Laurent Gounelle – Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer

Yumuşak, ılık geceyle sarmalanmıştım. Beni kollarına almış, taşıyordu. Bedenimin gecenin içinde dağıldığını hissediyordum. Sanki gökte süzülüyor gibiydim. Bir adım daha… Korkmuyordum. Hiç korkmuyordum. Korku bana yabancıydı. Bu son günlerde korkunun belirmesinden öyle çekinmiştim ki aklımdan atamadığımdan hatırlıyordum korkuyu. Ortaya çıkmasını ve beni engellemesini, her şeyi mahvetmesini istemiyordum… Küçük bir adım… Şehrin uğultusunu işiteceğimi sanmıştım, ama sakinlik beni şaşırtıyordu. Sessizlik değil, hayır, sakinlik. Bana kadar ulaşan bütün sesler yumuşaktı, uzaktı. Ben seslerin beşiğinde sallanırken, gözlerim gecenin ölgün ışıklan içinde kayboluyordu. Bir adım daha… Çok özel aydınlatmanın koyu altın rengine dönüştürdüğü çelik kiriş üzerinde yavaşça ilerliyordum. Çok yavaşça. Bu gece, Eiffel Kulesi ile ben, birdik.


Tuhaf, çekici, esritici, ılık ve nemli havayı ağır ağır soluyarak altın kirişin üzerinde yürüyordum. Ayaklarımın altında, yüz yirmi üç metre aşağıda, Paris uzanmış, kendini bana bırakmıştı. Sayısız göz kırpışlarla ışıldayan şehir ışıklan birer çağrı gibiydi. Cazibesinin farkındaydı. Kanımla döllenmeyi sabırla bekliyordu. Bir adım daha… Enikonu düşünmüş, karar vermiş, hatta bu eylemi hazırlamıştım. Bunu yapmayı seçmiş, kabul etmiş, içime sindirmiştim. Hedefsiz ve anlamsız bir yaşama son vermeye sakince karar vermiştim. Zahmete değer hiçbir şey vadetmeyen bir yaşam. Bu kanaat, adım adım ve korkunç bir şekilde içime kazınmıştı. Bir adım… Varlığım, doğumumdan bile önce başlamış bir yenilgiler dizisiydi Babam o kaba damızlığa böyle demek mümkün müydü, bilemiyorum beni kendisini tanımaya layık görmemişti: Annem ha mile kaldığım söylediği an onu terk etmişti. Annem, umutsuzluğunu bir Paris barında unutmaya, beni ortadan kaldırma niyetiyle mi gitmişti? Orada rastladığı Amerikalı işadamıyla birlikte içtiği sayısız kadeh yine de ona bilincini yitirtmemişti. tam otuz dokuz yaşındaydı, annem yirmi altı. Kaygı içindeki annem, adamın sergilediği kaygısızlıkla yatışmıştı. Rahat biri gibi görünüyordu; annemse geçim derdindeydi.

Hesap ve umutla kendini hemen o gece, bilerek ona sundu. Sabah olduğunda, annem şefkatli ve âşık biri gibi davrandı. Adamın ona, evet, olur da hamile kalırsa, çocuğu aldırmamasını arzuladığım ve annemi yanına alacağım içtin mi yoksa yalnızca zaaftan mı söylediğini asla bilemedim. Annem onun peşinden Amerika Birleşik Devletlerine gitti ve bu obezler ülkesinde, benim dünyaya yedi buçuk aylık ve yaklaşık üç kilo çekerek gelmem kimseyi şaşırtmadı… Bana yerel bir ad uydurdular ve Amerikan vatandaşı Alan Greenmor oldum. Annem İngilizce öğrendi ve kendini kabul eden topluluğa iyi kötü dâhil olmayı başardı. Hikâyenin devamı bu kadar şanlı şöhretli olmadı. Beş yıl sonra, yer babam işini kaybetti ve Reagan öncesinin ekonomik krizinin ortasında yeni bir iş bulmanın güçlüğü karşısında yavaş yavaş alkolizme gömüldü. Olaylar zinciri hızla dönmeye başladı. Babam somurtkan, suskun, depresif biri oldu. Annem onun hırsızlığından tiksiniyor, kendini koy vermesini sürekli eleştiriyordu. Ona derinden öfke duyuyor, sürekli onu kışkırtmaya çalışıyordu. En ufak ayrıntı annemin sitemlerine bahane oluyordu. Eşinin tepkisizliğiyse giderek onu daha kişisel, hakarete yakın saldırılara yöneltmişti. Babam nihayet öfkelendiğindeyse annemin hoşnutluğu belli oluyordu; sanki onun öfkesini iktidarsızlığına tercih ediyor gibiydi. Annemin oyunu beni ürkütmüştü.

Anne babamı seviyordum. Onların yıkımım görmeye katlanamıyordum. Babam ender öfkeleniyordu, ama öfkelendiğinde de kırıp geçiriyordu. Annemin bu öfke patlamalarım kesinlikle arzulaması beni iyice çekinik yapıyordu. Böylesi anlarda nihayet babamdan bir tepki alabilmiş oluyordu. Gözlerde bir bakış, bir eylem. Yaşayan bir rakibi, bir muhatabı vardı. Birikmiş kinine akacak bir yol bulmuş oluyor ve sözler zincirlerinden boşanıyordu. Bir akşam babam annemi dövdü. Babanım şiddetinden çok annemin yüzünde okuduğum saplan hazdan örselenmiştim. Kavgalarının korkunç olduğu bir gece, annem onun yüzüne oğlunun kendisinden olmadığım çarptı. Ben de onunla aynı zamanda öğrendim… Ertesi gün babam evi terk etti ve bir daha da onu görmedik, ikinci babam da beni terk etmişti. Annem, yaşayabilmemiz için mücadele etti. Bir çamaşırcıda yedi günün altısı, bitmek bilmez saatler boyunca çalışıyordu. Her akşam eve kimyasal kokular getiriyordu.

Bu kendine özgü kokular her yerde onu izliyordu. Yatarken beni öpmeye geldiğinde annemin sevgili kokusunu, vaktiyle beni yatıştıran ve sevgiyle beni kucaklayarak uykuya davet eden o kokuyu tanıyamıyordum. Bir adım, bir adım daha… Sonra, ufak tefek işlerin birinden diğerine geçti. Her seferinde, yükselebileceğini, nihayet ödüllendirileceğini, yaşamım daha iyi kazanabileceğini sanıyordu. Birini elinde tutabilme, yeniden bir aile ocağı kurabilme umuduyla bir âşıktan diğerine koştu. Sanırım bir gün, yaşamıyla ilgili bütün bu umutların nafile olduğunu anladı ki o an bana odaklandı. Onun başarısız kaldığı yerde ben başaracaktım. Öyle çok para kazanacaktım ki o da yararlanacaktı. O andan itibaren benim eğitimim onun mutlak önceliği oldu. İyi notlar getirmemi buyurmuştu. Sofradaki konuşmalarımız, lise, öğretmenlerim, sınav sonuçlarım etrafında dönüp duruyordu. Annem benim antrenörüm olmuştu; ben onun yetiştirdiği çıraktım. Onunla Fransızca, geri kalan herkesle İngilizce konuştuğumdan, doğuştan çift dilliydim. Elimde çok önemli bir koz olduğunu dönüp dolaşıp tekrarlıyordu. Kesindi.

Ya uluslararası bir işadamı olacaktım ya da büyük bir tercüman. Beyaz Saray’da neden çalışmayaydım ki? Yalnızca acınacak durumdaki insanların hırsı olmazdı. Bir gün beni dışişleri bakanı olarak bile gördü. Onu hayal kırıklığına uğratmaktan çok korkuyor, sınıfta elimden geldiğince çalışıyordum. Aldığım umut ve iri notlar onun beklentilerini iyice artırarak stratejisini güçlendiriyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nde üniversitelerin paralı -ve çok masraflı- olduğunu öğrendiği gün gerçek bir darbe yedi. Annemin bu kadar yıkıldığım ilk kez görüyordum. Bir an için babamla aynı yolu tutacağımı ve ot gibi yaşamaya başlayacağım düşündüm. Bütün planları göçmüştü. Gerçekten lanetliydi. Ama doğasının baskın çıkmasına kısa bir süre yetti. Lise müdüründen bir randevu alarak, parlak sonuçları, üniversitenin vadettiği yüksek mevkilere erişmesine izin verilirse ülkesine hizmet etme kapasitesinin garantisiyken, genç bir Amerikan yurttaşım yan yolda bırakamayacağına onu ikna etmek istedi. Bir çözüm olmalıydı, burslar falan yok muydu? Eve iyice şişinmiş geldi. Ona göre sorun çok basitti. Çözüm dört harfte yatıyordu: SPOR.

Sporda çok iyi olursam, bir üniversitenin, kendi takımına katıldığımı görmek ve böylece turnuvalarda başarı şanslarını artırmak için bana kayıt hakkı sunma olasılığı vardı. Bunun üzerine, yoğun bir idmana tabi tutuldum. Spordan son derece nefret ettiğimi anneme itiraf etmeye asla cesaret edemedim. Sonuçlarımı gayet yakından izleyerek beni sonuna kadar itiyor, teşvik ediyor, cesaretlendiriyordu. Spordan geçmişte aldığım, genellikle ortalama notlarım onun cesaretini kırmışa benzemiyordu. Her fırsatta, “isteyen başarır” diye tekrarlayıp duruyordu. Sonuçta, en az kötü olduğumdan basketbol olduğu ortaya çıktı. O günden itibaren basketbol için yaşadım. Beni motive etmek için, odamın duvarına Kaplanlar adlı Detroit takımının yıldızlarının posterini asmıştı. Kahvaltıda, üzerinde Kaplanlar’ın fotoğrafı bulunan bir fincandan içiyordum. Her yerde onlar karşıma çıkıyordu: anahtarlığımda, tişörtlerimde, çoraplarımda, havlumda, kalemlerimde. Kaplanlar’ı konuşuyor, Kaplanlar yazıyor, Kaplanlar’la yıkanıyor, hatta Kaplanlarla yatıyordum. Sonunda gerçekten de basketbol düşlerime musallat oldu: Annem beynimi sponsorlamayı, düşüncelerime afişler sızdırmayı başarmıştı. Yakındaki kulübe üyelik bedelimi ödeyebilmek için fazla mesai yapmış, hiç vakit kaybetmeden de beni kaydetmişti. Orda günde en az üç saat geçiriyordum, hafta sonlan beş saat.

Yıllar sonra, antrenörün çığlıkları kulaklarımda hâlâ çınlıyor. Antrenmandan sonra arkadaşlarımın ter içinde soyunduğu vestiyerlerin mide bulandırıcı kokusunu da hatırlıyorum. Birkaç saniye içinde camlar buğulanıyor, hava soluk alınamayacak kadar ağırlaşıyordu. Bu spordan nefret ediyordum, ama annemi seviyordum ve onu hayal kırıklığına uğratmamak için her şeyi yapardım. Yaşamını umut yeşertmekle geçirmişti. Artık hiçbir umudunun kalmadığı günün ömrünün sonu olacağını hissediyordum. Gelecek, bana hak verdi: Birkaç yıl sonra, üniversite diplomamın verilmesinin ertesi günü öldü. Cebimde gerçekten arzulamamış olduğum bir MBA’yle kendimi yapayalnız buluverdim. Okul hayatımı ne zevklerini ne özlemlerini paylaştığım gençlerle birlikte geçirdiğimden, tek arkadaşım bile yoktu. Bana büyük bir şirketin muhasebe bölümünde yardımcı sorumlu mevkii önerildi. Ücret düzgün olsa da iş hızla ilgi çekici gelmemeye başlamıştı. Ama hayal kırıklığına uğramamıştım, çünkü hiçbir beklentim yoktu. Annemin yaşamı, umutların boş olduğunu bana kısa sürede öğretmişti. Bir adım daha… Boş ve hedefsiz bir yaşamla geçmiş birkaç yılının sonunda, nerdeyse hiç düşünmeden, Fransa’ya gitmek üzere yola çıktım. Kökenlerimle bağ kurma bilinçsiz arzum muydu, yoksa yolu tersten katlederek annemin sefil yaşam örgüsünü sökmek mi niyetindeydim? Bilmiyorum.

Ne var ki, kendimi Paris’te buldum ve kısa süre sonra burada kalmaya karar verdim. Şehir güzeldi, ama kalma nedenim bu değildi. Başka bir şey vardı. Kaderimin oradan geçtiğine dair bir sezgi ya da önsezi. O dönemde, Paris’te hemen ölmek isteyeceğimi bilmiyordum. Bir iş aradım ve büyük şirketlere muhasebeci bulan bir iş bulma bürosu olan Dunker Consulting’in sorumlularından birinden bir randevu alabildim. Benim istihdam edilemeyeceğimi, çünkü Fransız muhasebesinin Anglosakson muhasebesinden son derece farklı kurallarla tutulduğunu ondan öğrendim. Hiç alakası yoktu. “Bütün öğreniminize sıfırdan başlamalısınız,” dedi; yalnızca kendisinin güldüğü bir espriyle. Her sırıttığında, çift kat olmuş gerdanının kıvrımlarım titreten küçük sarsıntılar geçiriyordu. Ne diyeceğimi bilemez bir halde kalmıştım. Buna karşılık, diye belirtti, bütün olarak konuya hâkimiyetim, Amerikan kültürümle de birleşince, beni… Kendi bürolarında iş bulma danışmanı olmak için arzu edilir bir aday kılıyordu. Belli başlı müşterileri gerçekten de büyük Amerikan şirketleriydi ve muhasebelerine alınacak elemanların seçiminin bir Amerikalıya emanet edilmesine önem verirlerdi. “İmkânsız,” karşılığım verdim, “işe alma benim mesleğim değil, hiçbir şey anlamam.” Sapkınca gülümsedi.

Son anda bakire olduğunu itiraf eden genç kadın karşısında kaşarlanmış moruk tavrı. “İşimizi yapalım biz,” dedi, imalı bir tavırla. Beni işe aldılar. Büronun yüce gelişimine katkıda bulunmak üzere işe alman diğer gençlerle birlikte, kendimi iki haftalık yoğun eğitimde buldum. Yaş ortalaması otuzdu. Böyle bir iş yapabilmek için bana son derece düşük geliyordu. Bana göre, bir adayın niteliklerini ve yeteneklerini değerlendirmek bir insanı değerlendirmek demekti ve böyle bir sorumluluğu üstlenmek beni kaygılandırıyordu. Bu korku, birlikte eğitim aldığımız diğer meslektaşlarımda yoktu: İstihdam görevlisinin saygın kostümü içine girmekten belirgin bir zevk duyuyorlardı; kendilerini çok ciddiye alıyor, şimdiden görevlerini temsil ediyorlardı. Grubun ortak duygusu, belli bir elite mensup olmaktı. Gurur kuşkuya yer bırakmıyordu. On beş gün boyunca bize mesleğin ipuçları öğretildi: İşe alma mülakatlarını sade ama sağduyulu bir şekilde yürütme yöntemi, ayrıca bugün budalalık olarak kabul ettiğim bir sürü mucizevi teknik. Bir adayı kabul ettikten sonra, bir süre sessiz kalma! Gerektiğini öğrendim. Eğer talibin kendisi söz alırsa, karşınızdakinin bir lider olduğuna kuşku yoktur. Kendisine söz verilmesini sabırla beklerse, çekinik tutumunun ardında, kuyrukçu biri olduğu kendini gösteriyor demektir. Daha işin başında çok belirgin sorular sormadan, adayı kendini göstermeye açıkça teşvik etmeliydik: “Bana kendinizden söz edin!” Eğer aday tek başına işi götürürse, özerk biridir.

Söze girerken bizim tercihlerimizi sorarsa, örneğin öğreniminden mi başlamalı yoksa son çalıştığı görevden mi söz etmeli diye sorarsa, bu durumda, kişiliğinde inisiyatif eksikliği var demektir. Bu kişi etliye sütlüye karışmaz! “Rol oyunu” yardımıyla, öğretilen teknikleri iki kişi uygulamaya koyuyorduk: İçimizden biri istihdam görevlisi rolü oynuyor, diğeriyse aday kılığına giriyor, bir senaryo uyduruyor, kendine mesleki Bir güzergâh çiziyordu. Böylece danışman söyleşiyi yönlendirebiliyor ve adayın “hakikat”ini ortaya çıkaracak sorular sorabiliyordu. Benim için en şaşırtıcısı, kuşkusuz ki, bu alıştırmalar sırasında hüküm süren rekabetçi ortamdı. Herkes bir diğerini tuzağa düşürmeye çalışıyordu. Karşısındakini ya maskesi düşürülecek bir yalana ya da aldatılacak bir düşman olarak görülüyordu. En tuhafı, kendisi de Dunker Consulting’de ücretli danışman olan eğitmenin, unutkanlıkları ya da beceriksizlikleri ortaya koymaktan hince bir zevk almasıydı. “Faka bastın!” favori cümlesiydi. Alaya bir tonda çıkıyordu ağzından. Rol oyunlarını denetlerken, alıştırma yapan İkililerin arasına sızıyordu. Alttan alta ima ettiği şeyse, kendisinin bu durumların üstesinden gelebileceğiydi… İki hafta sonra, bölümde çalışmaya uygun olduğumuz bildirildi. Kendimi günlerimi bir masanın arkasında geçirir buldum. Korkudan kızarmış yüzleriyle, utangaç rakam adamları bana geçmişlerini anlatıyorlar ve üç temel kusurlarının mükemmeliyetçilik, çok büyük bir kesinlik ve sürmenaj eğilimi olduğuna beni inandırmaya çalışıyorlardı. Benim kendilerinden daha utangaç, daha rahatsız olduğumu akıllarına bile getirmiyorlardı. Yalnızca benim biraz daha şansım vardı; çünkü rolüm bana göz ardı edilemez bir lüks sunuyordu: Konuşmaktansa konuşturmak.

Ama on adaydan dokuzuna dosyalarının aranan profile uygun olmadığım, acımasız bir yargıç gibi bildirmek zorunda kaldığım her seferinde çekiniyordum. Sanki onlara zindana mahkûm edildiklerini bildiriyormuşum gibi geliyordu. Benim rahatsızlığım onlarınkini artırıyor, onlarınki de benimkini iyice güçlendiriyordu; bir kısırdöngü içinde gibiydik. Bu rol beni boğuyordu ve büronun içindeki ortam da atmosferi yatıştıracak gibi değildi. Sergilenen insani değerler yalnızca görünüşteydi. Gündelik gerçeklik sert, soğuk, rekabetçiydi. Bu koşullarda bir süre yaşamamı sağlayan Audrey oldu. Ona bir öğleden sonra, Grands-Augustins Sokağı’ndaki Mariage Fröres’de rastladım. Kendimi rahat hissetmem için, zamanın dışında kalmış bu mekâna adımımı atmam yetiyordu. Kapıyı iter itmez, ayakkabıların altında çıtırdayan eski meşe parke üzerinde atılan ilk adım sizi Fransız sömürge imparatorluğu dönemindeki bir çayevinin rafine ortamına sokuyordu. Daha girişte, dönemin kocaman küpleri içinde titizlikle korunan yüzlerce çeşit karışımın kokusuyla büyülendiğinizi hissederdiniz ve bu kokular sizi bir an için, ruhunuzun zaten kaçıp gittiği 19. yüzyılın Uzakdoğu’suna götürürdü. Kendinizi üç direkli bir yelkenlide, değerli yapraklarla dolu eski tahta sandıkları yüklerken, sonra da aylar boyunca denizleri ve okyanusları aşarken hayal etmek için gözlerinizi kapamanız yeterliydi. Eski tezgâhın ardında duran genç adama yüz gram Sakura 2009 sipariş verirken, o, kulağıma Sakura imperial’in daha nefis olduğunu fısıldadı. Arkama döndüm.

Herkesin kendi çemberi içinde yaşadığı ve başkalarını kesinlikle görmezden geldiği bu şehirde tanımadığım bir kadının bana hitap etmesine şaşırmıştım. “İnanmıyor musunuz bana? Gelin, tattırayım,” dedi ve elimden tutarak beni salondan, müşteriler ve uzak diyarlardan gelme çay koleksiyoncularının arasından süzülerek geçirdi ve çay içilen salonunun bulunduğu kata götüren küçük merdivene yöneltti. İçten ve zarif bir ortam. Ham keten önlüklü garsonlar, törensel bir edayla masaların arasından sessizce süzülüyorlardı. Rahat giysilerimle tek başıma bir anakronizm yarattığım izlenimi içindeydim. Bir köşeye, beyaz örtülü küçük bir masaya oturduk. Masada, üzerlerinde ünlü dükkânın resmi bulunan porselen fincanlar ve gümüş tabaklar bulunuyordu. Audrey iki çay sipariş etti, sıcacık küçük ekmekler ve ona göre ne pahasına olursa olsun tatmam gereken bir spesiyalite olan “güneş yanığı.” Sohbetten hemen zevk aldım. Güzel sanatlar öğrencisiydi ve mahallede, çatıların altına tünemiş bir odada yaşıyordu. “Göreceksin, çok sevimli,” diyerek, görüşmemizin Mariage Frfcres’in kapısında sona ermeyeceğini ima etmiş oldu. Odası gerçekten sevimliydi; küçük ve eğik tavanlıydı, tavanda eski kirişler ve aydınlatma penceresi vardı. Pencereden, eğik yüzeyleri her yöne doğru gidiyor görünen bir dizi gri çatı gözüküyordu. Bir de hilal olsaydı insan kendini Aristokediler filminde sanırdı. Doğal bir zarafetle soyundu.

Alışkın olmadığım incelikteki vücudunu hemen sevdim. Omuzlan ve kollan nefis bir incelikteydi; corn flakes ve yoğun sporla yetiştirilmiş bir kızda görülmeyecek türden. Olağanüstü beyazlıktaki teni saçlarıyla tezat içindeydi. Göğüsleri, Tanrım, o göğüsler, muhteşemdi; tam anlamıyla muhteşem. Gece boyunca, parfüm sürmediği için elli kez teşekkür ettim; uyuşturucu gibi sarhoş eden teninin şehvetli kokusunu vücudunun her noktasında tatmaktan büyük zevk alıyordum. O geceyi ölümümden sonra bile unutamayacağım. Ertesi sabah sarmaş dolaş bir halde uyandık. Ben koşup kruvasan aldım ve altı kat merdiveni soluk soluğa çıktım. Kendimi onun kollarına attım ve yeniden seviştik. Hayatımda ilk kez mutluluğu tadıyordum. Yeni, tuhaf bir duyguydu. Bir daha kendimi doğrultamayacağım düşüşün habercisi olduğunu aklımın ucuna bile getirmiyordum. Dört ay boyunca yaşamım Audrey’nin etrafında döndü. Gündüz düşüncelerimi, gece düşlerimi sömürgeleştirmişti. Güzel sanatlardaki ders programı ona epey boş zaman bırakacak şekilde delik deşikti.

Günün, haftanın ortasında buluştuğumuz sık oluyordu. Bir müşteriyle randevu bahane edip, yakında kiraladığımız bir otel odasında onunla bir iki saat geçiriyordum. Biraz suçluluk duymuyor değildim. Çok azcık: Mutluluk, bencilleştirir. Bir gün, bürodayken, servis sekreteri Vanessa beni arayıp adayımın geldiğini bildirdi. Kimseyi beklemiyordum, ama gerektiği gibi organize olamadığımdan, kuşkulandım ve getirmesini söyledim. Vanessa’ya düzensizliğimin kanıtlarını vermektense, boşuna da olsa bir adayı kabul etmeyi tercih ederdim. Servis şefimin durumu öğrenmesi yarım saat sürmezdi. Kapımın önünde bekledim ve koridorun ucunda Vanessa’nın Audrey’yi getirdiğini görünce az kaldı yere yığılıyordum. Bir muhasebeci karikatürü gibiydi Audrey. Saçlarını atkuyruğu yapmış, dar bir tayyör giymiş, küçük metal çerçeveli gözlükler takmıştı; onu tanıyamadım. Tam bir klişe, groteskin sının. Vanessa’ya teşekkür ettim; sesim boğazıma takılmıştı. Büromun kapısını Audrey’nin arkasından kapattım. Dudaklarında hafif bir somurtmayla, etkileyici bir hareketle gözlüklerini çıkardı.

Niyetini anında anladım. Yutkundum ve bir ürperti dalgasının vücudumdan geçtiğini hissettim. Onu hiçbir şeyin durduramayacağını bilecek kadar tanıyordum. Konferans masası o gün bir daha asla aynı gözlerle göremeyeceğim bir mobilya oldu. Yakalanmaktan ödüm kopuyordu. Çılgındı, ama çılgınlığına tapıyordum. Dört ay sonra Audrey beni terk ettiğinde âdeta yaşamım aniden durdu. Nedenlerini bilmeden, önceden hiç kuşkulanmadan, bir akşam mektup kutumda küçük bir zarf buldum. İçinde, onun çok iyi tanıdığım yazısıyla bir kelime, tek bir kelime yazıyordu: “Elveda.” Evimin girişinde, açık posta kutumun önünde donup kalmıştım. Damarlarımdaki kan donmuştu. Başım uğuldadı. Neredeyse kusacaktım. Kendimi eski ahşap asansörün içine attım, beni kata kadar çıkardı ve şoke olmuş bir halde kendi daireme girdim. Etrafımdaki her şey sallanıyordu.

Kendimi kanepeye bıraktım ve hıçkıra hıçkıra ağladım. Uzun bir süre sonra, aniden doğruldum. İmkânsızdı bu, yalnızca imkânsız. Şaka olmalıydı, ya da başka bir şey, bilmiyordum, ama doğru olmasına imkân yoktu. Hemen telefona sarıldım ve onu aramaya çalıştım. Telesekreterinin sesini yüz kez işittim ve her seferinde sesi bana biraz daha duygusuz geldi, biraz daha mesafeli, daha soğuk. Alet dolup artık mesaj almayınca aramayı bıraktım. Uzak ama aşina bir his içimin en derininde yavaş yavaş doğuyor, hafifçe yüzeye çıkıyordu. Normal, normal, diyordu bu his, beni terk etmesi gayet normal. Böyleydi. İnsan yazgısına karşı mücadele edemez, Alan… Ölümümün doğallığım o an fark ettim. Bir itki olmadı. Kendimi bir trenin altına atmadım. Hayır! Yalnızca bir gerçeklik kendini bana dayatıyordu. Öte tarafa geçecektim ve her şey yolunda gidecekti.

Marazi bir mazoşist arzu değildi bu. Hiç değil. Ne kadar büyük olsa da, yalnızca çektiğim ıstıraba son vermek için de değildi. Öte taraf beni kendine çekiyordu; yavaş yavaş, karşı konulmaz biçimde. Yerimin orası olduğu, ruhumun orada serpilip gelişeceği tuhaf duygusu içindeydim. Yeryüzündeki yaşamım varlık bulamamıştı. Yaşama asılma, sanki bir şey olmamış gibi yapma niyetindeydim ve yaşam bana dayanılmaz bir acı tanıtmak ve nihayet kendi yazgımla karşı karşıya, göz göze gelebilmem için Audrey’yi göndermişti. Yeri bana belleğim fısıldamıştı. Bu yerin belleğim tarafından, esrarengiz bölümlerinden birinde korunmuş olması kuşkusuz tesadüf değildi. Bir süre önce, Audrey’nin unuttuğu bir dergide, adı Dubrovski ya da benzer bir şey olan birinin polemik konusu bir makalesini okumuştum. Yazar, burada, intihar hakkı üzerine teorisini ve intihar edilecekse bunu doğru düzgün yapmak gerektiği fikrini ortaya koyuyordu. Ve şiirsel bir dille “yaşam uçuşu” diye adlandırdığı şeye uygun bir yer belirtiyordu. Eiffel Kulesi, diye açıklıyordu, tamamen güvenliklidir; yalnızca bir nokta vardır ki, burayı bilmek işe yarayabilir. Onuncu kattaki lüks restoran olan Jules Verne’e çıkmak, kadınlar tuvaletine girmek, sonra da lavabonun solunda bulunan “Özel” yazan kapıyı itmek gerekir. Burası, temizlik malzemelerinin konulduğu küçük bir odadır.

Pencerenin parmaklıkları yoktur ve doğrudan doğruya kirişlere açılmaktadır. Bu ayrıntıları sanki bu sabah okumuş gibi hatırlıyorum. Eiffel Kulesi’nde ölmekte yüce bir şey vardı. Vasat bir yaşamdan alınan rövanş. Bir adım daha… Altımdaki yerin her türlü metalik yapıdan tamamen yoksun olacağı uygun noktaya varmak için yeterince ilerlemem gerekiyordu. Ardımda hiçbir şey bırakmıyordum. Dost yok, akraba yok, zevk yok. Davranışımdan dolayı pişmanlık duyabileceğim hiçbir şey. Hazırdım, kafamla ve bedenimle hazırdım. Son bir adım… Tamam. Doğru yer. Durdum… Soluduğum hava bana öyle geliyordu ki… Nefisti, tanrısal bir nektar gibiydi. Kendi kendimle baş başaydım. Bilincim şimdiden beni terk etmeye başlamıştı… Derin bir soluk aldım ve ayaklarımı yavaşça sağa doğru, bakmadığım ama varlığım, güzelliğini hissettiğim uçuruma doğru döndürdüm. Jules Verne’in özel asansörünün çarkının hizasındaydım.

Tam karşımda durmuştu. Üç metrelik boşluk bizi ayırıyordu. Bulunduğum yerden, asansör boyunca uzanan, sonra da boşluğa gömülen kabloyu tutan çizik çizik olmuş madeni çevreyi görüyordum. Boşluk… Restoran diğer tarafa bakıyordu. Kimse beni göremezdi. Salondan bana ulaşan hiçbir gürültü yoktu. Gecenin sessizliğinin yumuşak uğultusundan başka bir şey yok. Uzakta ise hep şu cezbeden, hipnotize eden, titreşen ışıklar… Ve bu ılık, esritici, beni doğaüstü bir huzura gömen hava… Düşüncelerimin çoğu beni terk etmişti. Daha şimdiden bedenimin içinde değildim. Artık kendim değildim. Uzayın içinde, yaşamın içinde, ölümün içinde erimiştim. Ayrı bir varlık olarak var değildim. Ben yaşamdım. Ben… Hafif bir öksürük… İşittiğim bu ses beni bir anda bulunduğum durumdan çıkardı. Tıpkı bir hipnotizmacının parmağım şaklatarak hastasının trans haline son vermesi gibi.

Sağımda, kirişin ucunda, bir adam duruyor, dosdoğru gözlerime bakıyordu. Altmışlık biri. Kır saçlar. Koyu renk bir giysi. Kulenin ışığının yansısıyla aydınlanan bakışı sanki hiçlikten çıkıyor gibiydi. İnsanın kanını donduran çelik mavisi bu bakışı ömrüm boyunca unutamayacağım. Şaşkınlığıma bir öfke duygusu karıştı. Görünmemek için her önlemi almıştım. Takip edilmediğime emindim… İntiharı engelleyecek kurtarıcının mucize eseri uygun anda geldiği kötü bir filmde olduğum izlenimi içindeydim. Ben yaşamımı ıskalamışken, başkaları ele geçirmişti. Ölümüm bana aitti. Yalnızca bana. Herhangi birinin beni engellemesine, hayatın yine de güzel olduğu ya da başkalarının benden daha mutsuz olduğu gibi teskin edici argümanlarla beni ikna etmesine izin vermem söz konusu bile olamazdı. Kimse beni anlayamazdı, zaten hiçbir şey istemiyordum. En çok istediğim şey, yalnız kalmaktı.

Yalnız. “Beni bırakın. Özgür bir insanım ben. Canımın istediğini yaparım. Gidin.” Sessizce bana baktı. Aniden bir şeyi fark ettiğim muğlak duygusuna kapıldım. Öyle bir hali vardı ki… Dingindi. Evet, böyle, dingin!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir