Kolektif – Einstein – Fikir Mimarlari Dizisi

2005 Yılının Dünya Fizik Yılı ve Einstein’ın Özel Görelilik Kuramı’nın yayımlanmasının 100. yılı olarak Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilmesi nedeniyle ilgi alanıma giren Bilimler Tarihi ve Felsefesi aç ısından bu çalışmaya giriştiğimi burada açıklamak isterim. Geniş anlamında kullandığımızda fiziği, gözlemlere ve kısmen deneylere dayanarak doğa olaylarındaki sebep sonuç bağının bir resmini ortaya çıkarmaya çalışan disiplin olarak anlarsak, onu İÖ 6. yy’a kadar geri götürebilir ve Thales’le başlatabiliriz. İonya döneminde felsefe, daha çok doğa üzerinde bir düşünümleme (refleksiyon), bir tür felsefi kozmolojiydi. Evrenin temel yapı taşını, ilk ve ana öğesini (arkhe) soruşturup araştıran bu dönemin filozoflarına bilindiği gibi “fizikçiler” denmekteydi. Varlığın temel maddesi ve ilkesi olarak ilkin “su” (Thales), sonra “hava” (Anaksimenes), daha sonra “ateş” (Herakleitos) ve en sonra da “toprak” (Empedokles) öne sürülmüş ve bu öğeler canlıymış gibi düşünülmüştür (Hilozoizm). Bu dönemin filozofları arasında Anaksagoras, Leukippos ve Demokritos gerçekten mikro ve makro evrenle ilgilenmişler ve son ikisi maddenin artık bölünemeyen en küçük parçasına “atomos” adını vermişlerdir. Daha sonra Hellenistik dönemde kuramsal bilimle mühendislik bilimlerini birbirine bağlayan Arkhimedes’i görüyoruz. Ancak deneye gerektiği ölçüde yer veren, fizikteki bulguları matematiksel bir dille çerçevelendirme aşaması sayılan döneme pozitif bilim diyoruz ve bu evreyi de 17. yy’da Galilei ile başlatıyoruz. Galilei’nin mekaniğini gökyüzüne uygulayan Newton ile artık kuramsal ya da matematiksel fizik tam olarak kurulmuş ve oturmuş bulunuyor. Bu anlay ışın simgesi olan “Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri” (Philosophiae naturalis principia mathematica) adeta bir bilim ve felsefe anıtıdır. Bilindi ği gibi tarih boyunca felsefe ile fizik etkileşim içinde olmuşlar, René Descartes rasyonalist felsefesini, Copernicus’un astronomisiyle kısmen Galilei’nin mekaniği üzerinde kurmuş, Immanuel Kant ise kritikidealist-usçu felsefesini Newton’ın gök mekaniğine dayandırmıştı. 18.


ve 19. yy’lar, 16. ve 17. yy’ların meyvalarını toplamakla geçti. 20. yy’ın başlarında fizikte tam bir kargaşa hakimdi; X ışınları, elektronlar ve atomaltı dünyası, kuantumlar, radyoaktivite henüz keşfediliyor; fizikçiler ikiyüz yılı aşkın bir süre önceye, Isaac Newton’a dayanan, güvendikleri hareket yasalarının, bu yeni ve tuhaf parçacıkların uzayda nasıl davrandığını açıklayamadığını kavramaya başlıyorlardı. Albert Einstein, güçlü sezgisel güdüsü ile hayalgücü ve imgelerle düşünmesi sayesinde 20. yy fiziğinde bir devrim yaptı; tecessüs ve merakı çok üst düzeyde, odaklanma ve yoğunlaşması ise bir o kadar derin olan bu insan ilgilerini olabildiğince sınırlamış, ama ele aldığı konuda da o denli derinleşmesini bilmiştir. Kosmos ara ştırmalarında her şeyin ucu dönüp dolaşıp Einstein’a uzanır. Gökbilimcilerin gözlemleri, yak ınımızdaki Güneş’ten uzak gökadalarındaki kara deliklere dek, kendilerini götürdüğü hemen her noktada Einstein’ın, zamanın göreli, kütle ve enerjinin birbirine dönüşebilir ve uzayın esneyip bükülebilir olduğu dünyasına adım atıyor. Genel görelilik bir anlamda, evrenimizin nasıl doğduğunu, nasıl genişlediğini ve onu nasıl bir geleceğin beklediğini tanımlar. Modern fizi ğin görelilikçi ve kuantum evrenini göz önünde bulundurunca diyalektik maddeciliği anımsamamak elden gelmiyor. Do ğada her gücün ya da maddenin bir karşıtı olduğunu savunan dialektik materyalizm, ilkece ve kuramsal olarak doğru ve haklı gibi görünüyor. Bilimsel ara ştırma olgularda yoğunlaşma demektir; bu tür yoğunlaşmayı gerçekleştirirken de bilim adamının olgu içi olguları, olgu yanı olguları ve olgu uzağı olguları yeterince inceleyip saptaması gerekir. Gerek tarih-toplum bilimlerinde gerekse doğa bilimlerinde araştırma, sanata ve sanatçıya hiç de yabancı olmayan tutum ve davranışları içerir.

Bilimsel ara ştırmada gözlem kadar mantık da, imgelem kadar çıkarım da, sağduyu kadar sezgi de gereklidir. Herakleitos, Hegel, Engels ve Marx’da ana hatlarını gördüğümüz gibi evren, öncesiz ve sonrasız bir devinim, nesnel bir süreçtir. Madde (=enerji), hareket, uzay ve zaman birbirlerinden ayrılamazlar ve fiziksel evrenin nesnel özellikleridir. Ça ğdaş süpersimetri kuramı bilinen her parçacığın henüz tespit edilemeyen bir karşıt parçacığı olduğunu öne sürmekte. Sicim kuramlarında da “simetrik kuarklar, simetrik elektronlar ” gibi süpersimetrik tamamlayıcılar yer almakta. Karanlık enerji olarak adlandırılan “anti gravitasyon” ya da “karşıt madde”, fizik yasalarının geçerliliğini yitirdiği sonsuz yoğunlukta ve sıfır hacimli bir nokta olan “kara delik”, kuantum mekaniği, kuasar ve pulsar’lar bu alanlarda daha çok katedilecek yol olduğunu gösteren örnekler. Ancak 21. yy’da Einstein’ın görelilikçi fiziğinden beslenen bir felsefeye henüz rastlamıyoruz. Oysa onun düşüncelerini temele alan bir felsefenin pekâlâ oluşturulabileceği kanısındayım; ancak bu göreceli ya da görelilikçi (relativist) bir felsefe değil, küresel boyutta etkin ve dönüştürücü bir felsefe olmalıdır. İnsanın evrenin anlaşılabilirliği ve bütün doğa sorunlarının aşılabilirliği karşısında kuşkuya kapılmasının ve görelilik öğretisini ya da kuantum mekaniğini tek çıkar yol olarak görüp bunlara saplanmasının bir gereği de yoktur. İnsanın genel-geçer us ölçülerine dayanarak kavrayabileceği bir “tümel doğrular dizgesi” vardır. 20. yy. fizi ğinde ortaya çıkan “Belirlenemezlik” (Indeterminizm), “Görelilik” (Özel ve Genel) ve “Kuantum” kuramı ve benzeri gibi daha sonra ortaya çıkabilecek kuramların hepsi genel bir belirlenebilir doğruluk dizgesinin özel ve geçici halleri olarak görülebilir. Nedensel ve belirlenimci süreç varl ığın temel ve asıl yapısını yansıtır; ötekiler ise varlığın geçici görüngüleri, değişebilen yanlarıdır.

İşte bu cümleden olarak monizm, düalizm ve plüralizm kavramları da varlık içinde bir arada bulunan dinamiklerin somutlaşmasının yansımalarıdırlar. Örnekle Einstein’dan sonra sorulan şu sorular hâlâ gündemimizi işgal etmekte: Doğanın henüz keşfedilmemiş ilkeleri var mıdır (yeni simetriler, yeni fiziksel yasalar gibi)? Niçin çok fazla türde parçacık bulunmaktadır ve doğanın bütün güçleri birleştirilebilir mi?, Büyük patlamayı tetikleyen ve harekete geçiren neydi? Bir kara deliğin eşiğinde ya da kıyısında uzay, zaman ve maddeye ne olur?, Evreni genişlemeye yönelten esrarengiz karanlık enerji nedir ve onun sırrını nasıl çözebileceğiz?, Karanlık madde nedir ve onu laboratuvarda nasıl yapabilir ya da oluşturabiliriz?, Büyük patlamayı harekete geçirmek için uzay, zaman ve enerji birlikte nasıl çalıştılar?, Evren nasıl meydana geldi ve karşı maddeye ne oldu?, İnsan evrenin yapısını belirleyebilir mi? 1 İşte bu gibi sorulara bilim ve felsefe birlikte çalışarak yanıtlar bulabilir. Bilim ile felsefe tarihi son 2500 y ılın büyük bölümünde birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı olmuştur. Ancak bilim adamları eğer sırtlarını felsefeye dönerlerse, ki bu zaman zaman olmuştur, felsefe onları sürekli bir şeylerin yolunda gitmediği konusunda uyarır ve rahat bırakmaz. Çünkü bilim adamları kendi inceleme konularına bir ön metodoloji, bir araştırma mantığı ve epistemolojisi, genel ilke ve varsayımlar olmadan eğilemezler. Yaln ızca olgulara yaslanmak yetersiz, deneylere dayanmak yararsızdır; çünkü olgu ve deneyler kendilerini seçmezler. Uygun bir varsayıma nasıl ulaşacağız? Olgular nasıl yorumlanacak? Teori ve yasaları nasıl kuracağız? gibi bir kez bu soruları sormaya başladığımızda felsefe alanına ya da en azından felsefenin geçerliliğini hâlâ koruyan kısımlarının, yani bilimin metodolojisi ve epistemolojisiyle ilgili kısımların alanına girmiş oluruz. Bilimsel yöntemin tam orta yerinde, bağrında teoriler kurmak yatar. Bilimsel teoriler asl ında gerçek dünyanın ya da onun parçalarının modelleridirler ve bilimin söz dağarcığının en önemli bir bölümü gerçekliğin bir ifadesi olan bu modellerle ilgilidir. Bilimin bütün ruhu tamamiyle bize içinde yaşadığımız bu gerçek dünya hakkında bir şeyler söylüyor olmasıdır. Bilimin tek varolma gerekçesi, tek bilgi kaynağı, doğruluğunu kanıtlamasının tek aracı bu nesnel gerçeklikte yatar. 1 Hans Reichenbach, The Philosophy of Space and Time, Dover Publications, 1958, s: 151 vd.; Kip S. Thorne, Black Holes and Time Warps: Einstein’s Outrages Legacy, W. W.

Norton and Company, 1994, s: 110 vd. Tutarlı ilkelerden oluşan bir kurama duyduğu gereksinim Einstein için vazgeçilmez bir duyguydu. Fizik yasalarının doğadaki her şeye uyumlu ve tutarlı bir açıklama getirmesi gerektiğine çoğu meslektaşından daha fazla önem veriyordu. Bu yüzden fizik kuramlarının mantıksal yapısındaki yanlış ve tersliklere özellikle duyarlıydı. Einstein’ın yanlışlıkları görme yeteneği ve uzlaşmaya şiddetle karşı koyuşu onun özel yaşamına da yansıdı. Örneğin kuantum mekaniği objektif gerçekliği yadsıyor ve elektron, proton ya da bir foton olsun herhangi bir tekil parçacığın, herhangi biri ölçmediği taktirde, asla belirli bir yeri işgal edemeyeceğini ve bir parçacığı da gözlemlemedikçe nerede olduğunu sormanın anlamsız olacağını savunuyordu; çünkü parçacığın kesin bir konumu olamazdı ve yalnızca “bir olasılıklar bulanıklığında” varolabilirdi. Öte yandan W. Heisenberg’e göre, bir parçacığın konumunu, hızını, enerjisini ve öteki özelliklerini belirlemek de olanaksızdı. Çünkü bir parçacığın gözlemlenmesi işlemi, o parçacığı tedirgin ya da rahatsız etmekteydi; gözleyen, gözlemleneni etkilemekteydi. Kuantum kuramı, bu durumuyla, doğanın bilimsel, nesnel betimlenmesinde temel bir kuram olabilir miydi? Bugüne değin başka hiçbir kuram, deneyler sonucunda elde edilen bir yığın verinin açıklanmasında bu denli başarılı olamadı. Kuantum kuramı, bir olasılıkla kütleçekimi ile evrenbilim dışında, gerçekte tüm fiziksel olayların temelini oluşturuyor. Ancak iki önemli eksikli ğe de sahip; bunlardan ilki, tek tek süreçlerin sonuçları konusunda kesin kestirimler sunmaktan yoksun bulunması ve bunun yerine yalnız istatistiksel kestirimler sunmakla yetiniyor olması. İkincisi gözlemci rolünü üstlendiğimizde kuantum kuramının herhangi bir bağlantısı olmayan dünyanın nesnel bir görüntüsünü vermekten yoksun bulunmasıdır. Sadece kuramdan yola çıkan bir bilim adamının, deneylerin yapıldığı dış dünyayla ilişkisini kesme ve metafizik dünyasına kayma tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceğinin bilincinde olan Einstein, deney ve gözlemin önemini her zaman vurgulamıştır. Ta başından beri Einstein’ın bilimdeki tek hedefi ilkeler kuramı adını verdiği ve tüm olgular için geçerli olan genel önermelerden ibaret kural ve kuramları bulmaktı.

Bu tür kuramlar eğer doğru iseler, her zaman ve her ko şulda geçerli olmalıydılar. Einstein fizik araştırmalarında iki ilkeler kuramı ortaya koydu: Galilei ile Newton’ın devinim yasaları ile termodinamik yasaları. 1905 yılında A. Einstein yayımladığı makelelerde atomlar ile moleküllerin varlığını ve boyutlarını belirledi. Modern fiziğin en renkli dallarından birinin temellerini oluşturan “Kuantum Teorisi ”ni de aynı yıl dünyaya sundu. Bir başka kuramı olan “Görelilik Teorisi” ile de uzay ve zaman kavramlarının tanımında devrim niteliğinde bir değişim yarattı. Tüm bilimsel denklemlerin belki de bütün dünya halklarına mal olmuş en efsanevi ve yaygın olarak bilinenini, E = mc 2 denklemini de bulan Einstein, bu denklemle maddenin enerjisini, onun kütlesi ve ışık hızının üst ikisiyle ilişkilendiriyor. Atom bombalarının sahip olduğu yıkım gücü bu denkleme bağlansa da aynı denklemin insanlığın yararı için de pek çok başka kullanım alanı bulunduğu unutulmamalıdır. Nitekim Einstein atom bombasının kullanımının insanlığa vereceği zararları her zaman konuşmalarında ve yazılarında vurgulamış ve bir yerde şöyle demiştir: “III. Dünya Savaşı’nın hangi silahlarla yapılacağını bilmiyorum, ama IV. Dünya Sava şı’nın taş ve sopalarla yapılacağını gayet iyi biliyorum.” 2 Fiziğin doğayı “özünde olduğu gibi” yansıtması gerektiğine inanan Einstein, bu bağlamda tutarlı bir ilkeler kuramı gereksinimine büyük bir yakınlık duyuyordu; ancak onun bu gereksinimini ne kuantum kuramı, ne özel görelilik, ne genel görelilik, ne de bugüne dek geliştirilmiş herhangi bir kuram karşılayabildi.Zaten o da şuna inanıyordu. “İnsanları yücelten ve doğalarını zenginleştiren, bilimsel çalışmaların sonuçları değildir; yaratıcı ve açık fikirli entelektüel çalışmalar hazırlarken, bunları anlamaya çalışmaktır.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir