik geçirdi. Bütün bu deneyimler, ilişkiler belleğine sürekli kaydediliyordu. Annesinin geniş kitaplığını hatmetmiş olan genç John lise yıllarında yazar olmaya karar verdi. Liseden mezun olunca da Stanford Üniversitesinde İngiliz Edebiyatı okumaya gitti. Canı istediğinde derslere giriyor, okulla uğraşmaktan çok yazmakla ilgileniyordu. Sonunda mezun olmasa da üniversiteden ayrıldı, 1925’de ona bir yazarın rüyası olarak görünen New York’a (bir gemiyle Panama Kanalından geçerek) gitti. Ama New York yazarlığına destek olmaktan çok yalnızlığını körükledi. İnşaat işçiliği, muhabirlik gibi bir sürü işte çalışıp para kazanmanın yollarını aradı ama yazarlık serüveni istediği gibi ilerlemiyordu. Buralarda tutunamayacağını anlayınca California’nın sıcak iklimine, verimli topraklarına döndü. Yıl 1933 olduğunda John Steinbeck Salinas’a, Central Avenue üstündeki baba evine dönmüş, Carol Henning’le evli, kendini başarısız hisseden, işsiz bir adamdı. Henüz iki kitabı, Altın Kupa (1929) ve Cennet Çayırları (1932) çıkmış; Bilinmeyen Bir Tanrıya adlı üçüncüsünün yayımlanmasını bekliyordu. İlk üç kitaptan maddi kazancı bin doları bile bulmayacaktı.

Morali yeterince bozuk değilmiş gibi, tam o sıralarda annesi felç geçirdi. Aile, işi gücü olmayan, para da kazanamayan John’un annesinin bakımını üstlenmesini uygun gördü. Annesi hastaneden çıkıp eve getirildiğinde John koca evin oturma odasındaki masanın başına yerleşti, annesinin ona ihtiyacı olmadığı dakikalarda yazmaya koyuldu. Parasız olduğu için babasının bürosundaki defterleri aldı, kullanılmış sayfaları ayırdı, her sayfaya yaklaşık bin kelime sığdıracak biçimde, incecik, karınca duası gibi bir yazıyla defterleri doldurmaya başladı. Dolmakalemle yazmayı tercih ediyordu ama onun da koşulu vardı: Yeşil mürekkep olmayacaktı, mor ya da siyah mürekkebi tercih ederdi. Bütçesi ona da elvermiyorsa masasına oturmadan önce uçları iyice sivriltilmiş kurşun kalemleri önüne dizer, ondan sonra çalışmaya başlardı. Amerikan edebiyatında öykücülüğün çok parlak bir dönemiydi. Yayımlayacak dergilerin çokluğu, ödemenin daha kolay yapılması, okuyucuya ulaşma olanakları yüzünden birçok yazar öykü yazmayı tercih ediyordu. Başta Harper’s Magazine olmak üzere, North American Review, The Atlantic Monthly ve daha birçok dergi ekonomik kriz nedeniyle kitap almaya gücü yetmeyenlere ucuza okuma olanağı sunuyor, yazarlar da bundan yararlanıyordu. 1933 yılında Steinbeck annesinin hasta yatağıyla babasının eski defterleri arasında gide gele önce Al Midilli öykülerini bitirdi, sonra Uzun Vadi’de yer alan en karanlık öykü olan Cinayet’i yazdı. Bunları “Krizantemler” takip etti. The Atlantic Monthly öykü başına 45-50 dolar ödese de Steinbeck’i paradan çok öykülerin yayımlanması ilgilendiriyordu. 1934 yılı sonunda Uzun Vadi’nin tüm öyküleri tamamlanmıştı. Viking Press ancak 1938 yılının yaz başlarında kitabı yayımladı. Sonuç şaşırtıcıydı: Temmuz sonuna gelindiğinde Uzun Vadi 8000 adet satmıştı.

Ama Steinbeck çoktan öykücülükten romancılığa geçmişti. Birbiri ardına, onu unutulmaz yazarlar arasına katacak romanlar yazdı. John Steinbeck dünya edebiyatına 16’sı roman, altısı araştırma, beşi öykü olmak üzere 27 kitap armağan etti. Fareler ve İnsanlar, Gazap Üzümleri, İnci, Sardalye Sokağı, Cennetin Doğusu gibi romanlar, edebiyat dünyasının Steinbeck’i; toplumsal meselelere yakından ilgi gösteren, hem toprakta hem de kentte çalışanların dünyasındaki adaletsizlikleri, haksızlıkları dile getiren, zengin California insanlarını başarıyla anlatan bir yazar olarak tanımasına ve ödüllendirmesine yol açtı. Başta Viva Zapata ve East of Eden (Cennetin Doğusu, James Dean’in ilk filmi) olmak üzere Hollywood için senaryolar yazdı. 1940’da Pulitzer Ödülü, 1962’de Nobel Edebiyat Ödülü aldı. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere birçok ülkeye seyahat etti ama ruhen California’dan hiç kopmadı. Steinbeck’in toplumsal duruşu 1950’lerden sonra değişti. Özellikle “kahramanca bir mücadele” olarak nitelendirdiği Vietnam savaşına muhabir olarak gitmesi, Lyndon Johnson’la yakın dostluğu, CIA için çalışmak üzere başvurması onun liberal çevrelerdeki itibarını sarstı. Yaşamının son yıllarında, yaklaşık 60 yaşından sonra hiçbir kitap yayımlamadı. 1968’de New York’ta kalp yetmezliğinden 66 yaşında öldü. Zeynep Avcı, Yalın Karabey KRİZANTEMLER Kışın koyu gri sis perdesi Salinas Vadisi’nin gökyüzüyle ve dış dünyayla olan ilişkisini kesmişti. Sis, vadinin etrafını saran dağların üstüne oturmuştu. Kocaman vadi bu haliyle kapağı kapalı bir tencereye benziyordu. Vadinin geniş, engebesiz tabanında pulluğun demiri derin kazmış, kara toprağın parçalara ayrıldığı yerlerde madeni pırıltılar yaratmıştı.

Salinas nehrine bakan dağın eteklerine kurulu hayvan çiftliklerindeki anızlık topraklar güneşin soğuk ve solgun sarı ışığıyla boyanmış gibi olurdu ama şimdi, yani Aralık ayında vadide güneş ışığına rastlamak pek olacak şey değildi. Nehir boyunca uzanan sık söğüt dizisi keskin, parlak sarı yapraklarıyla alev alev parlıyordu. Sessizlik ve bekleyiş zamanıydı. Hava serin ve yumuşaktı. Güneybatıdan esen hafif rüzgâr çiftçileri yakın zamanda yağmur yağacağına dair biraz ümitlendirmişti ama sis varken yağmur yağmazdı ki. Henry Allen’ın nehre bakan tepedeki çiftliğinde yapacak pek fazla iş yoktu; samanlar kesilmiş, depolanmış, bahçeler çapalanmış, yağmurun iyice nüfuz etmesi için nadasa bırakılmıştı. Yüksek tepelerdeki sığırlar semirmiş, postları kalınlaşmıştı. Çiçek bahçesinde çalışmakta olan Elisa Allen tepeden aşağı baktığında kocası Henry’nin takım elbiseli iki adamla konuştuğunu gördü. Üç adam da ayaklarından birini küçük Fordson’a [1] dayamış duruyordu. Konuşurken bir yandan sigara içiyor öte yandan traktörü inceliyorlardı. Elisa bir süre onları izledikten sonra işine döndü. Otuz beş yaşındaydı. Yüzü ince ve sert hatlı, gözleri su gibi berraktı. Giydiği bahçe kıyafetlerinden dolayı sakar, hantal bir görüntüsü vardı; başında gözlerini örten siyah bir erkek şapkası, ayağında kalın, sağlam bahçe çizmeleri, üstünde desenli bir elbise vardı; ama elbisesi tırmık, kürek, bıçak ve tohum koyduğu dört büyük cepli fitilli kadife bahçe önlüğünün altında neredeyse kaybolmuştu. Ayrıca ellerini korumak için kalın deri eldivenler giymişti.

Elinde küçük, sağlam bir makasla krizantemlerin geçen yıldan kalan saplarını kesiyor, arada bir dönüp traktör barakasının yanında duran adamlara bakıyordu. Hevesli, olgun ve güzel bir yüzü vardı; makas kullanırken bile fazlasıyla istekli ve azimli hareket ediyordu. Oysa krizantemlerin sapları bu kadar enerji harcamasını gerektirecek kadar sert değildi. Eldiveninin tersiyle gözlerini örten saçlarını arkaya attı, bunu yaparken de yanağına biraz toprak bulaştırdı. Arkasında, boyu neredeyse pencerelere kadar uzanmış kırmızı çiçeklerle çevrili beyaz bir çiftlik evi vardı. Giriş basamaklarındaki tertemiz paspasıyla, cilalı pencereleriyle oturaklı gözüken bir evdi. Elisa bir kez daha dönüp traktör barakasına baktı. Tanımadığı adamlar üstü açık Fordlarına biniyordu. Eldivenlerinden birini çıkararak güçlü parmaklarını eski köklerin arasından büyümeye başlayan yeşermiş krizantem filizlerinin içine daldırdı. Yaprakları aralayıp dip dibe büyüyen köklere baktı. Salyangoz, solucan, fidanbiti ya da tespih böceği yoktu. Av köpeği gibi hassas parmakları böyle haşereleri fazla yayılmadan yok ederdi. Elisa kocasının sesiyle irkildi. Adam sessizce yaklaşmış, çiçek bahçesini sığırlardan, köpeklerden, tavuklardan koruyan tel örgüye dayanmış duruyordu. “Yine iş başındasın,” dedi.

“Yeni mahsul sağlam olacak gibi gözüküyor.” Elisa ayağa kalkarak tekrar bahçe eldivenini giydi. “Evet. Bu yılki sağlam olacak.” Sesinde de çehresinde de azıcık ukalalık vardı. “Bazı şeylere doğuştan yeteneğin var,” diye yorumladı Henry. “Bu yılki sarı krizantemlerinden bazıları neredeyse otuz santim olmuş. Şu bahçeyle de ilgilensen, böyle kocaman elmalar yetiştirsen.” Kadın gözlerini kıstı. “Belki onu da yapabilirim. Bazı şeylere yeteneğim olduğu doğru. Annem de böyleydi. Toprağa ne ekerse tuttururdu. Bunu ‘çiftçi elleri’ne borçlu olduğunu söylerdi.” “Çiçekler konusunda işe yaradığı kesin,” dedi adam.

“Konuştuğun o iki adam kimdi, Henry?” “Hah, ben de sana onu söylemeye gelmiştim. O adamlar Western Meat şirketindendi. Üç yaşındaki danalardan otuz tanesini onlara sattım. İstediğim parayı da verdiler sayılır.” “İyi,” dedi kadın. “Aferin sana.” “Ve düşündüm ki,” diye devam etti. “Bugün cumartesi ya, Salinas’ta bir lokantaya yemeğe gideriz, oradan da sinemaya. Kutlamaya yani.” “İyi,” diye tekrarladı kadın. “Yani, evet, iyi olur.” Henry şakacı bir sesle “Bu gece dövüşler var. Dövüş izlemek ister misin?” diye sordu. “Of, hayır,” dedi kadın sıkıntıyla. “Dövüşlerden hoşlanmam.

” “Şaka yapıyordum, Elisa. Filme gideriz. Bakalım… Şimdi saat iki. Scotty ile birlikte şu tepeden öküzleri indireceğiz. Herhalde o iş iki saat filan sürer. Saat beş gibi kasabaya inip Caminos Oteli’nde akşam yemeği yeriz. Nasıl, hoşuna gitti mi?” “Tabii ki hoşuma gitti. Dışarıda yemek iyi oluyor.” “Tamam o zaman. Gidip iki at getireyim.” “Şu çiçek grubunu başka yere aktarmak için yeterli zamanım var herhalde,” dedi kadın. Kocasının Scotty’yi ahıra çağırdığını duydu. Biraz sonra da iki adamın öküzleri aramak için soluk sarı renkli tepeye çıktıklarını gördü. Krizantemleri köklendirmek için ayırdığı küçük, kare biçiminde bir kumlu toprak yatağı vardı. Kadın toprağı küçük küreğiyle karıştırıp altını üstüne getirdikten sonra düzeltti, üstüne vurarak sertleştirdi.

Ardından on tane birbirine paralel hendek kazdı. Krizantem yatağından birkaç küçük filiz çıkarıp yapraklarını makasla ayıkladıktan sonra yan yana dizdi. O sırada yoldan tekerlek gıcırtıları ve nal sesleri geldi. Elisa başını kaldırdı. Köy yolu, nehir kenarındaki sık söğütler ve kavaklar boyunca devam ediyordu. İşte bu yoldan tuhaf birinin sürdüğü, tuhaf bir araç geliyordu. Üzerine biçimsiz bir branda gerilmiş eski, yaylı bir yük arabasıydı bu. Arabayı yaşlı, kahverengi bir atla küçük, grili beyazlı bir eşek çekiyordu. Kirli sakallı bir adam çuhanın önünde oturmuş, bu neredeyse sürünerek ilerleyen ekibi yönetiyordu. Arabanın altında, arka tekerlerin arasında sıska, uyuz, kırma bir köpek uyuşuk uyuşuk yürüyordu. Brandanın üstüne özensiz bir el yazısıyla, çarpık harflerle “Tencereler, tavalar, bıçaklar, makaslar, çim biçme makinaları onarılır” yazılmıştı. İki satır onarılacaklar listesi, altında da gururla, göze batsın diye kalın yazılmış “onarılır” lafı. Harflerin alt ucundaki siyah boya düz çizgiler halinde akmıştı. Yerde çömelmiş duran Elisa vidaları gevşek, çılgın arabanın geçişini izledi. Fakat araba geçip gitmedi.

Sekiz çizerek dönen eski, çarpık tekerleri öterek kadının evinin önündeki çiftlik yoluna girdi. Sıska köpek tekerlerin arasından fırlayarak ileri koştu. Çiftliğin iki bekçi köpeği de anında ona doğru atıldı. Sonra üçü birden kuyruklarını yay gibi havaya dikti, sıska bacaklarını gerip elçilere özgü bir soylulukla bir süre durduktan sonra ağır ağır, nazikçe birbirlerini koklayarak daireler çizmeye başladılar. Yük arabası Elisa’nın bahçesini çeviren tel örgünün yanına gelerek durdu. Arabaya eşlik eden köpek azınlıkta olduğunu fark ederek kuyruğunu indirdi, ensesini kabartıp dişlerini göstererek arabanın altına çekildi. Arabanın önünde oturan adam seslendi. “Kavgaya girişti mi fena bir köpeğe dönüşür.” Elisa güldü. “Öyle olduğu anlaşılıyor. Sık sık kavga eder mi?” Adam yankı yapar gibi candan bir kahkahayla kadına eşlik etti. “Bazen haftalar boyu etmez,” dedi. Sert hareketlerle kalkarak aşağı indi. Atla eşek sulanmamış çiçekler gibi boyunlarını bükmüşlerdi. Elisa onun çok iri bir adam olduğunu fark etti.

Saçı sakalı epeyce ağarmış olsa da yaşlı göstermiyordu. Üstündeki eskimiş, kırışmış siyah takım yağ lekeleriyle doluydu. Kahkahasının kesilmesiyle birlikte suratındaki ve gözlerindeki gülüş de bir anda kaybolup gitti. Şimdi yüzüne nakliyecilerin ya da denizcilerin suratlarındaki dalgınlık ve karanlık çökmüştü. Tel örgünün üstündeki nasırlı elleri çatlamış, her çatlağı kara bir yarığa dönüşmüştü. Yıpranmış şapkasını çıkardı. “Normal yolumdan çıktım da, hanımefendi,” dedi. “Şu toprak yol nehrin üstünden geçip Los Angeles anayoluna bağlanıyor mu?” Elisa ayağa kalkarak iri makasını önlüğünün cebine soktu. “Şey, evet, tabii ki bağlanıyor ama biraz dolandıktan sonra nehrin içindeki sığlık yerden karşıya geçmek gerekiyor. Hayvanlarınızın o kumluğu aşabileceğini sanmam.” Adam sert bir tavırla “Bu canavarların nereleri aştığını görseniz şaşarsınız,” diye yanıt verdi. “Adımlarını atmaya görsünler, yani.” Adam bir an gülümsedi. “Evet. Adım atmaya görsünler.

” “Pekâlâ,” dedi Elisa. “Salinas yoluna dönerek oradan anayola bağlansanız bence biraz zaman kazanabilirsiniz.” Adam parmağını tel örgüden aşağı kaydırarak “Acelem yok ki, hanımefendi. Seattle ile San Diego arasında her yıl gidip gelirim ben. Tüm zamanımı alır bu. Altı ay o yöne, altı ay da öteki yöne gider, gelirim. Mesele güzel havaları izlemek,” dedi. Elisa eldivenlerini çıkarıp önlüğünün cebine, makasın yanına soktu. Kafasındaki erkek şapkasının altını yoklayarak saçları dışarı kaçmış mı diye baktı. “Hoş bir hayat tarzı gibi geliyor insana,” dedi. Adam güvenle tele yaslandı. “Arabanın üstündeki yazıyı görmüşsünüzdür belki. Kap kacak onarır, bıçakları, makasları bilerim. Yapılacak böyle işleriniz var mı?” Kadın çabucak “Ah, hayır, hiç öyle bir iş yok,” dedi. Bakışları itirazın şiddetiyle sertleşmişti.

Adam “En fenası makastır,” diye açıkladı. “Çoğu insan bileyeceğim diye makasları mahveder ama ben nasıl yapılacağını iyi bilirim. Özel bir aletim var. Küçük, maharetli bir şey, patentini de aldım. İşimi görüyor.” “Hayır. Makaslarımın hepsi keskin.” “Peki öyleyse. Ya sahanlar?” diye hevesle lafına devam etti adam. “Diyelim ki yamulmuş ya da delinmiş bir sahanınız var. Ben onu yepyeni bir hale sokabilirim, böylece yenisini almaktan kurtulursunuz. Sizin için tasarruf olur.” Kadın kısaca “Hayır,” diye cevap verdi. “Emin olun, size verecek böyle bir işim yok.” Adamın suratına abartılı bir hüzün ifadesi çöktü.

Sesine de örtük bir sızlanış eklendi. “Bugün hiç çalışamadım. Belki de akşam yemeği yiyemeyeceğim. Yani her zaman kullandığım yoldan çıkmışım da, ondan. Yoksa Seattle ile San Diego anayolu civarında yaşayanları tanırım. Onlara para kazandırdığımı bildiklerinden bilenecek şeylerini hep bana saklarlar.” Elisa huzursuzca “Üzgünüm,” dedi. “Size yaptıracak işim yok.” Adamın bakışları kadının yüzünden yere döndü, biraz sağda solda dolaştıktan sonra kadının krizantemlerle uğraştığı çiçek tarhına odaklandı. “Şu bitkiler nedir, hanımefendi?” Elisa’nın yüzündeki huzursuzluk ve direniş bir anda eriyiverdi. “Ha, onlar mı? Krizantemler, dev gibi beyazlar ve sarılar. Her yıl yetiştiririm; bu civarda yetiştirenler içinde en büyükleri hep benimkiler olur.” “Uzun saplı bir çiçek midir bu?” diye sordu adam. “Çiçeği ‘puf’ diye bir anda beliren renkli dumanlara benziyor.” “Aynen öyle.

Ne güzel tanımladınız.” “Alışana kadar biraz kötü kokarlar,” dedi adam. “Güzel ve acı bir kokudur o,” diye atıldı kadın. “Hiç de kötü değildir.” Adam çabucak ağız değiştirdi. “Ben de severim zaten.” “Bu yıl yirmi beş santimlik çiçeklerim oldu,” dedi kadın. Adam telin üstünden içeri doğru biraz daha eğildi. “Bakın. Yolun biraz aşağısında bir hanım yaşar, görüp görebileceğiniz en güzel bahçeye sahiptir. Bahçesinde her tür çiçek vardır ama bir tek krizantem yok. Geçen sefer oradayken bakır altlıklı küvetini tamir ediyordum da –zor iştir ama ben iyi yaparım– bana ‘Olur da güzel krizantem çiçeklerine rastlarsan bana tohumundan birkaç tane alıver’ dediydi. Evet, aynen böyle demişti.” Elisa’nın gözleri ilgiyle büyüdü. “O hanım krizantemler hakkında fazla şey bilmiyor herhalde.

Tohumdan yetiştirilebilirler ama şurada gördüğün küçük kökleri dikmek çok daha kolaydır.” “Tüh!” dedi adam. “Ona götüremem öyleyse.” “Olur mu? Tabii ki götürebilirsin,” diye haykırdı Elisa. “Birkaç tanesini nemli kumla dolu bir saksıya koyarım, öylece götürürsün. Kumunu nemli tutarsan saksının içinde kök bile salarlar, götürdüğünde hemen toprağa dikebilir.” “Bunlardan mutlaka isteyecektir, hanımefendi. İyidir bunlar diyorsunuz, öyle mi?” “En güzellerinden,” dedi kadın. “Ah, o kadar güzeller ki.” Gözleri parıldadı. Eski şapkasını başından sertçe çıkararak koyu renkli, gür saçlarını saldı. “Bunları bir saksıya koyayım, hemen götürürsün. Bahçeye gel istersen.” Adam teli geçip içeri girerken Elisa sardunyaların arasında oluşmuş patikadan heyecanla evin arkasına doğru koştu. Biraz sonra elinde büyük, kırmızı bir saksıyla döndü.

Artık eldivenler unutulmuştu. Fide bahçesinin yanında diz çökerek kumlu toprağı parmaklarıyla kazıp yeni saksıya birkaç avuç koydu. Ardından hazırladığı küçük filizleri alarak güçlü parmaklarıyla kumlu toprağa gömdü ve yumruğuyla yanlarına iyice bastırdı. Adam başında duruyordu. “Ne yapman gerektiğini anlatacağım,” dedi. “Unutma ki o hanımefendiye söyleyebilesin.” “Tamam, aklımda tutmaya çalışırım.” “Peki öyleyse. Bunlar bir ay içinde kök salacak. Sonra da çıkarıp şunun gibi kaliteli toprağı olan bir yere otuzar santimlik aralıklarla dikmesi lâzım.” Bir avuç koyu toprağı kaldırarak ona gösterdi. “O zaman hızla büyürler, boyları da uzun olur. Şunu unutma: Temmuzda yerden yirmi santime kadar budanmaları gerekir.” “Çiçek açmadan mı?” diye sordu adam.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir