La Fontaine – Kuyudaki Tilki

Kaplumbağanın biri yuvasında oturmaktan sıkılmış. Değişik ülkeler, çeşitli hayvanlar görmek istemiş. Dünyayı daha yakından tanımayı düşünmüş. Kaplumbağa: – Yabancı ülkeleri ziyaret etmenin de ayrı bir tadı olmalı. Artık yeter, evde daha fazla bekleyemem, demiş. Önce bu haberi çevresindekilere anlatmak istemiş. Hayvanlar, bu düşünceyi acayip karşılamışlar. – Kaplumbağa kim, dünyayı gezmek kim? Bu yürüyüşle dünya mı gezilir? Kanat takıp uçmaya başlasa ancak dünyayı gezebilir. Bu hayvanın aklından zoru var galiba, demişler. Kaplumbağa, gezme düşüncesini iki ördeğe de bildirmiş. Ördekler: – Sen hiç merak etme! Şu geniş gökyüzünü görüyor musun? Oradan seni istediğin ülkeye uçururuz. Yolda çeşitli ülkeler görürsün. Yeni hayvanlar tanırsın. Çeşitli ülkeleri, canlıları görmek senin için elbette faydalı olur. Bilgin, görgün artar.


Yol boyunca, karşılaştığın halkın davranışlarını incelersin, demişler. Kaplumbağa, ördeklerin söylediklerini dikkatle dinlemiş. Sonunda: – Peki, sizin önerinizi kabul ediyorum, demiş. Ördekler, kaplumbağayı taşımak için bir uçak uydurmuş. Kaplumbağanın ağzına, yanlamasına bir değnek vermişler: – İyi tutun, sakın bırakma haa! Yolda sakın ağzını açmaya kalkışma, demişler. İki ördek, sopayı birer ucundan yakalamışlar. Sopaya tutunan kaplumbağa havalanınca bütün hayvanlar şaşırıp kalmış. Bu yavaş hayvanı iki ördeğin arasında görünce: – Bu, olağanüstü bir şey! Geliniz, bakınız. Kraliçe Kaplumbağa göklerde geziyor. Sonunda emeline ulaşacak. Biz de hiçbir yere gidemeyeceğini düşünüyorduk, yanılmışız, demişler. Kaplumbağa, hayvanların konuşmalarını duymuş. Kendine kraliçe denmesi kaplumbağanın hoşuna gitmiş. Öyle ya, gökyüzünde ancak bir kraliçe dolaşabilirmiş: – Kuşkusuz ben bir kraliçeyim. Ördekler de beni taşıyan hizmetçilerdir.

Sakın benimle alay etmeyiniz, demiş. Kaplumbağa ağzını açmasaymış yolculuğu daha uzun sürecekmiş. Konuşmak için ağzını açınca sopadan kurtulmuş. Göklerden aşağıya doğru düşmeye başlamış. Tam da seyirci hayvanların ortasına düşmüş. Bütün bunlar, boşboğazlığı yüzünden başına gelmiş. Dikkatsizlik, gereksiz merak ve gevezelik kaplumbağayı canından etmiş. KARTALLA SAKSAĞAN Göklerin kraliçesi kartal, yurdunda dolaşıyormuş. Kraliçenin giysileri, huyları, dilleri diğer hayvanlardan farklıymış. Kraliçe, arada yüksek kayaların tepesine konar; oradan kuşların, böceklerin hareketlerini seyredermiş. Kraliçe kartal, bir gün çayırda dolaşıyormuş. Bu sırada kargaya benzeyen ve renkli tüyleri olan bir saksağan ile karşılaşmış. Issız bir yerde oldukları için saksağan çok korkmuş. Kraliçe, onun korktuğunu anlamış: – Korkma, sana bir şey yapmam. Şu anda karnım tok.

Gel, yan yana dostça gezelim. Kimse, ıssız yerlerde tek başına dolaşmayı sevmez. Yanında sohbet edecek birilerinin olmasını ister. Sen, benim hizmetimde olan birisin. Bir şeyler anlat, haydi beni eğlendir, demiş. Saksağan gevezelik etmeye başlamış, aklına ne gelirse söylüyormuş. Havadan sudan, ondan, bundan, iyi kötü ne varsa her şeyi anlatmış. Kraliçenin canı sıkılana kadar konuşmuş. Sonra bir o yana, bir bu yana zıplamış. Bu şekilde kartalı eğlendirdiğini düşünüyormuş. Saksağan konuşmaktan ve zıplamaktan yorulmuş, nefes nefese kalmış. Sonra, kartala şu öneride bulunmuş: – İsterseniz sizin hesabınıza çalışabilirim. Çevrede olup biteni size taşırım, demiş. Kraliçe kartal, saksağanın casusluk önerisini beğenmemiş. Saksağana kızarak şöyle demiş: – Sakın olduğun yerden kımıldama! Hoşça kal çenesi düşük dost! Dedikodu çok kötü bir huy, benim sarayımda dedikodunun yeri yoktur, demiş.

Zaten saksağanın da kartalla kalmaya niyeti yokmuş. Fakat canını kurtarmak için bunları söylemiş. Büyüklerin hizmetine girmek sanıldığı kadar kolay değilmiş. Büyükler hoş görünmeye çalışanlar ve samimi olmayanlar oracıkta anlaşılır. Ne kadar dil de dökseler, üzerlerine güzel elbiseler de giyseler, gerçek yüzlerini saklayamazlar. BALIKLARLA KARABATAK Ördeğe benzeyen karabataklar, göl ve nehir kıyılarında yaşar. Balıkları avlayarak beslenir. İşte bu karabataklardan birinin haraca bağlamadığı bataklık yokmuş. Balıklar ve bütün sular, karabatağa çalıştığından mutfakta işler çok iyi gidiyormuş. Her gün karabatağın istediği kadar yiyecek ayağına geliyormuş. Fakat yıllar geçtikçe karabatak yaşlanmaya başlamış. Yaşlandıkça işler de bozulmuş. Karabatak, artık suların dibini göremiyormuş. Ne ağı ne de oltası varmış. Kıtlık içinde kıvranıyor; yarı aç, yarı tok yaşıyormuş.

Balıklar da karabatağı adam yerine koymamaya başlamışlar. Karabatak, bataklığın kıyısına gitmiş. Gözüne bir yengeç ilişmiş: – Dostum, hemen git, balık milletine şu önemli haberi taşı. Ölüme hazır olsunlar, sekiz gün sonra efendi ava çıkacak, demiş. Yengeç, karabatağın yanından ayrılmış, koşa koşa durumu balıklara anlatmaya gitmiş: – Arkadaşlar, efendi avlanmaya geliyor. Anlayacağınız, işimiz epeyce zor. Hepimizin canına okuyacak. Başımızın çaresine bakmamız lazım, demiş. Bu haberi duyan balıklar kaygılanmaya başlamış. Koşup bir araya gelmişler, karabatağa bir haberci göndermeye karar vermişler. Haberci: – Sayın karabatak, bu haberi kim verdi size? Efendinin ava çıkacağından emin misiniz? Bize garanti verebilir misiniz? Bize bir çözüm yolu önerebilir misiniz? Acaba, efendinin elinden nasıl kurtulabiliriz, demiş. Karabatak: – Yerinizi değiştirin, başka yerlere taşının, demiş. Balıklar: – Bunu nasıl yapacağız, diye sormuş. Karabatak: – Hiç tasalanmayın! Ben tümünüzü yanıma alıp birer birer taşırım. Fakat yolları sadece ben biliyorum, gizli kapılardan geçmemiz gerekiyor.

İnsanoğlu bu yolu bilmiyor. Böylece balık milleti kurtulacak, orada özgürlüğün tadını çıkaracak, dedi. Balıklar, karabatağın sözüne inanmışlar, ıssız bir kayanın altına taşınmışlar. Burasının suyu çok temizmiş ve derinlik azmış. Tam karabatağın istediği gibi bir yermiş. Karabatak, her gün balıkların birini yakalayıp yemiş. Yedikçe de mutlu olmuş. Balıklar, karabatağın sözüne inandıkları için çok zarar görmüşler. Cana kıyan birine inanmanın cezasını çekmişler. ORMAN VE ODUNCU Oduncunun en önemli malzemeleri baltası ve ipidir. Oduncunun birinin, baltasının sapı kırılmış. Böyle olunca oduna gitmesi de mümkün değilmiş. Yenisini kısa sürede bulamadığı için ormana gidememiş. Bu süre için de ormandaki ağaçlar rahat etmişler. Can korkusundan uzak bir şekilde yaşamışlar.

Oduncu, bir gün baltaya düzgün bir sap bulmak amacıyla ormana gitmiş. Kendisine düzgün bir balta sapı vermeleri için ağaçlara yalvarmaya başlamış. Ağaçlara söz vermiş: – Eğer baltaya sap bulmama yardım ederseniz size zarar vermeyeceğim. Ekmeğimi başka yerden kazanacağım. Bütün insanların sevdiği meşeler, çamlar ayakta kalacak. Çünkü bu güzel ve yaşlı ağaçlara herkes saygı duyuyor, demiş. Ağaçlar, oduncunun sözüne inanmışlar. Baltasına sap, evine yakacak odun vermişler. Oduncuya beklediğinden de çok yardımcı olmuşlar. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, oduncu baltaya sap takıp ormana gelmiş. Sonra kendine iyilik eden ağaçları kesmeye başlamış. Orman, inleye inleye oduncunun yaptıklarına bakıyormuş. Oduncuya yardım ettiklerine pişman olmuşlar. İyiliklerine karşı kötülük bulmuşlar. Nice gölgelikler, güzelim ağaçlar böyle yok edilmiş.

KEKLİKLE HOROZLAR Köyün birinde bir horoz sürüsü varmış. Horoz sürüsü çok yaramaz ve gürültücüymüş. İşleri güçleri tarlalardaki fidanlara zarar vermekmiş. Dövsen dövülmez, kovsan gitmez. Bütün köylü, bu horoz sürüsünden yaka silkmeye başlamış. Bir gün köylünün biri horoz sürüsünün içine bir keklik koymuş. Keklik, horozların konuksever ve nezaketli hayvanlar olduğunu düşünmüş. Kendisine de iyi davranacaklarını tahmin ediyormuş. Ama beklediği gibi çıkmamış. Kızgın horozlar, keklik hanıma hiç de saygı göstermemişler. Onu gagalayıp durmuşlar. Keklik önce bu davranış karşısında gücenmiş. Sonra bakmış ki bu çılgın horozlar sürüsü kendi arasında da dövüşüyor, birbirlerinin tüylerini yoluyorlar. – Ne yapalım, horozların huyu böyle! Bunlara kızmayıp acımak lazım. Allah her canlıyı farklı yaratmış.

Kimi horoz, kimi keklik olarak yaratılmış. Ama ben dürüst, saygılı arkadaşlarla yaşamak isterim. Ama efendi beni tuzakla yakaladı, horozların arasına attı. Elimden ne gelir, demiş. İHTİYAR ADAM VE ÜÇ DELİKANLI Adam seksen yaşına gelmiş fakat hâlâ çalışacak kadar gücü varmış. Ömrünün son yıllarını ağaç dikerek geçirmeye karar vermiş. İhtiyar adam, durmadan ağaç dikiyormuş. Bir gün yine ihtiyar adam ağaç dikerken yanına üç delikanlı gelmiş. Adamı hayretle seyretmişler. Kendi aralarında: – Ev yapsa iyi ama bu adam sürekli ağaç dikiyor. Bunların meyvesini yemeyi hayal ediyor mu acaba, diye konuşmuşlar. Bu işi kendilerine göre çok mantıklı bulmamışlar. İhtiyara: – Allah aşkına amca, söyler misin? Bu diktiğiniz fidanların büyüyüp meyve vereceğini ve bu meyvelerden yiyeceğinizi düşünüyor musunuz? Bu olacak iş değil, ne diye kendinize eziyet ediyorsunuz? Bunlar, biz gençlerin işleridir, demişler. İhtiyar adam, gençlerin sözlerine acı acı gülmüş. – Peki, siz gençler, şu ana kadar kaç meyve fidanı diktiniz? Her dikilen ağaç gelişir, büyür.

Her birimiz bir gün bu dünyadan göçeceğiz. Bu fidanların meyvesinden ben yemesem bile torunlarım yer. Kurtlar kuşlar nasiplenir. Kimileri de bu ağacın gölgesinde dinlenecek. Sizler, beni başkalarına iyilik yapmaktan, onları sevindirmekten alıkoyamazsınız. Bu fidanların vereceği meyvelerin tadını şimdiden hissediyorum gibi, demiş. Aradan birkaç yıl geçmiş. Bizim ihtiyar biraz daha yaşlanmış ama hâlâ bahçeye çıkıyor, fidanlarla ilgileniyormuş. Fidanların kimisi ağaç olmuş, meyve vermeye bile başlamış. İhtiyar, meyveleri topluyor; çoluğa çocuğa ikram ediyormuş. Kalanları da kuşlar yiyormuş. Bir gün, daha önce ihtiyarla konuşan üç delikanlı gelmiş. Bahçeyi ve bahçede oturan yaşlı adamı görünce şaşırıp kalmışlar. Bahçe adeta cenneti andırıyormuş. Meyvelerin her çeşidi bahçede varmış.

Delikanlılar, bir ağacın gölgesine oturup yaşlı adamla sohbet etmişler: – Dede, fidan dikme konusunda siz haklı çıktınız. Biz şu yaşa geldik, hâlâ dikili bir fidanımız bile yok. Bu bahçe de çok güzel olmuş. Fidanlar meyve vermeye bile başlamışlar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir