Jules Verne – On Bes Yasinda Bir Kaptan

2 Şubat 1873, Yelkenli Pilgrim, Greenwich meridyeninin 165° 19′ batı boylamında, 43° 57′ güney enleminde bulunuyordu. Dört yüz tonilatoluk gemi, güney denizlerinde balina avına çıkmak için San Fransisco’da donatılmıştı. Kaliforniyalı zengin bir armatöre aitti; armatör James-W.Weldon, uzun yıllardan beri geminin kumandasını Kaptan Hull’a emanet etmişti. Pilgrim bu armatör filotillasının en küçük ama en iyi gemilerinden biriydi. James-W.Weldon onu her mevsim Behring Boğazının ötesine, Kuzey denizlerine, Tazmanya ya da Fiom Burnu sularına, Antarktika Okyanusuna gönderirdi. Yol alışı olağanüstü, donanımı mükemmeldi. Bu sayede, az sayıda adamla güney yarımkürenin bankizlerinde tehlikeye atılabiliyordu. Tayfalar anlatırdı. Kaptan Hull yaz aylarında buz parçalarının arasından sıyrılmasını becerirmiş. Zira buz parçaları yaz mevsimi boyunca Yeni Zelanda ya da Bonne-Esperance Burnu’ndan geçerler, yerkürenin kuzey denizlerine nazaran daha alçak bir bölgeye ulaşırlar. Aslında, bunlar daha etkisiz buzdağlarıdır; çarpmalar sonucu aşınmış, sıcak suların etkisiyle kemirilmişlerdir. Bunların büyük çoğunluğu Pasifik ya da Atlantik’te eriyip gider. İyi bir denizci olduğu kadar filotillanın en becerikli zıpkıncılarından biri olan Kaptan Hull’un kumandası altında, beş tayfa ve bir muçodan oluşan bir mürettebat bulunuyordu.


Balina avı için bu sayı azdı; zira bu av hayli yeterli sayıda bir personeli gerekli kılardı. Hem saldırı teknelerinin manevrası için, hem de yakalanan hayvanların parçalara ayrılması için biraz kalabalık gerekiyordu. Fakat bazı armatörleri örnek alan James-W.Weldon’a göre bu tayfa sayısı ekonomikti. Geminin işletilmesi için ona yeterli görünmüştü. Yeni Zelanda’da zıpkıncılar eksik sayılmazdı, her milleten denizciler, asker kaçakları bulunurdu. Bu adamlar mevsimlik kiralanmayı bekler ve balina avcılığı işini ustalıkla becerirlerdi. Avlanma mevsimi sona erince, ücretleri ödenir, karaya çıkarılırlardı. Daha sonra, balina avlama gemilerinde çalışmak amacıyla bir dahaki yılı beklerlerdi. Bu yöntem sayesinde, iş arayan denizcileri en iyi biçimde kullanma fırsatı bulunur, onların işbirliği çok yararlı olurdu. Pilgrim’de aynı yöntem kullanıldı. Gemi güney kutbu dairesinde sezonu bitirmişti. Gelgelelim, yağ fıçılarını dolduramamış, yeterli miktarda balina dişi toplayamamıştı. Daha o tarihte bile, avlanma zorlaşıyordu. Aşırı şekilde avlanan balinalar seyrekleşiyordu.

Kuzey Denizinde “Nord-caper” adıyla tanınan balinayla Güney denizlerinin “Sulpher-boltone”u yok olmaya yüz tutmuştu. Balıkçılar jubarte (kambur balina) üzerine yoğunlaşmak zorunda kalmışlardı. Bu memeli hayvanın saldırıları tehlikelidir. Bu deniz seferi sırasında, Kaptan Hull da aynı şeyi yapmayı düşünmüştü. Ancak daha uzak bölgelere gitmeyi hesaplıyordu. Gerekirse, Clarie ve Adélie topraklarına kadar uzanacaktı. Bu toprakların keşfi tartışmalı biçimde Amerikalı Wilkes’a mal edilmiştir. Ne var ki kesinlikle Astrolabe ve Zéléé’nin ünlü amirali Fransız Dumont d’Urville’e aittir bu keşif. Kısaca, Pilgrim için sezon pek iyi sayılmazdı. Ocak ayı başında, yani güney yazının ortalarına doğru, balina avlama gemilerinin geri dönüş zamanı henüz başlamamasına rağmen, Kaptan Hull avlanma yerlerini terk etmek zorunda kaldı. Takviye aldığı mürettebat -değersiz adamlar topluluğubirtakım mazeretler ileri sürdü, kaptanı oradan ayrılmaya zorladı. Bunun üzerine, Pilgrim kuzeybatıya, Yeni Zelanda topraklarına yöneldi. 15 Ocak’ta, Auckland’ın limanı Waitemata’ya vardı. Liman Chouraki Körfezi’nin dibinde, kuzey adasının kıyısında bulunuyordu. Kaptan sezonluk kiralanan balıkçıları orada bıraktı.

Mürettebat memnun değildi. Pilgrim stoklarında iki yüz fıçılık yağ noksanı vardı. Nitekim, Kaptan Hull seçkin bir avcının düş kırıklığını yaşıyor, neredeyse ilk kez eli boş dönüyordu. Gururu kırılmış, işi bozulmuştu. Bu seferin işlerini bozan serserileri affetmiyordu. Auckland’dan yeni bir mürettebat toplanması için boş yere uğraşıldı. Bütün serbest denizciler başka balina gemilerine katılmışlardı. Böylece geminin yağ stokunu tamamlama umudundan vazgeçildi ve Kaptan Hull, Auckland’dan kesinlikle ayrılmak için kararını verdi. Tam o sırada, gemide yolculuğa katılmak isteyen birileri daha. Kaptan bu isteğe katlanmak zorundaydı; geri çeviremezdi. Pilgrim armatörünün karısı Misis Weldon, beş yaşındaki oğlu Jack ve akrabalarından kuzen Bénédict, Auckland’da bulunuyorlardı. Ticari işleri nedeniyle ara sıra Yeni Zelanda’yı ziyaret etmek zorunda kalan James-W.Weldon onları da yanında getirmişti. Tekrar San Fransisco’ya geri götürmeyi düşünüyordu. Gelgelelim, tam bütün aile yola çıkacağı sırada, küçük Jack ciddi biçimde hastalandı.

Baba, işleri yüzünden Auckland’dan ayrılmak zorunda kaldı; karısını, oğlunu ve kuzen Bénédict’i şehirde bıraktı. Üç ay akıp gitmişti, -üç aylık ayrılık Misis Weldon için son derece zorlu geçti. Bu arada, küçük oğlu iyileşmişti, Pilgrim’in varışı bildirildiğinde yola çıkabilecek durumdaydı. O tarihte, San Fransisco’ya dönebilmek için Misis Weldon Avustralya’ya giderek okyanusaşırı sefer yapan “Golden Age” kumpanyasının gemilerinden birine binmek zorundaydı. Bu gemiler Melbourne’dan Panama’ya yolcu taşıyordu. Panama’ya ulaştıktan sonra, Kaliforniya’ya düzenli sefer yapan Amerikan buharlı gemisinin hareket zamanını beklemek gerekecekti. Bu arada, bir kadın ve bir çocuk için hayli sıkıcı olacak gecikmeler, aktarmalar meydana gelecekti. Tam bu sırada, Pilgrim Auckland’a uğradı. Kadın hiç tereddüt etmedi ve San Fransisco’ya geri dönmek için kendisini gemiye almasını Kaptan Hull’dan rica etti. Tabii oğlu, kuzen Bénédict ve çocukluğundan beri ona hizmet eden yaşlı zenci kadın Nan da beraberinde gelecekti. Yelkenli bir gemide beş bin kilometre! Ama Kaptan Hull’un gemisinin durumu çok iyiydi ve mevsim Ekvatorun iki tarafında da hâlâ çok güzeldi! Kaptan Hull ricayı kabul etti ve hemen özel kamarasını yolcu kadına verdi. Kırk elli gün sürecek bir seferdi bu. Misis Weldon’un balina gemisinde mümkün olduğu kadar rahat etmesini istiyordu. Bu koşullarda yolculuk yapmanın Misis Weldon açısından bazı avantajları vardı. Tek olumsuzluk yolun uzamasından kaynaklanıyordu; zira Pilgrim Şili’ye uğrayacak, yükünü Valparaiso’da boşaltacaktı.

Daha sonra, Amerikan kıyısı boyunca yol almaktan başka yapacak şey kalmıyordu. Karadan esen rüzgarlar o suları çok zevkli kılıyordu. Misis Weldon zaten yürekli bir kadındı, denizden korkmazdı. Otuz yaşındaydı, güçlü bir sağlığı vardı, uzun yolculuklara alışkındı. Kocasıyla birlikte nice seferler yapmış, nice zorluklara katlanmıştı. Orta halli tonilatolu bir gemide gitmek ve sonu belirsiz olaylarla karşılaşmak onu korkutmazdı. Kaptan Hull’un mükemmel bir denizci olduğunu biliyordu. James-W. Weldon’un da kaptana güveni tamdı. Pilgrim iyi yol alan sağlam bir gemiydi; Amerikan balina gemileri filotillasının en iyilerindendi. Fırsat bu fırsattı. Yararlanmak lazımdı. Misis Weldon fırsatı kaçırmadı. Tabii Kuzen Bénédict de yanında geliyordu. Yaklaşık elli yaşında olan bu kuzen namuslu bir adamdı.

Ama ellili yaşına rağmen, yaşı kadar göstermiyordu. İriyarı değil uzun, zayıf değil inceydi. Yüzü kemikli, kafası kocaman, saçları gürdü. Bütün kişiliğinde, altın gözlüklü bilginlere yaraşan bir yan vardı. İyi huylu, hırçın olmayan, bütün yaşamı boyunca kocaman çocuk kalan ve ömrünü çok yaşlı tamamlayan, ağzı süt kokarak ölen yüz yıllıklardan birine benziyordu. “Kuzen Bénédict,” (ailesinden olmayanlar bile onu böyle çağırırlardı; gerçekten herkesin kuzeni sayılacak o iyi insanlardan biriydi). Kuzen Bénédict uzun kollarından, uzun bacaklarından daima rahatsızlık duyardı; tek başına bir işin içinden sıyrılmayı beceremez, hattâ hayatın en olağan olayları karşısında beceriksiz kalırdı. Rahatsız edici değildi, oh! hayır, ama başkalarına karşı can sıkıcı görünür, kendisinden de rahatsız olurdu. Yiyecek içecek onun ayağına getirilmese, yemeyi içmeyi unutur, her şeye uyum sağlardı. Sıcağa olduğu kadar soğuğa da duyarsız kalması, onun hayvansal yaşamdan çok bitkisel yaşama ait olduğunu düşündürürdü. Ne besin değeri olan ne de gölge işlevi gören, yani hiç meyve vermeyen, kupkuru işe yaramaz, ama iyi yürekli bir ağacı gözünüzün önüne getirin. İşte kuzen Bénédict böyleydi. M. Prudhomme’un dediği gibi, hizmet etme yeteneği olsaydı, insanlara seve seve hizmet ederdi! Ne var ki zayıflığı bile seviliyordu. Misis Weldon onu çocuğu gibi görürdü, küçük Jack’in büyük erkek kardeşi.

Burada şunu belirtmek gerekir, kuzen Bénédict ne aylak bir adam, ne de hiçbir uğraşı olmayan biriydi. Tam tersi, çalışkan bir insandı. Biricik tutkusu doğa bilimleriydi ve onu bütünüyle içine alıyordu. “Doğa bilimleri” demek, çok şey söylemektir. Bilindiği gibi bu bilimler, zooloji, botanik, mineralbilim ve jeoloji dallarından oluşur. Kuzen Bénédict ne botanikçi, ne mineralog, ne de jeologdu. Peki kelimenin tam anlamıyla bir zoolog muydu? Hayvanı analiz yöntemiyle ayrıştıran ve sentez yöntemiyle yeniden oluşturan Yeni Dünyanın bir çeşit Cuviersi miydi? Çok derin bilginlerden biri olan bu adam gibi çağdaş bilimin önemle üzerinde durduğu hayvana özgü nitelikleri dört tip halinde incelemiş miydi? O dört ayrı tipi omurgalılar, yumuşakçalar, eklembacaklılar ve sölomlular diye sınıflandırmış mıydı? Saf ama ciddi çalışan bu bilgin gibi, bu dört bölümü çeşitli sınıflara ayırarak gözlemlemiş, onları birbirinden ayıran familyaları, türleri, cinsleri, farklılıkları açıklamış mıydı? Hayır. Kuzen Bénédict kendini omurgalıların, memelilerin, kuşların, sürüngenlerin ve balıkların araştırılmasına mı vermişti? Hiç değil. Kafadanbacaklılardan başlayarak yosunsu hayvancıklara varana kadar yumuşakçaları mı incelemişti? Yumuşakçalar bilimi onun için artık bir sır olmaktan çıkmış mıydı? Pek sayılmaz. İdare lambasının yağını tükete tükete sölomluları, yani derisidikenlileri, denizısırganlarını, polipleri, parazitleri, süngerler ve haşlamlıları mı incelemişti? İtiraf etmeli ki hayır. Zoolojide eklembacaklılardan başka sayacak bölüm kalmadığına göre, kuzen Bénédict’in biricik tutkusu demek ki bu yaratıklara yoğunlaşmıştı. Evet, ama biraz daha açıklamak gerekir. Eklembacaklılar altı sınıfa ayrılır: Böcekler, çokayaklılar, örümcekgiller, kabuklular, omurgasızlara bağlı olarak yaşayanlar, kıllıayaklılar. Gelgelelim, kuzen Bénédict bir toprak kurdunu sülükten, deniz palamudunu taşdelen otundan, evcil örümceği akrepten, karidesi kurbağadan, kırkayağı elif otundan bilimsel gözle ayırt etmeyi beceremezdi. Peki kuzen Bénédict neydi? Sıradan bir böcekbilimci, o kadar.

Bu nitelendirmeye şöyle cevap verilecektir: Böcekbilimin etimolojik karşılığına göre, bu bilim dalı doğa bilimlerinin bir koludur ve ’bütün eklembacaklıları içerir. Genel anlamıyla bu doğru; ancak örf ve âdet bu sözcüğe daha sınırlı bir anlam yüklemiştir. Şöyle ki bu bilim doğrudan böceklerin incelenmesine yönelir, yani “vücudu birbirinden ayrık üç parça halinde uç uca bitişen halkalardan oluşan, üç çift ayağı olan ve bu yüzden ‘altıayaklı’ diye nitelendirilen tüm eklembacaklı hayvanların” incelenmesine yönelir. Dolayısıyla kuzen Bénédict eklembacaklıları incelerken bu sınıfla sınırlı kaldığından, basit bir böcekbilimciden başkası değildir. Fakat aldanmayalım! Bu böcekler sınıfında en az on çeşit bulunur: Düzkanatlılar [1] , sinirkanatlılar [2] , zarkanatlılar [3] , pulkanatlılar [4] , yarımkanatlılar [5] , kınkanatlılar [6] , çiftekanatlılar [7] , ripipterler [8] , parazitler [9] , kâğıtgüvesigiller [10] . Öte yandan, bu çeşitlerin kimilerinde, söz gelimi kınkanatlılarda otuz bin tür, çiftekanatlılarda altmış bin tür tanınmıştır. Bu açıdan bakarsanız, inceleme konusu az sayılmaz, tek bir adamı meşgul etmeye hayli hayli yeter. Nitekim, kuzen Bénédict’in yaşamı tümüyle ve sadece böcekbilime adanmıştır. Bütün zamanını bu bilime ayırır, yani her saatini, uyku saatlerini bile, çünkü rüyasında sürekli olarak “altıayaklıları” görür. Bu aşırı merakı yakasına ve gömlek koluna, şapkasının üstüne, yeleğinin kenar şeritlerine taktığı iğnelerden belli olur. Kuzen Bénédict herhangi bir bilimsel geziden döndüğü zaman, kıymetli takkesi bir doğa bilimi kutusuna dönüşür; takkenin içi dışı böceklerle dolup taşar. Şimdi bu orijinal tipin Mister ve Misis Weldon’la beraber Yeni Zelanda’ya gelmesinin nedeni anlaşılmış oluyor. Evet, onu buraya getiren böcekbilim tutkusuydu. Koleksiyonu az bulunur birkaç böcekle zenginleşecek, onları San Fransisco’daki odasına götürüp sınıflandıracaktı. Nitekim Misis Weldon ve çocuğu, Pilgrim’le Amerika’ya döndüğüne göre, kuzen Bénédict’in bu yolculukta onlara eşlik etmesinden daha doğal bir şey olamazdı.

Fakat Misis Weldon herhangi kritik bir durumla karşılaştıkları zaman ona güvenemezdi. Bereket versin, mevsim elverişli olduğundan kolay bir yolculuk söz konusuydu. Geminin kaptanına da güveni tamdı. Pilgrim’in Waitemata’da üç gün konaklaması boyunca Misis Weldon hazırlıklarını yaptı. Çabuk davranıyordu, çünkü yelkenlinin yola çıkışını geciktirmek istemiyordu. Auckland’da kalışı sırasında ona hizmet eden yerli uşaklara yol verildi. 22 Ocak’ta, Pilgrim’e bindi. Oğlu Jack’i, kuzen Bénédict ve yaşlı kadın zenci Nan’ı yanına almıştı. Kuzen Bénédict bütün böcek koleksiyonunu özel bir kutunun içinde yanında götürüyordu. Koleksiyonda, diğerlerinin yanı sıra etobur kınkanatlılar cinsinden kulağakaçan böceğinin bir türü de bulunuyordu. Bu yaratıkların gözleri başlarının üzerindeydi ve şimdiye dek salt Yeni Kaledonya’da izlerine rastlanmıştı. Ayrıca zehirli bir örümcekten söz etmişlerdi; Maori’ler ona “katipo” diyorlardı. Bu örümceğin ısırması yerliler için çoğu kez ölümcül bir tehlikeydi. Fakat örümcek doğrudan böcek sınıfına girmez, örümcekgiller içinde yer alır. Bu yüzden kuzen Bénédict’in gözünde fazla önemi yoktu.

Nitekim onu pek önemsememişti ama koleksiyonunun en kıymetli mücevheri, ilginç bir Yeni Zelanda kulağakaçan böceğiydi. Hiç söylemeye gerek yok, kuzen Bénédict esaslı bir ücret ödeyerek kendi koleksiyonunu gemide güvence altına almıştı. Ona göre kendi koleksiyonu, Pilgrim’in ambarında bulunan balina yağı ve balina dişi istifinden çok daha değerliydi. Yola çıkış esnasında, Misis Weldon ve seyahat arkadaşları yelkenlinin güvertesine çıktıkları sırada, Kaptan Hull yolcu kadına yaklaşarak: “Şurası gayet açık Misis Weldon”, dedi, “Pilgrim’e kendi isteğinizle bindiğinize göre, bunun bütün sorumluluğu size ait.” Misis Weldon, “Bu uyarıyı neden yapıyorsunuz?” diye sordu. “Şundan ki kocanızdan doğrudan bir emir almadım. Yelkenli bir gemiye binmek iyi bir yolculuk için bütün güvenceleri sağlamaz. Özellikle yolcuları taşımakla görevli bir yolcu gemisi kadar elverişli değildir.” Misis Weldon cevap verdi: “Kocam burada olsaydı, karısı ve çocuğu ile Pilgrim’le gitmekte tereddüt mü geçirirdi? Böyle mi düşünüyorsunuz Mösyö Hull?” Kaptan Hull, “Hayır Misis Weldon, tereddüt etmezdi, kuşkusuz!” dedi. “Ben de kararsız kalmazdım! Pilgrim iyi bir gemi, kötü bir av seferi geçirdi, ama geminin bir denizcisi olarak ve yıllardır kaptanlık yaptığımdan dolayı iyi gemi olduğundan eminim. Söylemek istediğim Misis Weldon, ben de sorumluyum ama aradığınız konforu bu gemide bulamazsınız.” Misis Weldon, “Yeter ki sorun konfor olsun Mösyö Hull,” dedi, “O beni kararımdan döndüremez. Ben müşkülpesent yolcu kadınlardan değilim. Onlar her şeyden şikayet ederler. Yok kamaralar sıkışıkmış, yemek servisi yetersizmiş.

” Sonra, kendi elini tutan küçük Jack’ine birkaç saniye göz gezdirdi. “Yola çıkalım Mösyö Hull!” dedi. Hemen hareket edilmesi için emir verildi, yelkenler açıldı ve yelkenli Amerikan kıyısına doğru yöneldi. Ancak hareketinden üç gün sonra, yelkenli doğudan esen sert rüzgarlardan etkilenmişti, rüzgarı almak için iskele tarafının yelken iplerini kasmak zorunda kaldılar. Böylece 2 Şubat tarihinde, Kaptan Hull hâlâ hiç istemediği bir mevkide bulunuyordu ve Horn Burnu’ndan geçmeye çalışmaktan çok, yeni kıtaya en kestirmeden ulaşmaya çabalayan bir denizci durumundaydı. 2 DICK SAND Bu sırada, deniz güzeldi, gecikmeler dışında yolculuk son derece elverişli koşullarda gerçekleşiyordu. Misis Weldon Pilgrim’e mümkün olduğu kadar konforlu biçimde yerleşmişti. Güvertenin arkasında ne kıç kasarası ne güverte köşkü vardı. Kıç tarafta yolcu kadının kalabileceği hiçbir kamara yoktu. Mütevazı bir denizci lojmanı olan ve kıç tarafta bulunan Kaptan Hull’un kendi kamarasıyla yetinmek zorunda kaldı. Üstelik oraya yerleşmesi için kaptanın ısrarlı ricaları gerekmişti. Neyse, Misis Weldon, çocuğu ile yaşlı Nan o daracık lojmana yerleştiler. Yolcu kadın yemeklerini kuzen Bénédict ve kaptanla beraber orada yiyordu. Yemek sofrası için bir çeşit çıkma oda yapılmıştı. Pilgrim kaptanına gelince, mürettebatın bir posta kabinine yerleşmişti.

Gemide bir ikinci kaptan olsaydı, bu kabine ikinci kaptan yerleşecekti. Fakat bilindiği gibi, yelkenli ikinci bir kaptanın hizmetlerinden tasarruf edecek koşullarda yol alıyordu. Pilgrim’deki adamlar iyi ve sağlam denizcilerdi; fikirleri ve alışkanlıkları birliktelik oluşturuyordu. Av sezonu onların birlikte çıktıkları dördüncü seferdi. Hepsi Batı Amerikalıydı, birbirlerini çok eskiden tanıyorlardı, Kaliforniya eyaletinde aynı kıyı şeridinin insanlarıydılar. Bu namuslu adamlar, armatörlerinin karısı Misis Weldon’a karşı hayli nazik davranıyorlardı. Ne de olsa armatöre sınırsız bir sadakat besliyorlardı. Söylemek gerekir ki geminin çıkarları kendilerini de ilgilendirdiğinden seferlerde büyük kazanç sağlamışlardı. Bu kez maalesef hiç kazanç sağlayamamışlardı, bu yüzden Yeni Zelanda serserilerine sövüp sayıyorlardı. Gemide bulunanlardan yalnız biri Amerika kökenli değildi. Portekiz doğumluydu, ama akıcı bir İngilizce konuşuyordu. Adı Negoro’ydu. Yelkenlinin aşçılık hizmetini mütevazı yollardan görüyordu. Pilgrim’in aşçısı Auckland’da firar etmişti. O sırada işsiz olan Negoro onun yerini almıştı.

Zorla iletişim kurulan bir adamdı, çok konuşkan değildi. Silik bir karakteri vardı, ama mesleğinde becerikliydi. Onu işe alan Kaptan Hull memnun gibi görünüyordu. Gerçekten gemiye binişinden bu yana aşçıbaşı azar işitmeyi hiç hak etmemişti. Bu arada, Kaptan Hull aşçının geçmişi hakkında yeterince bilgi edinmek için zaman bulamamıştı. Yüzünden, daha doğrusu bakışından pek bir şey sezilmiyordu. Kırk yaşlarında görünüyordu. Zayıf, sinirli, orta boylu, çok esmer kıllı, derisi yağızdı; güçlü kuvvetli olsa gerekti. Biraz eğitim almış mıydı? Evet bu, ara sıra ağzından kaçan bazı gözlemlerden belli oluyordu. Zaten ailesi hakkında hiç konuşmaz, geçmişinden asla söz etmezdi. Nereden geliyordu, nerede yaşamıştı? Kimse bilmiyordu. Geleceği ne olacaktı? O da pek bilinmiyordu. Yalnız Valparaiso’da karaya çıkmak niyetinde olduğunu söylüyordu. Gerçekten tuhaf bir adamdı. Nereden baksanız, eski bir denizci gibi görünmüyordu.

Zaten ne yaşamı denizde geçen ne de aşçıbaşı olacak bir adam hali vardı; denizciliğe yabancı gibiydi. Ortalıkta pek görünmezdi. Gün boyu, daracık mutfakta kapalı kalır, dökme demir ocağın başından ayrılmazdı. Gece bastırınca, ocak söndükten sonra mürettebat postasının dibinde kendine ayrılan kulübeciğine geri döner, hemen yatar, uykuya dalardı. Daha önce söylemiştik; Pilgrim mürettebatı beş tayfa ve bir muçodan meydana geliyordu. On beş yaşında olan genç muço, ana babası belli olmayan bir çocuktu. Zavallı yaratık doğduktan sonra terk edilmiş, hayırsever bir dernek tarafından sahiplenilmiş ve yetiştirilmişti. Dick Sand, -adı böyleydi- New-York kökenli olsa gerekti ve bu eyaletin merkezindendi. Dick adı, -Richard’ın kısaltması- öksüz çocuğu doğumundan iki üç saat sonra kurtaran iyiliksever insanın adından geliyordu. Sand ismine gelince, bulunduğu yerin anısına ona bu ad verilmişti. Yani New York Limanının girişini oluşturan ve Hudsonun ağzında bulunan Sandy-Hook [11] Burnundan alınmıştı. Dick Sand iyice büyüyünce fazla uzamadan orta boylu kaldı, ama sağlam yapılıydı. Anglosakson kökenli olduğuna kuşku yoktu. Esmerdi, mavi gözlerinin içi alev alev parlıyordu. Denizcilik mesleği yaşamın kavgalarına onu çoktan hazırlamıştı.

Zeki yüz ifadesinden gözüpeklik akıyordu. Ancak bu bir atılganın değil, “yürekli” bir insanın ifadesiydi. Aşağıdaki sözler Vergilius’un bitmemiş bir dizesinden alınmıştır: Audaces fortuna juvat (talih atılganların yüzüne güler)… Fakat alıntı yanlıştır. Şair şöyle der: Audentes fortuna juvat (talih yüreklilerin yüzüne güler)… Gerçekten talih neredeyse her zaman atılganlara değil de, yüreklilere güler. Atılgan düşüncesizdir. Yürekli insan önce düşünür, sonra eyleme geçer. Fark buradadır. Dick Sand yürekliydi. Daha on beş yaşında bir karara varmasını biliyor, bunu da sonuna kadar uyguluyordu. Hem heyecanlı, hem ciddi görünen mizacı dikkat çekiyordu. Akranı olan çocukların yaptığı gibi sözlerinde ve hareketlerinde ciddiyetten uzaklaşmıyordu. Hayatın sorunlarının artık tartışılmayacağı bir dönemi yaşıyordu; sefil durumunu tam karşıdan öngörmüş, kendi kendine hayatta var olmaya söz vermişti. Ve ayakta kaldı; yaşıtlarının henüz çocuk sayılacağı bir yaşta olgun bir adam gibiydi. Aynı zamanda, bedensel egzersizler bakımından çok becerikli, çok çevikti. Dick Sand dört ayaklı denilen o ayrıcalıklı yaratıklardandı.

Yani iki ayağını ve iki elini de çok doğru kullanabilirdi. Dediğimiz gibi, küçük öksüzü hayırsever bir kurum büyütmüştü. Önce kimsesiz çocuklar yurduna konmuştu. Amerika’da kimsesiz küçükler için böyle yerler her zaman bulunur. Dört yaşında New York eyaletinin okullarından birinde okuma yazmayı, hesap yapmayı öğrendi. Bu okullara cömertliğini esirgemeyen hayırsever kurumların yardım parasıyla girilirdi. Deniz tutkusu Dick’te doğuştan vardı. Bu tutku onun sekiz yaşında Güney denizlerinde posta hizmeti gören bir gemiye miço olarak binmesine neden oldu. Nasıl en küçük yaşta öğrenmeye başlamadan olmazsa, o da denizciliği küçük yaşlarda orada öğrendi. Bu küçük adama ilgi duyan deneyimli denizcilerin katkısıyla yavaş yavaş kendini eğitti. Nitekim küçük miço çok şey öğrenmeye başladı. Kuşkusuz ondan daha iyi şeyler bekleniyordu. Çocuk daha başından, çalışmanın hayatın temel kuralı olduğunu anladı ve ekmeğini alnının teriyle kazanmayı bilenin -insanlığın kuralı olan İncil’deki emir- büyük yazgıların adamı olabileceğini, zira günün birinde iradesini kullanarak o büyük işleri gerçekleştirebileceğini öğrendi. Dick Sand bir ticaret gemisinde miçoluk yaparken Kaptan Hull’un dikkatini çekti. Bu namuslu denizci, gözüpek genç adamla çok geçmeden dostluk kurdu.

Daha sonra, genç adamı armatör JamesW. Weldon’la tanıştırdı. Armatör bu öksüze karşı sıcak bir ilgi duydu ve onun eğitimini San Fransisco’da tamamlattı. Genç adamı kendi ailesinin bağlı olduğu Katolik diniyle yetiştirdi. Aldığı eğitim sırasında, Dick Sand coğrafya ve yolculuklara büyük merak sardı. Bu arada, matematik bilimleriyle birlikte denizciliği de öğrendi. Bir yandan, aldığı eğitimin kuramsal yanıyla pratik yanını birleştirmeyi ihmal etmedi. Acemi bir denizci olarak ilkin Pilgrim’e bindi, iyi bir denizci, gerek uzun deniz yolculuğunu, gerek balina avını iyi bilmeliydi. Gerçekten bu yelkenliyle yola çıkışı denizcilik kariyerine iyi bir hazırlık olacaktı. Zaten, Dick Sand velinimeti James-W. Weldon’un bir gemisinde gidiyordu. Geminin yönetimi de hamisi Kaptan Hull’daydı. Dolayısıyla, bütün elverişli koşullar genç adamdan yanaydı. Weldon ailesine bağlılığı sonsuzdu; söylemek bile gereksiz ama, her şeyini o aileye borçluydu. En iyisi, bu bağlılığı yaşanan olaylarla görmek olacak.

Tabii genç acemi denizci, Misis Weldon’un da Pilgrim’le yolculuğa katılacağını duyunca mutlu oldu. Misis Weldon birkaç yıl boyunca ona annelik yapmıştı. Dick, zengin armatörün oğlu karşısında bulunduğu statünün bilincindeydi, ama Jack’i küçük erkek kardeşi gibi görüyordu. Öte yandan, -hamileri bunu iyi biliyorlardı- bu iyi tohum bereketli toprağa düşmüştü. Gösterilen ilgiden dolayı öksüzün yüreği minnettarlıktan kabarıyordu. Eğitimine katkıda bulunan ve Tanrıyı sevmeyi öğretenlere bir gün hayatını vermesi gerekirse, genç acemi denizci tereddüt etmezdi. Sözün kısası, ancak on beş yaşında olmak, ama otuz yaşındaymış gibi düşünüp eylemek, işte bütün Dick Sand buydu. Misis Weldon himaye ettiği genç insanın kıymetini, biliyordu. Hiç endişelenmeden küçük Jack’i ona emanet edebilirdi. Dick Sand bu çocuğu çok severdi; çocuk da onu “büyük erkek kardeşi” gibi hissederek arardı. Yolculukta uzun saatler boyunca geçen boş zamanlarda, deniz güzel olduğu zaman, yelkenler hiçbir manevrayı gerekli kılmadığı zaman, Dick ve Jack birbirlerinden hiç ayrılmazlardı. Genç acemi denizci küçük çocuğa mesleğinin eğlenceli gelen taraflarını gösterirdi. Jack’in çarmıklara atılmasını, mizana direği ya da pruva direğinin çanaklığına tırmanmasını, petriçelerden ok gibi aşağı inmesini gördükçe, Dick Sand onun yanında olduğundan Misis Weldon hiç korkmuyordu. Genç adam, ya ondan önce atılır ya da çocuğu izlerdi. Beş yaşındaki çocuğun kolları böyle egzersizler karşısında zayıf düşerse, onu her an tutmaya ve yakalamaya hazır beklerdi.

Hastalık küçük Jack’i biraz soldurmuştu; bütün bu egzersizler iyi geliyordu. Gerçekten her gün yapılan jimnastik ve denizin esenlik dolu yelleri sayesinde, Pilgrim’in güvertesinde yüzüne renk geliyordu. Günler böyle geçiyor, yolculuk bu koşullarda devam ediyordu. Olumsuz bir havayla karşılaşmadıklarından ne yolcular ne de Pilgrim mürettebatı şikayetçi oluyorlardı. Bu arada, rüzgarların ısrarla doğudan esmesi Kaptan Hull’un kafasını kurcalamaktan geri kalmıyordu. Gemiyi tam rotasına sokmayı başaramıyordu. Daha ilerde, Oğlak dönencesi yakınlarında, ekvatoral rüzgarlar bölgesine girmekten de çekiniyordu; çünkü bu doğa akımları işini zora sokacaktı. Ekvatoral akıntı işin cabasıydı; çünkü bu akıntı da onu dayanılmaz biçimde batıya atacaktı. Kendisinin sorumlu olmayacağı gecikmeler yüzünden özellikle Misis Weldon için endişeleniyordu. Nitekim, yolu üstünde Amerika’ya doğru giden bir transatlantiğe rastlarsa, yolcu kadının o gemiye binmesini önerecekti. Ama ne yazık ki çok yukarı bölgelerdeydiler ve bu durumda Panama’ya giden buharlı bir gemiyle karşılaşmaları mümkün değildi; öte yandan o tarihte, Pasifik’le Avustralya ve Yeni Dünya arasında kurulan iletişim bugünkü kadar sıklaşmamıştı. Tanrının yardımıyla olayları olağan akışına bırakmalıydı. Zaten bu monoton yolculuğu hiçbir şey bozmayacakmış gibi görünüyordu ki ilk olay patlak verdi. Söz konusu olay, bu hikâyenin başlangıcında belirttiğimiz enlem ve boylamda, tam da 2 Şubat günü meydana geldi. Hava çok açıktı.

Dick Sand ve Jack, sabah saat dokuza doğru pruva direğinin kollarına yerleşmişti. Oradan Okyanusun geniş bir kesimini ve bütün gemiyi görebiliyorlardı. Kıç tarafta, ufkun çevresini gözlerinden ancak randa yelkeni ile kontrbabafingo çubuğu sarkan ana direk saklıyordu. Bu nedenle denizin bir parçasını ve gökyüzünü göremiyorlardı. Ön tarafta, cıvadranın üç flok yelkeniyle dalgalara doğru uzandığını görüyorlardı; rüzgarın hızını alan bu yelkenler kocaman kanatlar gibi açılıyorlardı. Altta mizana direği sallanıyor, üstte gabya yelkeni ve pruva direğini birbirine bağlayan yaka ipi, esintinin etkisiyle titreşiyordu. Böylece yelkenli iskele tarafındaki yelken iplerini germiş, rüzgarı en elverişli biçimde kullanarak ilerliyordu. Dick Sand Pilgrim’in bütün kısımlarıyla çok dengeli olduğunu, içine safra konduğunu, bu bakımdan alabora olmasının mümkün olamayacağını Jack’e açıklıyordu. Gemi o sırada sancak tarafına yattı, küçük çocuk onun sözünü kesti. “Bu gördüğüm şey de nedir böyle?” diye sordu. Yekelerin üzerinde ayağa kalkan Dick Sand sordu: “Bir şey mi görüyorsun jack?” Küçük Jack karşılık verdi: “Evet, orada!” Denizde bir noktayı gösterdi. Büyük flok yelkeniyle küçük flok yelkenini birbirine bağlayan ipler arasından, o boşluk görünüyordu. Dick Sand dikkatle o noktaya baktı. Hemen kuvvetli bir sesle haykırdı: “Bir enkaz, önde, sancak tarafında!”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Merhaba ”Jules Verne – On Bes Yasinda Bir Kaptan” bu kitabın 2.cildini de yükleyebilir misiniz