Jules Michelet – Ronesans

Sevimli Rönesans sözcüğü “güzel”in âşıklarına ancak yeni bir sanatın gelişini, düşlemgücünün serbest gelişimini anımsatır. Rönesans, bilgin için, eskiçağ bilgilerinin yenileştirilmesi; hukukçular için de, eski âdetlerimizin alt üst oluşu üzerinde ışığın parıldamasıdır. Hepsi bu mu? Kavgacı bir dinbilimin dumanları arasında Raffaello’nun Orlando’su, Arap mimarlığı tarzındaki yapıtları, Jean Goujon’un su perileri, dünyanın geçici isteğini karşılıyorlar. Birbirinden çok farklı olan üç anlayış -sanatçı, papaz, kuşkucu- bu büyük çağın bileşkesinin böyle olduğunda birleşiyorlar. Montaigne’in “ne bileyim”inde Pascal’ın gördüğü şey bundan başka bir şey değildi. Bossuet de Variation’larını bu anlayışla yazmıştı. Demek ki, bu kadar karışık, bu kadar geniş, bu kadar hararetli bir devrimin bu görkemli çabası, yalnızca hiçliğe varacaktı? Bu derece büyük bir tasarı sonuçsuz kaldı. İnsan düşüncesi için bundan daha cesaret kırıcı ne olabilir? Bu peşin yargı sahipleri, gerçekte küçük ama önceki çağlardan çok bu çağın malı olan iki şeyi unutuyorlardı: Dünya’nın keşfi, insanın keşfi. XVI. yüzyıl, büyük ve doğal gelişmesi içinde, Colombo’dan, Copernic’ten Galileo’ya, yerin keşfinden göğün keşfine kadar uzanır. İnsan, bu yüzyılda kendi benliğini yeniden bulmuştur. Vesale ile Servet, insana yaşamın sırrını açıklarken, insan beri yandan Luther, Calvin, Dumoulin, Cujas, Rabelais, Montaigne, Shakespeare, Cervantes ile manevi varlığın sırlarına ermiştir. Doğanın esasını anlamaya çalışmış, adalete, mantığa dayanmaya başlamıştır. Kuşkucular inancı sağlamaya çalışmışlar ve içlerinden en cesuru kendi Emel Tapınağı’nın kapısına “İçeri girin ki, gerçek inanç kurulsun” tümcesini yazmıştır. Yeni inancın dayandığı temel, gerçekte, derindir; çünkü, yeniden ortaya çıkarılan Eskiçağ, kendisini duygu bakımından Yeniçağ’a benzetmekte, yeni yeni anlaşılmaya başlayan Doğu, bizim Batı’ya elini uzatmakta, nihayet zamanda ve mekânda insanlık ailesini oluşturan öğelerin mutlu kaynaşması başlamaktadır.


II. Rönesans dönemi Garip, doğa dışı ve son derece yapay bir durum gösteren Ortaçağ’dan yana ileri sürülebilecek tek kanıt, süresinin uzunluğu ve doğaya dönme konusundaki sürekli direnişidir. Ama, sarsıldığı ve koparıldığı halde hep canlanan şey doğal değil de nedir? Derebeyliğe bir bakın, toprağa nasıl sıkı sıkıya bağlıdır. XIII. yüzyılda yok olmuş gibi görünürse de XIV. yüzyılda yeniden canlanmıştır. XVI. yüzyılda bile “la Ligue” adı verilen anlaşma onu hortlatmış, soylular sınıfı da Büyük Devrim’e kadar derebeylik kâbusunu yaşamıştır. Papazlar sınıfına gelince durum daha beterdir. Hiçbir önlem işe yaramadı. Hiçbir darbe onun hakkından gelemedi. Zamanın eleştiri ve ileri düşüncelerinin saldırısına, alttan alta, eğitim ve göreneklerden aldığı güçle karşı koydu. İşte çoktan beri yok olmuş olmasına karşın büsbütün ortadan kaldırılması güç olan Ortaçağ böyle sürüp gitti. Öldürülmemek için yaşamak gerekir. Ortaçağ kaç kez sona ermedi ki.

Bir defa XII. yüzyılda laik şiir, efsanelerin karşısına otuz kadar destanla çıktığı Abailard, Paris’te okullar açarak ilk eleştiri ve sağduyu denemesine giriştiği zaman son buldu. Ortaçağ, XIII. yüzyılda, aşırı bir mistisizm, tarihi İncil’in yerine ebedi İncil’in ve İsa’nın yerine Ruh-ül- Kudüs’ün geçtiğini ilan ettiği zaman sona erdi. O, XIV. yüzyılda Dante üç âlemi (cennet, cehennem, araf) Tanrısal Komedya’sına alıp düşlem âlemini insana yaklaştırdığı, değiştirip kapadığı zaman sona erdi. Ortaçağ, kesin olarak XV. ve XVI. yüzyıllarda, basımcılık, Yunan ve Roma uygarlığı, Amerika, Doğu ve gerçek dünya sisteminin keşfi, göz kamaştıran ışıklarını kendi üzerine çevirdiği zaman can çekişmeye başladı. Bu çağın uzun sürmesinden nasıl bir sonuç çıkarmak gerekir? Her büyük kurum, her sistem bir kez egemen olup dünya yaşamına karıştı mı, sürekli olur, dayanır, ölümü uzun sürer. Paganlık Cicero zamanından başlayarak sarsılmışken, Julien zamanında ve Théodose’dan sonra da sürüklenip gitti. Nüfus yazmanı, isterse ölüm tarihini görkemli cenaze alaylarının cesedi toprağa bıraktığı gün olarak kaydetsin. Tarihçi, bu ölüme, yaşlının verimli çalışmasını yitirdiği günün tarihini koyar. Bir kitaplığa girin, Mabillon’un Acta Sanctorum’unu, yüzyıldan yüzyıla, kuşaktan kuşağa, halk icadının üstüste gelen birikimlerini, zamana göre barbar merhametinin çocukça görünümlerini, o yerin tanrısını, mesihini vermiş olan bu binlerce ermişin tarihini içine alan bu büyük kitabı isteyin. Her şey, XII.

yüzyılda biter. Kitap bitince de, tükenmez sanılan bu bereketli çiçeklenme sona eriverir. Fakat denilecek ki, cizvitler çalışmalarını sürdürmüşler. Sayısız ermiş de Bollandiste’lerin oluşturdukları yapıtta yer almıştır. Ayrı düşüncede, tartışmacı ve savaşımcı olan diğer ermişler İsa’ya yardıma geliyorlar, fakat onların sert mistisizmleri İsa’yı dehşete salıyor, korkutuyor. O, Tanrı sevgisine eren San Francesco’nun karşısında irkiliyor, Meryem de, kendi uğrunda ölüm ateşleri hazırlayan, işkenceler düzenleyen şövalyesi İspanyol Saint-Dominique’in karşısında irkiliyor. Bu sert yüzler, insanı ürpertecek derecede, eski Benediktinlerle karşıttırlar. Cehenneme ve dinsizliğe ilençler yağdıran bu insanların bu davranışlarında, şiddetli sözlerinde, allak bullak olmuş yüzlerinde cehennemlik bir anlatım olduğu yargısına varılır. Ruhaniler Meclisi’nin kararlarına bakın. Bunlarda, destanlarda olduğu kadar değişiklikler bulursunuz. Eski kararlar, genel olarak kurumlarla ve yasa koymayla ilgilidir. Büyük Latran Ruhani Kurulu’ndan sonra gelenler ise, tehditler, korkutmalar, şiddetli cezalarla doludur. Bir kolluk örgütü kuruluyor, kilise korkutma yollarına sapıyor. Kiliseden bereket çıkıyor. Son çabalarının sonucu, bir yandan kiliseye utkular kazandırırken, öbür yandan yeni yeni tehlikeler yaratmak olmuştur.

Abailard’a karşı onu başarıyla savunan SaintBernard, ona mantık ve eleştiriye karşı apaçık bir başarı kazandırmıştır. Bu hangi güçle elde edilmiştir? Yüzyılın sonlarından başlayarak Joachim de Flore’a müthiş bilicilikler, İncil’in yorumcusu Jean de Parme’ye de öğütlerini esinlendiren mistisizmle. O ana kadar papaz duvarcıların elleri altında dinsel nitelikte olan sanat, sonraları laik bir nitelik kazandı. Kilisenin buyruğunda çalışan sıradan duvarcıların eline geçti. Alçakgönüllü bir kitle oluşturan bu duvarcılar, kilisenin koruması altında hiçbir kayda bağlı olmayarak görkemli yapılar yükselttiler. Bunların içinde belirsiz bir düşleme dalan insanın göğsü serbest soluklarla geniş soluk alma olanağını buldu. Oluşturulan şeyler bundan mı ibaretti? Hayır. Tapınağı, hâlâ payanda ve dayanma duvarları üzerinde güçlükle tutunduran Gotik tarzdan ayrılan Rönesans, payandasız, akılcı ve hesaba dayanan mimarlığı yaratmaya başlıyor. Bu mimarinin ilk örneğini Brunelleschi, Floransa’daki Santa Maria kilisesiyle veriyor. Bir sanat sönüyor ve bir başka sanat doğuyor; ortada hiçbir ara yok. Skolastiğin yaşarlığı daha azdır. O bir daha doğmamak üzere ortadan kalkmıştır. Abailard’ın bıraktığı noktaya yeniden dönerek Ockam onun ömrüne son vermiştir; onun en büyük ve en son utkusu beşiğine dönmek olmuştur. Ortaçağ’ın bilimi hakkında ne düşünmeli? Bu varsa ancak düşmanları olan, Araplar ve Yahudilerin çalışmalarıyla var olmuştur. XII.

yüzyılda ciddi olan, matematik bilimler, yararsız bir astrolojiye, “carrés magique” (remil gibi bir sihir oyunu anlamına gelebilirKB) ticaretine çevrilmiştir. Roger Bacon’un zamanında akla uygun olan kimya, bir simya, bir saçmalama durumuna gelmiştir. Büyücülük XV. yüzyılda, korkunç karanlıklarını artırmıştı. Bilgi ışığı dehşet verici bir biçimde sönüyordu. Basımcılıkla birlikte yeniden doğacağını sanmamalı; basımcılık, etkisini yavaş yavaş göstermiştir. Bunu ilerde kanıtlayacağız. Bu büyük ve yansız güç önce bütün zümrelere, bilgi dostları kadar, düşmanlarına da yardım etmiştir. Yeter derecede söylenmemiş olan bir şeyi açıkça söyleyelim, Fransız Devrimi, formüllerini felsefe bilimiyle yazılı ve hazır bulmuştur. O zamanın felsefesi ortadan kalktıktan yüzyıl sonra olan XVI. yüzyıl devrimi, inanılmayacak bir yoklukla karşılaşmış ve hiçten yola çıkmıştır. O büyük bir istencin kahramanca atılımı olmuştur. XIX. yüzyılın büyüklüğünü yapan ortak güçlerine çok güvenen kuşaklar; insan türünün güç aldığı canlı kaynağı, yalnızca kendisinin dünyadan daha fazla bir varlık olduğunu duyumsayan ve kurtuluşu için komşudan ödünç yardım beklemeyen ruh kaynağını görmeye gelin. XVI.

yüzyıl bir kahramandır. III. XII. yüzyıldan XV. yüzyıla kadar düzenin kuruluşu ve bireyin güçten düşmesi Seçkin tarihçiler dinsel ve laik yönetimin bu dört yüz yıl içinde nasıl örgütlendiğini ya da yok olduğunu, düzen ve güvenliğin nasıl kurulduğunu çok iyi bir biçimde anlatmışlardır, yalnızca o zaman dinde, yazında ortaya çıkan gerileme devinimini, karakterin ve ruhu harekete getiren güçlerin etkilerini yitirişlerini açıklamamışlardır. Bütün Avrupa’ca öykünülmüş olan XII. yüzyılın destanlarından tutun da Roman de la Rose’un tatsızlığına, Villon’un hüzünlü neşelerine kadar, ne büyük gerileme. Yazın tarihçileri özellikle M. Fauriel, pek yerinde olarak “XII. yüzyıl günün doğuşu, XIV. yüzyıl da günün batışıdır” demişlerdi ya. XV. yüzyıl için ne demeli? Siyasi tarihçilerin en çok övdükleri kölelikten kurtuluş olaylarının çoğalışı, kentsoylu sınıfının genişlemesi ve zenginleşmesi, bir sınıftan ötekine yükselmenin kolaylaşması olguları, sanıma göre, ahlaki bir sonuca varmalıydı; ruhu güçlendirmeli, büyüklüğünün yepyeni anlamıyla, onda var olan ilahi gücü geliştirmeli, ona yaratıcı bir güç ve esin vermeliydi. Bununla birlikte o zaman uygar özgürlüğün gözle görülür hiçbir sonucu ortaya çıkmadı. Eşya gibi davranılan insana, artık insan gibi davranılmaya başlanıyor.

Ama bununla ne kazanıyor? Bir şey kazandığı varsayılsa bile, bu fark edilmiyor. O, yine kavruk kalıyor ve kısırlaşıyor. Etkileri altında bulunduğu bu süre içinde ne gibi bir olay olmuştur? Kilise, hiçbir zaman eşi görülmemiş korkunç bir kolluk gücüyle donanmış bir monarşi, bir hükümet olmuştur. Piskoposluğun zayıflığı üzerine kurulmuş olan Papalık gibi, tımarların düşmesi üzerine kurulan monarşi, laik meclisleri, yorum getiren ruhani başkanlığı bulunan bir çeşit kilise halini almıştır. Böylece Tanrının yardımıyla iki hükümet, yanılmazlığı ilahi karakteri gösteren iki tür ölümlü tanrı ortaya çıktı. Onlara inananlar Tanrı erkinin kendilerinde cisimleştiğini duyarlar. Yaşayan yasa, yetkin olmayan bir bireyde nefse egemen olmayı sağlamış ve bir hiçte, bir Tanrı bu âlemin yeni mezhebi olmuştur. İki tanrının monarşik mihrabı, Ortaçağ’ın kollektif devletlerden deneyebildiğinin, ruhani meclislerin komün ve belediyelerin, büyük federasyonların, Lombardia anlaşmalarının, imparatorluk diyet meclislerinin, Fransa “Etats Generaux”larının yıkıntıları üzerine kurulmuştur. Bütün bunlar XV. yüzyılda mezarda gömülüdür. İki biçimiyle (Papa ve Kıral) cisimleşme her yerde üstün gelmiştir. Mistisizm her yeri kaplamıştır. Mantığa yer kalmamıştır. Origene’in kendisine uyguladığı işlem için, insan zekâsının bu dönemde uğradığı işlemin aynıdır denilmiştir. O işlemledir ki doğa hiçbir zaman sönmeyecek olan yaşam verimli XVI.

yüzyılda vahşi bir enerjiyle ayaklanmıştır. M. Guizot komünlerin düşmesiyle bir şey yitirdiğimizi sanıyor. Yitirilen şey; XII. yüzyılın komün yönetimini Frederic Barberousse’dan daha güçlü yapan ve XV. yüzyıl kentsoylusuyla birlikte tamamen ortadan kalkan ruh, yani kişiye güven, büyük dayanma gücü, nefse güven gibi güzel huylardır. M. Augustin Thiery, Cabochienler partisinin 1413 yılında denediği yönetim kalkınmasını hayranlıkla karşılamakla birlikte, altmış yıl önce olan Marcel devrimine oranla onda bir ilerleme görmektedir. Bu derece alçalmış ve düşmüş olan kamu çıkarını koruma anlayışının onun dikkatini çekmediği sanılır. Çünkü o siyasi kadroyu değiştirmeksizin, yönetim mekanizmasına düzen verilebileceğini sanıyor. Yaşam boyu koşuluyla sürebilen bir hükümetin bayrağı altında, Jean’ın şaşkınlığı ve VI. Charles’ın deliliği arasında ciddi hangi düzeltme olabilir? XIV. yüzyıl, kötülüğün nerede olduğunu seziyor ve çarenin nerede bulunduğunu araştırıyor. XV. yüzyıl ise artık bunu hiç düşünmüyor.

Öykülerinin başında, yarı budala olduğunu itiraf eden zavallı Frédégaire’nin ahmaklığı XV. yüzyılın birçok anıtlarında kendini yeniden gösterir gibidir; ve Merovingien papazlarından herhangi birinin Molinet’nin uyaklarındaki yavanlığa erişebilmiş olup olmadığını bilmiyorum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir