Juli Zeh – Sessizliğin Gürültüsü

Köpek sokakta, cam kapıdan içeri bakıyor, burnu cama yapışık handiyse. Eli olsa tahtaya vururdu. Birisi beni fikrimden caydırmayı başarabilsin diye. Seyahat acentesindeki kadın onunla hemfikir. “Orada ne işiniz var? Savaş yok mu orada?” Vardı, bir zamanlar. Sözlerini düzeltmekten vazgeçip gözlerimi haritaya dikiyorum, “turizm” değil de “araştırma” dediğim için bana gösterilen haritaya. Birkaç ufak ülke, etrafa saçılmışlar, öylesine; şehirlerin de nehirlerin de birkaçının adını ana haber bültenlerinde duymuşluğum var. Karanlığın ortasında, üzerinde “Bu ülke turistik seyahatler için elverişsizdir” yazan beyaz bir benek. Bu beneğin adı BosnaHersek. Pascal bir zamanlar demişti ki, insanoğlu evinde, kıçının üzerinde uslu uslu oturduğu için yaşanmaz dünyadaki felaketler. Köpek hâlâ aynı bakıyor. Karar veriyorum, sadakatsizliği yüzünden ona bu akşam yemek yok. Sixt* bile Bosna’da bir ay araba kiralamanın maliyetini görünce gözlerine inanamıyor. “Bir saniye, bir yanlışlık olmalı.” Utanarak miktarı söylüyor: üçbinbeşyüz.


Üstelik ABD doları. Bu fiyata, diye itiraz ediyorum, ülkenin tamamını satın alabilir, sonra da adresime postayla gönderebilirim. Hak veriyor. Dostça ayrılıyoruz. * Almanya’nın en büyük araba kiralama şirketlerinden biri. -ç.n. Araya yemek yemek ve gece uyumak için kısa molaların serpiştirildiği birkaç günlük telefon trafiğinden sonra ADAC*, kirası seyahat edeceğim ülkenin gayrisafi milli hasılasını aşmayan bir araba buluyor bana. Zaten gelecek milletvekili seçimlerinde ADAC’a oy vermeye niyetlenmiştim. * Almanya’nın en büyük otomobil kulübü. -ç.n. Kitapçıda, içinde herhalde artık var olmayan şeylerin tuhaf fotoğraflarının bulunduğu seksenli yıllara ait bir rehber kitabı, beş ton savaş raporu ve ortaçağın tarihi Bosna’sını anlatan üç kitap buluyorum. Hayatta öyle şeyler var ki, mümkün değil insanın onlara hazırlıklı olması. Anlamlı bir iş yapmak için askeri malzeme satan bir mağazaya gidip bir çift bot, bir İsviçre askeri sırt çantası ve bir seyahat çakısı alıyorum.

Köpeği berberde postundan kurtarıyor ve ona parlak mavi yeni bir tasma takımı alıyorum. Bu haliyle pantolon askısı takmış bir balığa benziyor, böylece Çetnikler* yanlışlıkla onu sokak köpeği diye vurup öldürmezler. * Kökeni ikinci Dünya Savaşı’na kadar uzanan Sırp milisler. -ç.n. Annem telefonda, Yunanistan da güzel, o da uzakta, ta güneydoğu da, diyor. Köpeğin gözlerindeki suçlama, sırt çantasını doldurmaya başladığımda yoğunlaşıyor. Bir açıklama talep ediyor. Deniyorum: Boş yere geçen iki haftalık seyahat hazırlığından sonra tatile hazırım. Bir yere gitmeliyiz artık. Bosna’ya ne dersin? Bu açıklamamı, bir kısırdöngü oluşturduğu gerekçesiyle reddediyor. Vazgeçiyorum, toplanmaya da ara veriyorum, özellikle de yanıma ne almam gerektiğini bilmediğim için. Banyoda küt saçlarımın kâkülünü ekstra kısa kesiyorum, önlem babında. Sanki orada saç kestirmek mümkün değilmiş gibi. Köpek kapının eşiğinde oturup gözlerini bana dikiyor.

Bir daha açıklamayı deniyorum. “Sekiz yıl önce, sen daha küçükken, erkek kardeşim Müslüman bölgesi Bi haç ile İşgalaltındaki Saraybosna şehirleri nerede diye sormuştu.” Köpek anlamıyor. “Bosna-Hersek insanın arabayla gidebileceği bir yer mi, yoksa savaş haberleriyle birlikte yeryüzünden silinmiş bir yer mi öğrenmek istiyorum.” Köpek beni dinlemiyor. Mamasının sırt çantasında en üste bağlandığını algılıyor. Uyumak için her zamanki gibi yatağın kenarına değil, koridora, kilitli sokak kapısının yanına yatıyor. Cehennemden sağ çıkmak isteyen Maribor istasyonunda, yan raylarda duran şey, bir sergi parçası değil, çeşitli eski vagonların birbirine eklendiği şehirlerarası bir tren, vagonlardan biri de tekerlekli bir kulübe misali tamamen ahşaptan. Trenim Viyana dilini konuşuyor, klima içini öyle bir soğutmuş ki, dışarıdaki şiddetli sıcak inanılırlığını yitiriyor. Pantolon askılarının pek ısıtamadığı çıplak köpek, ayaklarımın üzerine yatmış, tir tir titriyor. Yanıma koltuğa çekiyorum, ne de olsa bilet parasını ödedi. Böyle birlikte idare ediyoruz. Beş hafta boyunca Viyana’yla Zagreb arasında gidip gelebilir ve çevreyi bıkıp usanmadan yorumlayan kendi düşüncelerime kulak verebilirim. Nedeni sadece kirli camlar değilse, dışarıdaki renkler soluk, ışık da bulanık, sanki Sahra Çölü’ndeyiz. En çok sıcaktan korkuyorum.

Mayınlar, Sırplar, açık havada geçirilecek geceler, ne idüğü belirsiz hastalıklar, belgelerimin çalınması, ölüm ve şeytanın dışında. Trenin kapıları açılır açılmaz, köpek, dili dışarıda solumaya başlıyor. Peronda midem bulanıyor, sırt çantasını yere bırakıp üzerine oturuyorum. Nedeni kirli camlar değilmiş. Cehennemden sağ çıkmak isteyen, onun sıcaklığını almalı. Tam da bunu yapmaya çalışırken evli bir çift laf atıyor. Köpeğin doğuştan çıplak olmadığını, gür kıllı kafası, kuyruğu ve bacakları olduğunu anlatıyorum Lehçe. Beni anlıyorlar, demem o ki başlarını sallayıp gülümsüyorlar. Yerlilerle ilk temas başarılı, şimdilik Hırvat olsalar da. Tek başıma mı yolculuk ediyorum? Elbette. Zagreb kollarını öyle kocaman açarak karşılıyor ki beni, başım dönüyor kendimi bu kollara bırakırken. Şehir, insana hep özlemiş gibi bakabiliyor. Rengârenk, pul pul dökülen kabuklu çınarların altında genç-yaşlı sevgililer oturuyor, sanki banklarda oturmaları için belediyeden ücret alıyorlarmış gibi öyle de yakışıyorlar oraya. Köpek soru işareti şeklini alarak kıvrılıyor ve çeşmenin yanına, manzaranın tam ortasına sıçıyor. Bu arada ben de binaların muhteşem cephelerine bakıyorum, aklım karışıyor.

Sanırım Zagreb’i, kenarında paçavralara sarılı mültecilerin oturduğu bir bomba krateri olarak hayal etmiştim. Evlerin sağlıksızlığı çürümekten değil, daha çok acaba makyaj yapmak gerekir mi sorusuyla ilişkili. Beş hafta boyunca Zagreb treninde oturamıyorum madem, en azından beş hafta boyunca Zagreb’de oturabilirim. Dik yürümem gerek, dümdüz ileri bakmalıyım, yoksa her köşede dururum ve Mile’nin yanına asla varamam. Mile bir arkadaşın arkadaşı; Amerikan mutfağı misali, oturma odasında bir yayınevi var. Benden iyi Almanca konuşuyor. Huşu içinde kocaman büro koltuğuna gömüldüm. Hollanda tütünümü tüttürüyor, maden suyu içiyoruz, köpek de Mile’nin ev kedilerinin neden kibirli olduklarını, bu kibrin nelere yol açtığını anlamaya çalışıyor. Bosna vatandaşlık bilgisine giriş dersi alıyorum. Dayton Barış Anlaşmasından bu yana ülke bir federasyonmuş. Eyaletlerden birinin adı “Republika Srpska” imiş ve burada Bosnalı Sırplar yaşıyormuş; adı “Konfederasyon” olan diğeri ise Bosnalı Müslümanlarla Hırvatların bölgesiymiş. Aman ne melodik adlar. Aynca, kimseye güvenmemeliymişim. Sözde düzenin altında anarşi saklıymış. Tahmin ettiğim şeyi o anda dile getiriyor Mile: “Bu kadar kaba olmamın nedeni sizi uyarmak istemem.

” Neye karşı ikimiz de pek bilmiyoruz. Bir süre susuyoruz. Açık pencereden kedilerin mırlama sesi yükseliyor. Daha biraz önce istasyonda, bu seyahatin tehlikeli olduğunu söyleyecek hiç kimseyi dinlememeye bir kez daha karar vermiştim. Mile yüzümden okuyor bu kararımı. “Hiç değilse Republika Srpska’dan uzak durun. Ülkenin o bölümü yabani. Aklı olan hiç kimse orada yaşamak istemez, cesareti olanlarsa çoktan pılını pırtını toplayıp gitti.” Mordor’a* benziyor sanki. Köpek, veda babında açık gri kediden bir tokat yiyor, ben de bir tavsiye alıyorum. *J. R. R. Tolkien’in kurgusal Orta Dünya’sında bir ülke. Elfçe bir kelime olan Mordor isminin anlamı “kara diyar”dır (Türkçede Kara Diyar, Kara Ülke veya Karanlık Diyar olarak bilinir).

-ç.n. “Uluslararası örgüt çalışanlarıyla konuştuğunuzda olup bitenleri biliyormuş gibi yapın. Okuduğunuz kitapları söyleyin. Herkes yapar bunu. Yoksa size nasıl davranacaklarını bilemezler.” Mantıklı. Merkeze dönerken birkaç kitap başlığı düşünüyorum. “Bihaç bombalanıyor”, “Saraybosna ve sonrası”, “Karlovac çocukları”. Sonuncusundan vazgeçiyorum, çünkü Karlovac Hırvatistan’da. Bosna diye bir yerin olmadığına inandığımdan, var olmayan kitaplar da tencere kapak misali cuk oturuyor. Köpek, seyahatimizin amacına dair sanki bir teori geliştirmiş gibi görünüyor. Bugün üç kez kendisinden büyük erkek köpeklerin saldırısına uğradı. Hava sıcaklığı otuz derece ve ışıklandırılmış bir süs havuzunda yıkanmaya çalışırken neredeyse boğulacaktı, çünkü su göründüğünden derindi. Bir teori geliştirmekten başka çaresi var mı ki? Akşam hep burada yaşamış, başka bir yerde nadiren bulunmuşum duygusuna kapılıyorum.

İnsanlar o anda boşta bulunan hangisiyse o dilde konuşuyorlar benimle. Her şey beni kısmen ilgilendiriyor. Suyun üzerinde yüzen mantar tıpası kadar aidim onlara. Bu duyguda, diye farkına varıyorum, “yuva”dan bir şeyler var. Düşüncelerimde bütün gün kahvaltı için ekmek satın aldım köşedeki fırınlardan, araba park ettim, şemsiyenin altına sığınarak işe koşturdum, güneş açtığında da pazara gittim ve uyumadan önce eski mahallede şarap içtim. Bazı sokak kapılarında pantolon cebimdeki elim titriyor, anahtarı çıkarıp kilide sokmak, kilidi açmak ve üst kattaki dairemi bulmak istiyorum, dairemin nasıl görünebileceğini de çok iyi biliyorum: ahşap zemin ve balkon, pencerelerin önünde solmuş çiçekli saksılar ve koridorda tuvalet; avluda güneşte kuruyan nemli çamaşırların deterjan kokusunu içime çektim bile. Mile, biz Batıklardan hiçbirimizin anlamadığı bu savaşın, çiftçilerin şehirlilere karşı yürüttüğü bir savaş olduğunu da söyledi. Normal insanların yaşıyormuş gibi göründüğü -düşünmesi bile zor gerçimuhteşem bir binanın önünde başımı yukarı kaldırmaktan boynum tutuldu. Gençlik yurdundaki bir kerevette yatarken, üzerleri İtalyan tatil merkezlerinin posterleriyle kaplanmış, büyük rutubet lekelerinin bulunduğu duvarlara bakıyorum. Geceyarısı köpeğin teorisinin ne olduğunu anladım: Seyahatimiz en yüce amaca hizmet ediyor. Bunlar, köpeklerin göz hizasını aşan, masaların üzerlerinde veya raflarda bulunan ya da duvarlarda asılı olan yüce amaçlardır. Zagreb’e vardığımızdan beri her zamanki gibi yere yönelmiş bakışlarımla çevreyi dolaşmak yerine, kafamı arkaya yatırmış halde arabalara ve lamba direklerine çarptığımdan, köpek seyahatin amacının benim de göz hizamı aştığını tahmin ediyor. Ne kadar da haklı. Bugün Zagreb, yarın Saraybosna, öbür gün de kraliçenin çocuğunu alırım.* *Türkçeye Değirmencinin Kızı ile Cüce olarak çevrilen Rumpelstilzchen adlı bir Grimm masalındaki Cüce’nin şarkısına gönderme yapılıyor: “Bugün pişirir, yarın kaynatırım / Öbür gün de kraliçenin çocuğunu alırım / Ne güzel kimse bilmiyor / Rumpelstilzchen benim adım.

” -y.n. Sabah sekiz güneşi beyaz gökyüzünde soluk soluk yanarken, katedralin kulelerinin tam ortasında duruyor. Sağdakinin gölgesi bir güneş saatinin yelkovanı misali ön sıradaki parlak elmaların, arkalarındaki üzümlerden oluşan açık yeşil salkımların, ayıklanmış marul dağlarının ve virgüle benzer kıvrık muzların üzerinden geçiyor. Çanlar saat başına -hani sanki insanlık tarihinde ilk kez saat sabahın sekizi olmuş gibişarkı düzerken, ıslah süresi boyunca parmaklıkların ardına kapatılan büyük taş melekleri izliyorum ve tanrı terden bir dere misali sırtımdan aşağı akıyor. İstasyonun önündeki parkta çimenlere yatıyor, kollarımla bacaklarımı bir çarpı işareti oluşturuncaya kadar açıyor, üzerinde yattığım yeryüzü parçasını kendimle işaretliyorum. Ta en yukarıdan görülebilmeli ki bütün göksel varlıklar bilsinler: Dualarımız buraya! Sonra yola koyulup Saraybosna’ya bir tren bulmaya gidiyorum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir