Kurt vonnegut – Hapishane Kuşu

Yaa—Kilgore Trout yine döndü. Dışarıda yapamamış. Ayıp değil ya. Yığınla insan var dışarda yapamayan. Bu sabah (16 Kasım 1978)’ Indiana, Crovvn Point’-ten, John Fiğler adında tanımadığım genç bir öğrenciden mektup aldım. Crovvn Point, Büyük Bunalım’ın göbeğinde, banka soyguncusu John Dillinger tarafından gerçekleştirilen bir firar olayı yüzünden yıllar yılı dillerden düşmemiştir. Dillinger, sabun tozu ve ayakkabı boyası karışımı püskürten bir tabancayı gardiyanın ensesine dayayıp kaçmış. Gardiyan, kadınmış. Tanrı, her ikisinin de toprağını bol etsin. Dilinger, benim delikanlılık yıllarımın Robin Ho-od’uydu. Şimdi Indianapolis’te, Crovvn Hili Gömütlüğü’nde yatıyor — annemle babamın ve kendisini benden bile çok seven ablam Alice’in yakınında. Yine oralarda bir yerde ünlü «Yerel Ozan» James Whitoomb Riley de yatmakta — Crown Hill’in kente en tepeden bakan yerinde. Annem, küçüklüğünde Riley’yi çok iyi bilirmiş. Dillinger’in cezası, F.B.


I. ajanlarınca alelacele infaz edilmiş. Kaçmaya yeltenmemesine, tutuklanmaya direnme-mesine karşın, herkesin gözü önünde kurşunu yemiş. Yani F.B.I.’a duyduğum sonsuz saygısızlığın kökleri yenilerde değil. John Fiğler ise, yasalara bağlı bir lise öğrencisi. Mektubunda, hemen hemen bütün yapıtlarımı okuduğunu söylüyor, şu ana kadar yazdıklarımın özünü tek bir tümceyle belirtmeye hazır olduğunu bildiriyor. Şu sözcükler onun: «Aşk tökezleyebilir ama incelik hep yürürlüktedir.» Sözleri doğru bence- eksizsiz üstelik. O yüzden, şimdi, elli altıncı doğum günümden beş gün sonra, boş yere bunca kitabı yazma sıkıntısına katlandığım için yüzüm kızarıyor. Yedi sözcüklü bir telgraf pekâlâ yetermiş. Şaka söylemiyorum, inanın. Ne yazık ki genç Fiğlerin bulgusu bana iş işten geçtikten sonra ulaştı.

Tam bir kitap daha bitirmek üzereyken — bunu. * * * Kitapta önemsiz bir kahraman var: «Kenneth Whist-ler»; onu yaratırken, babamın kuşağından kalma bir In-dianapolisliden esinlendim. Esin perim Powers Hapgood (1900-1949)’du. Adı, Amerikan işçi hareketi tarihlerinde geçer kimi zaman, grevlerde ve Sacco ile Vanzetti’nin i-damlarını engellemek için düzenlenen gösterilerdeki gözü-pek davranışları yüzünden. Onu bir kerecik gördüm. İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’da geçen bölümünden sıyrılıp eve Indinapolis’e döndüğümde, o, babam ve babamın kardeşi Alex Amca, aşağı mahallede, Stegemeier’in lokantasında bir öğle yemeği yemiştik. 1945 Temmuzuydu. Daha ilk atom bombası Japonya’ya atılmamıştı. Bir ay sonra atılacaktı. Düşünün bir. Yirmi iki yaşındaydım ve üniformam üstümdeydi daha, savaşa gitmeden önce Cornell Üniversitesi’nden atılan bir öğrenci olarak giydiğim uzman – er üniforması. Geleceğim hiç de parlak görünmüyordu. Girebileceğim bir aile mesleği yoktu. Babamın mimarlık bürosu topu atmıştı. Meteliksizdi babam.

Ben de tam o sıralar evlenmeye karar verip nişanlanmıştım, «Karımdan başka kim girer koy-numa?» diye düşünerek olsa gerek. Annemse, öbür kitaplarımda okura gına getirtecek kadar yinelediğim gibi, yaşamaktan vazgeçmişti, gerekçesi, genç kızlığındaki bolluk günlerini bir daha görmeyeceğiydi. Bir zamanlar bizim oranın en zengin kadınlarından-mış. Öğle yemeği düşüncesi, Alex Amca’dan doğmuştu. Povvers Hapgood’la, Harvard’da birlikte okumuşlar. Har-vard’a adımımı bile atmadığım halde, bu kitabın her sayfasında adına rastlayacaksınız. Yakınlarda ders de verdim orada, kısa bir süre, büyük başarı gösteremedim — o ara yuvam yıkılmak üzereydi. Öğrencilerimden birine açıldım — yuvamın yıkılmak üzere olduğunu söyledim. Bana şu karşılığı verdi: «Belli.» Alex Amca, siyasal açıdan öylesine tutucuydu ki, Hapgood, Harvard’dan arkadaşı olmasaydı, onunla birlikte yemeğe çıkmayı pek istemezdi sanırım. Hopgood, sendika yetkilisiydi o dönemde, bizim bölgede ClO’nım (1} ikinci başkamydı. Karısı Mary de birçok kereler Sosyalist Parti adayı olarak Amerika Birleşik Devletleri başkan yardımcılığına oynamıştı. Aslına bakarsanız, katıldığım ilk ulusal seçimde, o-yumu Norman Thomas ve Mary Hapgood’a vermiştim, Ma-ry’nin Indianapolis’li olduğunu bilmeden. Seçimi Franklin D. Roosevelt ile Harry S.

Truman kazandılar, Sosyalist ol-, duğuma inanıyordum. Sosyalizmin sokaktaki adama yarar getireceğine inanıyordum. Piyade sınıfından bir uzman-erdim ya, gerçekten de tam sokaktaki adamdım. Hapgood’la buluşmamızın nedeni de, Alex Amca’ya Ordu yakamı bıraktıktan sonra bir sendikada iş bulmaya çalışacağımı söylememdi. O sıralar sendikalar, işverenlerden ekonomik adalet denilen nesneyi söke söke almada bulunmaz araçlar sayılıyorlardı. Alex Amca, ola ki içinden şöyle düşünmüştür: «Tanrı yardımcımız olsun. Budalalığa karşı, tanrıların çabası bile boşunadır.» Eeee — hiç değilse oğlanın bu gülünç düşünden söz edebileceği bir Harvard’lı tanıyoruz.» (Budalalık ve tanrılar üstüne bu sözü ilk Schilier söylemişti. Nietzsche de şöyle karşılık vermişti: «Asıl, cansı-kırıtışına karşı tanrıların çabası boşunadır.») Alex Amca’yla Stegemeier’in lokantasındaki ön masa- (1) Committce of îndustrial Organization: O dönemin etkin, ilerici sendikalar birliği. (Çev.) lardan birine oturduk, biralarımızı ısmaVlayıp babamla Hapgood’u beklemeye başladık. Ayrı ayrı geleceklerdi. Birlikte gelseler, yolda birbirlerine söyleyecek tek söz bulamazlardı.

O sıralar Babam, siyasa, tarih, ekonomi v.b.’na ilgisini hepten yitirmişti. İnsanlar çok konuşuyorlar diyordu boyuna. Duyum onun gözünde düşünceden çok daha anlamlıydı — hele hele parmaklarının ucunda doğal maddelerin dokularını duymak. Yirmi yıl kadar sonra öldüğünde, keşke bir çamur ustası olsaydım diye yanacaktı, bütün gün çamur yoğururdum. Üzülüyordum durumuna —öyle iyi bir eğitim görmüştü ki. Tıpkı cephede gerilerken tüfeğiyle sırt çantasını fırlatıp atan bir asker gibi bilgisiyle zekâsını üstünden atıveri-yordu. Başkalarıysa bayılıyorlardı bu duruma. Kentin en sevilen kişilerinden biriydi, elleri son derece yetenekliydi. Her zaman ince, saftı. Bütün zanaatkârlar aziz katındaydı ona kalırsa, istedikleri kadar hain ya da aptal olsunlar. Alex Amca’nın elinden hiçbir şey gelmezdi oysa. Annemin de. Ne kahvaltı hazırlayabilir ne de düğme dikebilirdi.

Powers Hapgood, maden işçisiydi. Harvard’ı bitirdikten sonra, sınıf arkadaşları, aile mesleğine atılırken, simsarların, bankacıların yanına kapağı atarken, o bu işi seçti: Kömür kazdı. Emekçilerin gerçek dostlarının emekçi olması gerektiğine inanıyordu— işinde usta olmalıydı üstelik. Bu arada belirteyim, kendisini azıcık tanımaya başladığım, yani biraz yetişkin sayılabileceğim yıllarda babam, dünyadan elini eteğini çekmiş iyi kalpli bir adamdı. Annemse teslim olmuş ve örgütümüzdeki yerini boş bırakmıştı. O yüzden, bozgunlarla içli dışlı yaşadım- hep. O yüzden, Powers Hapgood gibi yiğit emekli askerler, dünyada olup bitenleri öğrenmeye hâlâ büyük ilgi duyanlar, yengi denilen şeyin yenilginin pençelerinden nasıl sökülüp alınacağına ilişkin düşünceler ileri sürenler, hep büyülemiştir beni. «Yaşamayı sürdüreceksem,» demişimdir, «onların izinden gitmeliyim.» Bir keresinde, babamla cennette buluşmamızı konu olan bir öykü yazmayı denemiştim. Doğrusunu isterseniz, bu kitabın ilk taslağı o öyküyle başlıyordu. Öyküde onunla gerçekten iyi bir dostluk kurmayı umuyordum. Ama öykü, tanıdığımız gerçek kişiler üstüne yazılan öykülerin çoğu gibi, ters bir yol izledi. Cennettekiler, kendi seçtikleri yaşta olabiliyorlardı öyküye göre, o yaşı dünyadayken yaşamış olmaları koşuluyla. Böylece sözgelimi, Standard Oil’in kurucusu John D. Rockefeller, doksan – sekizi aşmamak koşuluyla istediği yaşta olabilirdi.

Kral Tut da on-dokuza kadar herhangi bir yaşta, v.b. Öykünün yazarı sıfatıyla, babamın cennette seçe seçe dokuz yaşı seçmesi karşısında büyük bir umutsuzluğa kapıldım. Ben kendi adıma, kırk dört yaşı seçmiştim —saygın, cinsellik açısından, oldukça verimli bir yaş. Babama değgin bu umutsuzluğum sonunda çaresizliğe ve öfkeye dönüştü. Dokuz yaşında, tam bir Madagaskar maymununu andırıyordu, tepeden tırnağa göz ve el kesilmişti. Sayısız kalemiyle kâğıt desteleri vardı, peşimi bırakmıyor, gözüne çarpan her şeyin resmini yapıyor, bitirince de beğenmem İçin diretiyordu. Yeni tanışlarım, bu acayip oğlanın kim olduğunu soruyorlardı arasıra, cennette yalan söyleneme-diğinden, doğru yanıtlamak zorunda kalıyordum, «Babam.» Öteki çocuklara benzemediğinden, zorbalar canını yakmaktan hoşlanıyorlardı. Çocukların konuşmalarından da çocuk oyunlarından da tad almıyordu. Derken zorbalar, ardına düşünüyorlardı, yakalayıp pantolonunu, donunu zorla çıkartıyor, cehennemin ağzından içeri atıyorlardı. Cehennemin ağzı da bir dilek kuyusunu andırıyordu ya, bir kovasıyla çıkrığı eksikti. Kenarından hafifçe eğildiniz mi, en diplerden Hitler’in, Neron’un, Salome’nin, Judas’ın ve daha nicelerinin çığlıklarını duyabiliyordunuz hafiften. Hitler’i gözümün önüne getiriyordum, daha şimdiden cehennem azabının doruğuna ulaşmıştı, hele belli aralarla babamın donu başına dolandıkça . Donu çalınır çalınmaz, doğru bana koşuyordu babam, yüzü öfkeden mösmordu.

Olacak şey değil ama ben de tam yeni binleriyle arkadaşlık kurmuş oluyordum, görgü gösterileriyle onları etkilemeye çalışıyordum — işte tam o sırada babam, pis küfürler savurarak öcünü alacağını haykırıyordu, pipisi de usulca dalgalanıyordu rüzgârda. Anneme açtım konuyu, annem onu tanımadığını söyledi, beni de tanımıyormuş, daha onaltı yaşındaymış çünkü. Böyiece babam benim üstüme kaldı, yapabildiğim tek şey, arasıra, «Tanrı aşkına Baba,» diye azarlamaktı onu, «lütfen büyüsene biraz!» İşte böyle. Öykü, düşmanca kalmakta direnince, yazmaktan vazgeçtim. Ama o gün, 1945 Temmuzunda Stegemeier’in lokantasına geldiğinde oldukça sağdı babam. Benim şimdiki yaşımdaydı, bir daha evlenmeyi aklına bile getirmeyen bir duldu, herhangi bir sevgili edinmeye de niyetli değildi besbelli. Bıyığı benim şimdiki bıyığıma benziyordu. Ben o zaman sakalsız bıyıksızdım. Korkunç bir varta atlatılmak üzereydi — gezegen ölçüsünde bir ekonomik çöküntüyü izleyen gezegen ölçüsünde bir savaş. Savaşa katılanlar her yerde evlerine dönmeye başlamışlardı. Babamın üstünkörü bir biçimde de olsa bu konuya, yeni başlayan döneme ilişkin birkaç söz edeceğini sandınız değil mi. Hayır, etmedi. Onun yerine, o sabah başından geçen bir serüveni anlattı tatlı tatlı. Arabayla kente gelirken, eski bir evin yıkıldığını görmüş. Durmuş, yapının iskeletine bir göz atmış.

Giriş kapısının altındaki eşiğin değişik tahtası ilgisini çekmiş, sonunda ağacın kavak olduğuna karar vermiş. Anladığım kadarıyla kütük, yirmi santim genişliğinde bir buçuk metre uzunluğundaymış. Tahtayı o kadar beğenmiş ki, yıkıcılar ona armağan etmişler. Birinden ödünç aldığı keserle görebildiği bütün çivileri sökmüş. Sonra tahtayı bir bıçkıhaneye götürüp geniş parçalara böldürtmüş. O parçalarla ne yapacağına sonra karar verecekmiş. En çok da, bu olağanüstü kerestenin damarını incelemek istiyormuş. Bıçkıhanedekiler, kerestenin üstünde hiç çivi kalmadığı konusunda garanti vermesini istemişler. Vermiş. Ne yazık ki, bir tek çivi kalmışmış. Başı koptuğundan, görünmüyormuş. Yuvarlak bıçkı çiviye iner inmez, kulakları sağır edici bir gürültü duyulmuş. Hızı kesilen bıçkıyı zorlayan kayıştan dumanlar çıkmaya başlamış. Şimdi Babam, yeni bir bıçkıyla yeni bir kayış parası ödemek zorundaymış adamlara, bir daha da kullanılmış keresteyle oraya adım atmamasını söylemişler. Nedense keyfi pek yerindeydi.

Anlattığı bir çeşit peri masalıydı, herkes istediği dersi çıkarabilirdi. Alex Amca’yla ben, öyküye coşkulu bir tepki gösteremezdik. Babamın öteki öyküleri gibi bu da, bir yumurta misali, tertemiz sarmalanıp kendi kabuğuyla sınırlandırılmıştı. Birer bira daha söyledik. Alex Amca, sonraları Meçhul Alkolikler Derneği’nin Indianapolis şubesini kurdu; karısı da sık sık, onun hiçbir zaman alkolik olmadığını üstüne basa basa açıklamaktan geri kalmadı. Alex Amca, Co-lumbiya Konserve Şirketi’nden söz ediyordu o gün. Bu fabrikayı, yine bir Harvard’lı, Povvers Hapgood’un babası, 19Q3’te Indianapolis’te kurmuştu. Sınai demokrasimizin ünlü atılimlarından biriymiş ama ben o güne kadar adını duymamıştım, orası başka. Adını duymadığım daha nice nesne var. Columbiya Konserve, domates çorbası, biber ve domates salçası üretiyormuş, buna benzer birkaç şey daha. İş büyük ölçüde domatese bağlıymış yani. 1916 yılına kadar şirket bir türlü kâra geçememiş. Geçtiğinde, Powers Hapgood’un babası, işçilerini, dünyanın her yerinde emekçilerin doğal hakkı saydığı haklardan yararlandırmaya kalkışmış. En büyük iki paydaş, kardeşleriymişler ve onlar da Harvard’danmışlar, o yüzden kendisine karşı çıkan olmamış. İşe, yedi işçiden bir danışma kurulu oluşturarak başlamış.

Bu kurul, yöneticilere ücretler ve çalışma koşulları açısından öneriler getirecekmiş. Aslında, yöneticiler, daha öneri falan gelmeden açıklamalarını yapmışlar, büyük ölçüde mevsim koşullarına bel bağlayan bu sanayi kolunda, zorunlu işsizlik dönemleri asla bel bükmeyecekmiş, izinler ücretli olacakmış, işçilerle yakınları sağlık hizmetlerinden bedava yararlanacaklarmış, bir hastalık ödenekleri sistemi, emeklilik tasarısı düzenlenecekmiş, kısaca, şirketin temel amacı, hisse senetleri biçiminde ödenen ikramiyeler aracılığıyla şirketi işçilere mal etmekmiş, «Gümledi gitti!» dedi Alex Amca, dudaklarında buruk, gururlu ve Darvvinsi bir gülümseyişle, Babam, sesini çıkarmadı. Belki konuşulanları duymamıştı bile. Karşımda, Michael D, Marcaccio’nun yazdığı bir kitap var: HapgoGcTksr, llç Dürüst Kcırdeş (Virginia Üniversitesi yayını, Charlottesville, 1977}. Adaları geçenler, Coiumbiya Konserve’nin kurucusu William ile soylu yazın beğenileriyle, New York dolaylarında gazetecilik, yayıncılık ve yazarlık uğraşları yürüten — yine Harvard’lı — Norman ile Hutchins, kardeşler. Bay Marcaccio’ya göre, Kolumbiya Konserve, 1931’e kadar derli toplu giderken Büyük Bu-nalım’ın balyozu altında kalmış. İşçilerin çoğu işten çıkartılmış, kalanlar da ücretlerini yüzde elli kesintiyle almaya başlamışlar. Zaten Continental Konserve’ye yığınla borç birikmişmiş; bu şirket, Coiumbiya Konserve’den — her ne kadar şirkete paydaş olsalar da, ki çoğu öyleydi — işçilerine geleneksel tavrı göstermesini istemiş, diretmiş. Deneyin sonuymuş bu. Artık sürdürmek için tek kuruş yokmuş. Kâr paylaşımından hisse senetleriyle çıkanların elinde ölü bir şirketin döküntüleri kalmışmış yalnızca. Bu can çekişme, bir süre daha gitmiş. Aslında, Alex Amca, Babam, Powers Hapgood ve ben, o öğle yemeğini yerken de, can çekişmekteydi şirket. Yalnız, herhangi bir konservecilik kuruluşundan farksızdı artık, öbürlerinden bir kuruş fazla ödemiyordu işçilere. Şirketten arta kalanlar, 1953’te daha güçlü bir kuruluşa satıldı.

* • * Powers Hapgood, ucuzca bir işadamı —giysisiyle girdi lokantaya, Orta Batılı sıradan bir Anglo Sakson,’dı. Yakasında sendika rozeti. Neşeliydi. Baban* uzaktan tanıyordu. Alex Amca’yı yakından. Geciktiği için özür diledi. O sabah mahkemedeymiş, birkaç ay önceki bir grevde, grev gözcülerinin giriştiği bir şiddet eylemi konusunda tanıklık etmiş. Kendisinin olayla hiçbir ilgisi yokmuş. O vur – kır günleri çok gerilerdeymiş artık. Bir daha kimseyle dövüşmeyecek, dizlerine cop yemeyecek, deliğe tıkılmaya-cakmış. Konuşkan bir adamdı. Babamla Alex Amca’nmkilerden çok daha ilginç hikâyeler vardı dağarcığında. Sacco ile Vanzetti’nin idamlarım protesto gösterilerinde, grev gözcülerine öncülük ettikten sonra bir ara tımarhaneye atılmış. John L. Lewis’in Birleşmiş Maden İşçileri Şendikası’nın yöneticileriyle de başı sürekli dertteymiş, çok sağda buluyormuş o sendikayı.

1936‘da Camdan, New Jersey’deki R.C.A. grevinde de CIO örgütçülerindenmiş. Hapse atılmış. Ama anti – linç eylemine girişince, şerif, onu salıvermekte yarar görmüş. Daha neler neler… Onun anlattıklarından anımsadıklarımı, bu kitaptaki yapıntı kişilerden birinin — deyim yerindeyse — ağzına aktarıverdim işte. Anladığım kadarıyla, o sabah mahkemede de bunları anlatmış. Yargıç çok etkilenmiş, bu özveri yüklü, bencillikten uzak, güzel serüvenler, salondaki herkesi etkilemiş. Galiba yargıç, Hapgood’u yüreklendirmiş, konuşturmuş. O dönemde işçi hareketleri tarihini pornografiden sayma eğilimi yaygındı, şimdi daha da yaygınlaştı ya. Okullarda, iyi aile evlerinde, işçilerin çilelerinden, gösterilerdeki gö-züpek eylemlerinden kaynaklanan öyküler anlatmak hiç hoş karşılanmazdı ve karşılanmıyor. Yargıcın adını anımsıyorum. Claycomb. Aklımda kalmasının nedeni, oğlu «Moon»un, ortaokuldan sınıf arkadaşım olması.

Powers Hapgood’un anlattığına bakılırsa, yemek paydosundan hemen önce ona son bir soru sormuş Moon Claycomb’un babası. «Bay Hapgood,» demiş, «sizin gibi soylu bir aileden gelen, iyi eğitim gören biri, neden böyle bir yaşam biçimini seçsin?» Ve Moon Claycomb’un babası da şöyle demiş: «Duruşmaya saat 14.00’e kadar ara verilmiştir.» Peki Dağın Tepesindeki Vaaz neydi dersiniz? Isa’nın verdiği muştuya göre, bu dünyada umutlarını yitirenler bir gün Cennetin Kırallığını elde edeceklerdi; yas tutanlar, avutulacaklardi; Dünya, ezilenlerin olacaktı; hak susuzluğu çekenler, aradıklarını bulacaklardı; İyilikseverler, iyilik göreceklerdi; saf yürekliler, Tanrı’ya ulaşacaklardı; barış yolunda savaş verenler, Tanrı’nın oğulları olarak anılacaklardı; hak uğruna zulme uğrayanlar da Cennetin Kırallığını elde edeceklerdi; falan filan. Kitabın, Povvers Hapgood’dan esinlenilerek yaratılmış kişisi, bekârdır ve alkolle başı iyice derttedir. Povvers Hapgood ise evliydi ve bildiğim kadarıyla böyle bir sorunu yoktu. Yine önemsiz sayılabilecek «Roy M. Cohn» adını verdiğim bir kişi daha var kitapta. Onu yaratırken komünist düşmanı ünlü bir avukat — iş adamından esinlendim. Lâfı dolaştırmamak gerekirse, asıl adı da Roy M. Cohn’dur. Dün [2 Ocak, 1979) kendisini kitabıma katmam için tele-lonla izin verdi. Ben de asla hakkını yemeyeceğime, onu kim olursa olsun her sanığın karalanmasında ve aklanmasında olağanüstü etkinlik gösteren bir avukat kişiliğiyle çizeceğime söz verdim. Povvers Hapgood’la birlikte yediğimiz yemekten sonra arabayla eve dönerken, sevgili babam, uzun bir süre susmayı yeğledi. Onun Plymouth’undaydık.

O sürüyordu arabayı. On beş yıl kadar sonra kırmızı ışıkta geçtiği için tutuklanacaktı. O zaman da yirmi yıldır ehliyetsiz araba sürdüğü çıkacaktı ortaya — yani Povvers Hapgood’la yemek yediğimiz gün de ehliyeti yoktu demek. Evi, kentin oldukça uzağında bir yerdeydi. Kentin eteklerine vardığımızda, şansımız yerindeyse, çok garip bir köpek göreceğimizi söyledi. Alman çobanıymış, o kadar çok araba altında kalmış ki artık ayakta duramıyor-muş. Yine de aksak aksak yola çıkıyor, arabaların ac-dına düşüyormuş, hem de gözlerinden yiğitlik ve öfke ışığı saçarak. Ne yazık ki o gün çıkmadı. Ama gerçekte vardı böyle bir köpek. Bir başka gün, tek başıma araba sürerken ona raslayacaktım. Yolun kıyısına çökmüş, sağ ön lâstiğime dişlerini geçirmeye hazırlanıyordu. İçler acısı bir saldırıydı. Kuyruk kısmını güçlükle dik tutabiliyordu. Yalnızca ön ayaklarına güvenip demir bir kasa sürüklemeye kalkışsa, bu kadar becerirdi. Atom bombasının Hiroşima’ya atıldığı gündü.

* * * Şimdi yine Powers Hapgood ile öğle yemeği yediğimiz güne dönelim. Babam arabayı garaja soktuktan sonra nasılsa yemek üstüne iki çift lâf edebildi. Hapgood’un, Sacco ile Vanzetti davasını, Amerika tarihinin en sert tartışmalara yol açan bu akla durgunluk veren adli hatasını irdeleyiş biçiminden çok etkilenmişti, şaşkına dönmüştü. «Biliyor musun,» dedi Babam. «Onların suçlu olduklarından kuşku duyulduğunu bile bilmiyordum.» İşte babam böyle katışıksız bir sanatçıydı. ♦ * * Kitapta, grevci işçilerle polisi ve askerleri karşı karşıya getiren kıyasıya bir çatışma, Cuyahoga Kıyımı diye anılan olay da yer alıyor. Bu olayı, pek eski sayılmayacak aynı tür kanlı gösterilerden alınma parçalarla döşedim. Olay, kitabın kahramanı Walter F. Starbuck’ın kafasında handiyse bir efsane boyutlarına ulaşmıştır ve Star-buck’ın doğum yılından çok önce, Bin Sekiz-yüz Doksan-dört yılının Noel sabahında geçtiği halde, kahramanımızın yazgısını rastlansal olarak yönlendirmiştir. Şöyle: 1894 Ekiminde, o günlerde Cleveland Ohio’da bağımsız çalışan patronların en büyüğü, Cuyahoga Köprücülük ve Demir Işletmesi’nin kurucusu ve sahibi Daniel McCo-ne, fabrikasında çalışan işçilere, ustabaşılar aracılığıyla, ücretlerinin yüzde on oranında kesileceğini bildirmiş. Sendika falan yokmuş. McCone, Iskoçya’nm Edinburgh yöresinden, işçi bir ona-babanın oğlu, kendi kendini yetiştirmiş, dediği dedik, parlak bir makine mühendisiymiş. Buyruğundaki iş gücünün yarısı, yani bin işçi kadar, Colin Jarvis adında ağzı çok iyi lâf yapan sıradan bir döküm işçisinin önderliğinde eyleme geçmiş, fabrikayı kapatmışlar. Ücretlerinde kesinti olmadan da, ailelerinin yeme içme, giyinme ve barınma gibi temel gereksinimlerini karşılayamıyorlarmış.

Hepsi beyazmış işçilerin. Çoğu da bölgenin yerlisiymiş. Doğanın da sevecenliği üstündeymiş o gün. Gökyüzü ile Erie Gölü tıpatıp aynı renkteymişler, kurşun renginde. Grevcilerin yorgun adımlarla sürüklendikleri küçük evler de fabrikanın yakınlarındaymış. Evlerin çoğuyla çevredeki bakkal dükkânları da Cuyahoga Köprücülük ve Demir Iş-letmesi’nin malıymış.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir