Kolektif – Sozden Yaziya

2004-2005 akademik yılı bahar döneminde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü olarak yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin katılımıyla “Yazıdan Söze” adlı bir lisansüstü sempozyumu düzenledik. İki yılda bir tekrarlanması planlanan bu sempozyumun ilkini aslında daha önce 1994 yılında o zamanki yüksek lisans öğrencilerimiz gerçekleştirmiş ve bildirilerini Sözden Yazıya adıyla üniversitemiz yayınevince yayımlatma imkânı bulmuşlardı. Daha sonra 1995 ve 1996 yıllarında sempozyum tekrarlandı. Uzunca bir aradan sonra 2005’te “Yazıdan Söze”yi yeniden başlattık. Yıllar içinde bölümümüz büyüdü, yüksek lisans öğrencilerimiz arttı ve onlara 2001 yılından beri doktora öğrencileri de katıldı. Bu nedenle 2005 sempozyumu bölümümüzün lisansüstü düzeydeki öğrencilerinin tümüne akademik üretimlerini sunma imkânı verdi. Zaten bir lisansüstü sempozyumu düzenlemeyi ve buna süreklilik kazandırmayı istememizin en önemli sebebi yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin akademik çalışmalarını dolaşıma sokabilmelerine imkân vermekti. Böylece bir yandan onların akademik hayata hazırlanmalarına katkıda bulunmuş olacak, bir yandan da yeni çalışmalar, yeni bakış açıları edebiyat dünyasına kazandırılmış olacaktı. Bu niyetlerle yola çıkılan 2005 sempozyumunda Türk Dili ve Edebiyatı bölümü yüksek lisans ve doktora öğrencileri üzerinde çalıştıkları tezlerin veya benzeri çalışmaların ürünlerini sundular. Daha önce olduğu gibi, bu çalışmaları kitap hâlinde yayımlamanın amaçlanan katkı ve desteği kalıcı hâle getireceğini düşündük. Elinizdeki bu kitap 2005 yılında düzenlenen bu sempozyumda sunulan bildirilerin akademik makaleler olarak hazırlanmasıyla oluşturuldu. Kitapta yer alan makaleler, Divan edebiyatı, modern Türk edebiyatı, dilbilim, karşılaştırmalı edebiyat gibi alanlarda yeni açılımlar getiren çalışmalar. Kitabı düzenlerken makaleleri bu farklı alanlara göre gruplandırmaya çalıştık. İlk grupta Divan edebiyatına ait eserler ve Divan şairleri üzerine yapılmış çalışmalar yer alıyor. İlk makale Berat Açıl’a ait.


Hakkında pek fazla bilgi sahibi olmadığımız 19. yüzyılın kadın şairlerinden Sırrî Râhile Hanım’ı tanıttığı yazısında Açıl, şairi, eski edebiyat geleneğinin terk edilmeye başlandığı bir dönem içinde konumlandırmaya çalışıyor. Gülşah Taşkın, yine bir 19. yüzyıl Divan şairi olan Rumî’yi tanıttığı yazısında Rumî’nin kimliğini tespit etmekte karşılaşılan bazı güçlüklere ve şair hakkında elde edilen yeni bulgulara değiniyor. Murat İnan ise, 15. yüzyılın önde gelen şair ve devlet adamı Ahmet Paşa’nın biyografisini; 16. yüzyıla ait Sehî, Latîfî, Âşık Çelebi ve Kınalızâde Hasan Çelebi tezkireleri üzerinde karşılaştırmalı olarak yaptığı yakın okumalar sonucunda ele alıyor. Bu grubun son iki makalesi Divan şiirini modern edebiyat kuramları ışığında okumayı deniyor. Betül Sinan, Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk adlı eserini ele alırken, eserde saklı olan derin yapı ve örtük manayı, yapısalcı bir bakış açısıyla ortaya çıkarmaya çalışıyor. Tamer Kütükçü ise, Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn adlı eserini, ses unsurunun kullanımı açısından inceleyerek Leylâ ve Mecnûn dilinden söylenmiş gazellerde duyulan “poetik sesi” değerlendiriyor. Kitapta yer alan makalelerin ikinci grubunu modern şiir hakkında yapılmış çalışmalar oluşturuyor. Veysel Öztürk, İlhan Berk’in şiirlerinde çok sık tekrar edilen “deniz” sembolü üzerinden psikanalitik bir inceleme yapıyor. Fatih Altuğ, Turgut Uyar’ın Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda Türkiye’nin modernlik serüvenini, “İkinci Yeni”yi ve aşkı aynı tarihsel anda kesişen mucizeler olarak ele alıyor. Kabil Demirkıran ise, Behçet Necatigil’in pek çok şiirinde “yaşama azabı”nın nedenlerinin peşine düştüğü yazısında “şehir”, “sokak”, “ev” gibi kavramlara odaklanarak, şiirde söylenmeyen ancak ima edilenin ne olduğunu inceliyor. Üçüncü gruptaki makaleler modern roman üzerine yapılmış çalışmalardan oluşuyor.

Deniz Aktan Küçük, Peyami Safa’nın Matmazel Noraliya’nın Koltuğu adlı romanını Ferit karakteri üzerinden ele aldığı yazısında aylaklığın nasıl tanımlandığını, modernite ve aylaklık arasında nasıl bir ilişki kurulduğunu ve bu ilişki vasıtasıyla Peyami Safa’nın kendi tezini nasıl görünür kıldığını değerlendirmeye çalışıyor. Nehir Altun, Yaşar Kemal’in Binboğalar Efsanesi’nde oluşturduğu miti, törelerin korunmasında ve geleneklerin yaşatılmasındaki rolü açısından değerlendiriyor. Seher Özkök ise Sevim Burak’ın Mach 1’dan Mektuplar adlı eserine otobiyografik bir okuma yaparak yazarın hayatı ve yazısı arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Öznur Şahin, Elif Şafak’ın Araf adlı romanındaki karakterler üzerinden, kimlik meselesi üzerine bir okuma yaparak Şafak’ın kimlikleri nasıl geçişken kurguladığını göstermeye çalışıyor. Öykü İş ise, Şebnem İşigüzel’in Eski Dostum Kertenkele adlı romanını bir hayatta kalma çabası olarak okurken, roman üzerinden, hayal ve oyunların özgürleştirici rolünü ve başka bir hayatı mümkün kılma gücünü vurguluyor. Bu grubun son makalesinde Pelin Aslan, Hasan Ali Toptaş’ın Bin Hüzünlü Haz adlı romanında arayış motifi etrafında metnin gösterdiği postmodern anlatı özelliklerini değerlendiriyor. Kitabın son iki makalesini ise herhangi bir gruba dâhil etmedik. Bir tiyatro incelemesi olan makalesinde Esra Dicle, Haldun Taner’in …Ve Değirmen Dönerdi adlı oyununa, metnin içindeki unsurları, bunların işlevlerini ve birbirleriyle olduğu kadar metnin temel anlamıyla da olan ilişkilerini sorgulama imkânı sunan göstergebilim açısından yaklaşıyor. Kitabın tek dilbilim araştırmasında ise Ayşenur Kolivar, Rize’nin Çayeli ilçesinin Karaağaç ve Çeşmeli köylerinde konuşulan Türkçe ağzın sesbilimsel özelliklerini Hemşin kültür alanı içerisinde inceliyor. On altı makaleden oluşan kitapta yazım ve noktalama birliği sağlamak üzere yazım kılavuzu ve sözlük olarak TDK’nın 2005 basımı sözlük ve yazım kılavuzu ile www.tdk.gov.tr adresindeki sanal sözlük ve yazım kılavuzundan yararlandık. Dipnotlar için bütün makalelerde Chicago yöntemini kullandık. Kitabın hazırlanmasında Pelin Aslan, Esra Dicle ve Gülşah Taşkın’la birlikte çalıştık.

Zeynep Uysal 2007 19. Yüzyıl Şairlerinden Sırrî Râhile Hanım: Bir Konumlandırma Çalışması Berat Açıl [1] Bu yazının amacı, 19. yüzyıl şairlerinden Sırrî Râhile Hanım’ı tanıtmak ve aynı zamanda onu eski edebiyat geleneğinin terk edilmeye başlandığı bu dönem içinde konumlandırmaktır. Onun için öncelikle dönemin edebiyat ortamını kısaca anlatacak ve Divan edebiyatının hangi kollardan devam ettiğini ortaya koymaya çalışacağım. Daha sonra Sırrî’nin hayatını anlatıp, onun bu edebiyat ortamında nerede durduğunu belirtmeye çalışacağım. En sonda da Sırrî’yi kısaca kendi döneminin diğer kadın şairleriyle karşılaştıracağım. 19. yüzyılda edebiyatımız Batıdan gelen değerlerin etkisi altında yeniden şekillenmeye başlamıştır. III. Selim döneminde orduda başlayan reformlar kültürel alanı da etkisi altına alarak II. Mahmud döneminden sonra sanat ve edebiyatta iyice hissedilmeye başlanmıştır. Özellikle Tanzimat Fermanı’ndan sonra Batılı değerler Osmanlı toplumunda yerleşmeye başlamıştır. Bu dönemde Osmanlı toplumunda bir “paradigma değişimi”nden [2] söz etmek mümkündür. Yüzyıllardır Osmanlı devletinin sürdüregeldiği ve devlet felsefesini üzerine bina ettiği İslami ortak geçmiş, artık modernleşme çabalarını hızlandırmış ve yüzünü tamamıyla Batıya çevirmiş olan Osmanlı devletinin yeniden ayağa kalkması ve eski şanlı günlerine dönebilmesi için yetersiz görülmeye başlanmıştır. Edebiyatçılar, böyle bir “paradigma değişimi”nin öncüsü ve savunucusu olmuşlardır, bunu da verdikleri eserlerle göstermişlerdir.

Bu bağlamda ortaya çıkan eserlerin en önemli özelliği sanat yapıtlarında eğiticiliğin ön planda tutulmasıdır. Batı yanlısı edebiyatçılar eserlerinde Batılı sanat türlerini (gazete, tiyatro, roman, hikâye…) kullanmışlar ve bu türlerde verdikleri ürünlerde de Batılı değerleri savunmuşlardır. Geleneksel ve İslami normları savunan edebiyatçılar da çoğunlukla Batılı sanat türlerini kullanmakla beraber, eserlerinde Osmanlı’dan miras aldıkları bilgi birikimini savunmuşlardır. Bu dönemde birçok şair, klasik divan şiiri normlarına bağlı kalarak şiir yazmaya ve divanlar oluşturmaya devam etmiştir. Yukarıda, edebiyatçılar için genel bir yargı olarak söz ettiğimiz eğiticilik ve eserlerde öne çıkan fikrî yön, divan şiiri yazma geleneğini sürdüren kimi şairlerde de görülmektedir. 19. yüzyılda Divan edebiyatının dört ayrı koldan devam ettiğini söylemek mümkündür. İlk kol hikemî tarz diyebileceğimiz yoldur. Bilindiği gibi Nâbî’den bu yana divan edebiyatında hikemî tarz, etkisini artırmış ve kimi şairler Nâbî’yi takip etmişlerdir. Hikemî tarzda sanatsallığın yanı sıra didaktizm ön planda olup genellikle öğretici bir tarz benimsenir. Nâbî, bu tarzın en yetkin örneklerinden birini Hayrâbâd adlı didaktik eseriyle vermiştir. Bu gibi eserlerde sanat yapma kaygısı, yerini faydalı olma ya da eğitme/öğretme kaygısına bırakmıştır. İkinci kol, Nedim’den sonra etkinliğini artıran, mahallî olarak nitelenebilecek tarzdır. Bu tarzda mahallî dil, özellikle İstanbul dili, gündelik yaşam gibi unsurlar şiirde sık sık kullanılır. Nitekim 19.

yüzyıl divan edebiyatının en önemli özelliklerinden biri, sade dil kullanımıdır. Enderunlu Vâsıf, bu yolu takip eden şairlerden biridir. Üçüncü kol, Şeyh Gâlib’in açtığı, hikemî tarza karşı çıkan sanatsal tasavvufi bir tarzdır. Şeyh Gâlib, sebk-i hindîyi kullanarak bu sanatsal tasavvufi yolu doruk noktasına çıkarmayı bilmiştir. Leskofçalı Gâlib, Keçecizâde İzzet Molla ve Ayıntablı Aynî gibi şairler ise bu yolu benimsemiş ve takip etmeye çalışmış şairlerdir. Dördüncü kol ise aslında üçüncü kol ile bağlantılı olarak değerlendirilebilecek açıklayıcı/yorumlayıcı tasavvufi tarzdır. Bu kola dâhil edebileceğimiz şairler, sanatsal gücü yüksek olmayan, yorumlayıcı/açıklayıcı kimi zaman da didaktik bir tarzda şiirler yazmışlardır. Aslında bu tarzda ilk üç kolun özellikleri de yer almaktadır, yani üçünün bir sentezi izlenimini de vermektedir. İzmirli Rumî, Âdile Sultan gibi şairler bu kola dâhil edilebilir. Divan edebiyatı değerlerine bağlı kalarak şiir yazan şairler arasında, özellikle klasik dönemde, kadın şairlerin sayısı, bize intikal etmiş hâliyle, oldukça azdır; fakat 19. yüzyılda belki de yukarıda söz etmiş olduğumuz batılılaşma çabaları, matbaa ve tarih yakınlığı gibi faktörlerin de etkisiyle kadın şairlerin sayısı, yine bize intikal etmiş hâliyle, artmıştır. Kadın şairlerin, yine de edebiyat dizgesi içinde kendilerine bir yer bulabilmeleri erkeklere nazaran oldukça güç olmuştur. Tezkirelerde, kadın şairlerin çok az yer bulabilmeleri sanırım, bu durumu çok iyi izah eder; çünkü tezkireler bir nevi antoloji vazifesi görmüşler ve dönemlerinin edebiyat kanonlarını oluşturmuşlardır. Dönemin önemli kadın şairleri arasında Leylâ Hanım, Şeref Hanım, Âdile Sultan, Nesîbâ Hanım, Fıtnat Hanım sayılabilir. Kadın şairlerin ortak bir özelliği, hemen hepsinin çok iyi eğitim almış olmaları ve yüksek sınıfa ait ailelerden gelmeleridir.

Kadın şairlerin bir diğer ortak özellikleri de hemen hemen hepsinin merkezde yetişmiş olmalarıdır. 19. yüzyılda kadın şairlerin çoğu mutasavvıf olup genellikle bir tarikata bağlıdırlar. Kadın şairler için yukarıda söz ettiğimiz özelliklere büyük ölçüde sahip olmakla beraber Sırrî, merkezden değil de taşradan yetişme bir şair olup ömrünün çoğunu taşrada (Diyarbakır ve Bağdat) geçirmiştir. Hayatı Sırrî Râhile Hanım, 19. yüzyılın önemli kadın şairlerinden biridir. Elimizdeki tüm kaynaklar, Sırrî Râhile Hanım’ın Diyarbakırlı olduğu konusunda hemfikirdir. [3] Ahmed Bey’in kızı olan Sırrî, hicrî 1230 (m. 1814) tarihinde doğmuştur. [4] Diyarbakır’da hususi tahsil görmüş, Arapça ve Farsça öğrenmiştir. Elimizdeki kaynakların çoğuna göre Tâhir Ağazâde Bekir Bey’le evlenmiştir. Sırrî’nin Mehmet Emin, Rifat ve Nihal adlarında üç çocuğu vardır. Bunlardan Nihal veya Rifat çocuk yaşta ölmüştür. Nitekim Sırrî, döneminde çok meşhur olan bir mersiye kaleme almıştır. Bu mersiyeyi kimi kaynaklara göre kızı Nihal için kimi kaynaklara göre ise oğlu Rifat’ın çok genç yaşta ölümü üzerine söylemiştir.

[5] Müstensih Ali Emîrî’nin Divan içine düştüğü nota göre mersiye, sekiz yaşında ölen oğlu Rifat için söylenmiştir. [6] Sırrî, 1870-1873 arasında Bağdat’ta kalmıştır. Bağdat’a gitmesinde oğlu Mehmed Emin’in Müntefik Sancağı’na muhasebeci olarak atanmasının yanı sıra kendisinin mutasavvıf olmasının da büyük etkisi olmuştur. Meşâhîrü’n-Nisâ’da Sırrî’nin tarikata bağlı olduğu ve Bağdat’a giderek orada bilhassa mübarek kabirlerin hepsini ziyaret etmiş olduğu yazılıdır. [7] Sırrî, Kâdirî tarikatına bağlıdır. Nitekim Divanı’nda tasavvufi kavramları oldukça fazla kullanmaktadır ve Abdülkâdir Geylânî’ye bir de methiye yazmıştır. Burada Sırrî, açıkça Geylânî Hazretleri’nin sâliki olduğunu dile getirmektedir. Tesdîs nazım şekliyle yazılmış olan methiyenin ilk bentini örnek olarak aşağıya alıyorum: Bahr-ı ‘aşkın biz de bir gencîne-i pinhânıyız Gülşen-i pâk-ı cemâlin bülbül-i nâlânıyız Gâh mest u gâh hüşyâr ol mehin hayrânıyız Sıdk ile ol pâdişâhın bende-i fermânıyız Biz gedâyız sûretâ ammâ cihân sultânıyız Sâlikân-ı Şeyh ‘Abdü’l-kâdir-i Geylânîyiz [8] 1873 yılında Bağdat’tan döndükten sonra iki üç ay Diyarbakır’da kalmış daha sonra İstanbul’a gelmiş ve Yûsuf Kâmil Paşa’nın konağında misafir olarak ikamet etmiştir. Yûsuf Kâmil Paşa onun bir beytini çok beğenmiş ve onu İstanbul’da arattırarak şair ve edebiyatçıları misafir ettiği konağına davet etmiştir. Sırrî, 1873’ten vefat tarihi olan 1877 yılına kadar burada kalmıştır. Bu süre içinde diğer şairlerden de iltifatlar görmüş ve beğenilmiştir. İbnü’l- Emin Mahmud Kemal İnal, bu durumu şöyle özetler: Bir beyti sadrı esbak Yûsuf Kâmil [Paşa]’nın takdirini mucib olarak Sırrî [Hanım] arattırıldı. Keremkarlığı ve kadirşinaslığı meşhur olan Paşanın –erbab-ı danişe melce olan– konağında dört sene müsafir edildi. Paşanın ve –ümmülhasanat olan– refikası Prenses Zeynep [Hanımefendi]’nin iltifat ve atıfetine ve şehrin şuarası tarafından riayete mazhar oldu. [9] Sırrî’nin, Yûsuf Kâmil Paşa konağında ikameti ve evliliği hakkında Begzâde ve Murat Uraz, farklı bir görüş savunmaktadırlar.

Begzâde, “Bu seyahatten sonra vatanına ve anı müteakip Dersaâdet’e gelmiş ve bir iki ay geçer geçmez müteveffî Kâmil Paşa’nın taht-ı nikâhına girmiştir” [10] diye yazar. Murat Uraz da, Begzâde’den naklen, “Sırrî İstanbul’a geldikten sonra Kâmil Paşa’nın konağında misafir olmuş ve bir sene geçtikten sonra onunla evlenmiştir” [11] diye yazar. Başka hiçbir kaynakta böyle bir ibareyle karşılaşmadık. Dolayısıyla bu bilgiye kuşkuyla yaklaşmak gerekmektedir. [12] Sırrî’nin, 1877 (h. 1294) yılında vefat etmiş olduğu konusunda çoğu kaynak hemfikirdir. Yalnızca Kâmûsü’l-A‘lâm’da 1295’te ber-hayat olduğu yazılıdır ki bu yanlış bir bilgidir. Sırrî, Edirnekapı dışındaki Otakçılar mahallesinde bulunan Kâdirî dergâhına gömülmüştür. Sanatı, Edebi Kişiliği ve Üslubu Sırrî, merkezden değil de taşradan bir şairdir. “Merkez”de yetişen şairlerin edebiyat atmosferini daha iyi teneffüs edebilmeleri ve bir devlet büyüğünce desteklenebilmeleri, yani himaye edilebilmeleri, taşrada yetişmiş bir şair veya yazara nazaran daha kolaydır. Bir padişah ya da hami tarafından himaye edilmenin ne kadar önemli olduğu ve kimi şairlerin aldıkları yardım miktarlarıyla ilgili daha geniş bilgi için Halil İnalcık’a başvurulabilir. [13] Sırrî’nin bir diğer özelliği de mutasavvıf bir şair olması ve 19. yüzyılın edebiyat anlayışına uygun bir üslup belirlemiş olmasıdır. O da dönemin diğer şairleri gibi sanatta eğiticiliği/öğreticiliği ön planda tutmuş ve şiirlerinde fikrî yöne daha fazla önem vermiştir. Bu durum elbette, onun şiirlerinin sanat yapma gayesinden uzak olduğu anlamına gelmez.

Divan’ı içinde güzel yazılmış şiirlerinin sayısı bir hayli çoktur. Bizim söz ettiğimiz sadece bir önem sıralamasıdır. Divan’ın ilk beytini tasavvufi terimleri açıkladığı beyitlere bir örnek olarak aşağıya alıyorum: Binâ-yı şer‘e bir muhkem güherdir hâlka-i tevhîd Tarîk-i Hakk’a doġru râhberdir halka-i tevhîd [14] Sırrî’nin mutasavvıf kimliği ise Divan’ında en fazla hissettiğimiz yönüdür. Kaside, tesdis ve tahmislerinde tasavvufun sesini sıkça duyarız. Bunun yanı sıra gazellerinde de tasavvufi düşünceye çokça yer verilmiştir. Sırrî, genel olarak tasavvufi şiirler yazmış ve bu şiirlerde tasavvufi kavramları açıklama/yorumlama yoluna gitmiştir. Aşağıda vereceğimiz gazeli (G 22), tamamen tasavvufi denebilecek bir üslupla yazılmıştır ve bana göre bu gazel Sırrî’nin üslubunun yanı sıra edebî kişiliğini de muhtasar bir biçimde yansıtmaktadır. Bundan dolayı da gazelin tümünü buraya almayı uygun buldum. Verip cân-ı dili dildâra varlıkdan berî oldum Hüviyyet bahrına daldım ebed ölmez biri oldum Ne mâzîden müzâri‘den ne istikbâle fikrim var Fenâ bulmuşdur ahvâlim anıñçün ser-serî oldum Soyundum harf libâsıñ nokta-i esrâra erdim ben O nokta içre mahv etdim vücûdum Haydarî oldum Ebûbekr u ‘Ömer ‘Osmān ‘Alî bir nûr-ı vâhiddir Çerâğ-ı mescid u mihrâba erdim minberî oldum Tecellî eyledi mihrâb-ı dil burc-ı hüviyyetde Bi-hamdi’llâh bugün dîdâr-ı yârıñ mazharı oldum Rumûz-ı resm-i ‘aşka mahrem oldu Sırrî-i hayrân Bu gün râh-ı muhabbetde kamunıñ rehberi oldum[15] 19. yüzyılda sanatta sade ve basit söyleyişler oldukça revaçtadır. Bu, Divan şiiri için de geçerli bir yargıdır. Nitekim Sırrî’nin dikkat çekici özelliklerden biri de sade ve basit, hatta kimi zaman günümüz kullanımına ve söyleyişine oldukça yakın bir söyleyişinin/tarzının olmasıdır. Aşağıdaki beyit, bunun iyi bir örneğidir: Meger kim dûr olan gözden gönülden de olurmuş dûr Ne lâzım bu nihânâ nükteler siz âşinâlardan [16] Sırrî, Divan edebiyatını ve mazmunlarını oldukça iyi bilmektedir ve şiirlerinde bu, açıkça görülmektedir. Divan edebiyatı bilgisi konusunda yetkindir. Divan’ında en çok görülen sanat şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde telmih sanatıdır.

Telmihte bulunduğu kişiler arasında peygamberlerden, filozoflara, Fars kahramanlarından hekimlere kadar çok geniş bir alandan otuza yakın kişi bulunmaktadır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir