Martin Buber – Tanrı Tutulması

İki sohbetten bahsedeceğim. Bunlardan birisi, sohbetlerde nadiren karşılaşıldığı üzere, görünürde bir sonuca ulaşmakta, ama gerçekte sonuçsuz kalmaktadır; diğeri ise birden bire kesilmekle birlikte az sayıda gerçekleşen tartışmalarla bir nihayete ulaşmaktadır. Her iki sohbet de Tann hakkında, Tanrı kavramı ve adı hakkında olup, bu sohbetlerden her biri çok farklı yapıda tartışmalardır. Art arda üç akşam endüstriyel bir Alman şehrinin yetişkin halk okulunda “Bir Gerçeklik Olarak Din” konusu üzerine konuştum. Bununla kastettiğim şey, “iman”ın insan ruhunda bir duygu olmayıp gerçekliğe bir giriş, indirgemeksizin ve sınırlamaksızın bütün olarak gerçekliğe bir giriş olduğunu ifade eden basit bir tezdi. Bu tez basit olmakla birlikte alışılıİnş düşünme tarzıyla tezat teşkil eder. Bu münasebetle üç gece, bunu açıklığa kavuşturmak için gerekliydi ve yalnızca üç konferans değil aynı zamanda bu konferansları takip eden üç tartışma da. Bu tartışmalarda beni rahatsız eden bir şeyden etkilendim. Geniş bir dinleyici kesimi açıkça işçilerden oluşmakta ve onlardan hiçbiri sesini çıkarmamaktaydı. Konuşan ve sorular, şüpheler ve düşünceler yöneiten çoğunlukla öğrencilerdi (çünkü şehrin ünlü eski bir üniversitesi vardı). Bununla birlikte diğer çeşitli gruplar da temsil edilmekteydi; yalnız işçiler suskun kalmıştı. Sadece üçüncü akşamın nihayetinde, benim için o ana kadar ıstırap verici olan bu suskunluk çözüldü. Genç bir işçi bana kadar geldi ve dedi ki: “Biliyor musun, burada konuşamayız, fakat yann bizimle bulu- ;g .u; ,:� 1 şursan, bütün gün beraber sohbet edebiliriz.” Tabi ki anlaştım.


Ertesi gün bir Pazar günüydü. Yemekten sonra anlaştığımız yere geldim ve sonrasında akşama kadar hoş bir şekilde beraber sohbet ettik. İşçiler arasında, gerçekten duymayı arzu eden bir kimse gibi dinlediğinden dolayı, tekrar tekrar ona bakmaktan kendimi bir türlü alamadığım, pek fazla genç olmayan bir adam vardı. Hakiki dinleme zamanımızda nadir oluyor. İşçilerin arasında, burjuva halkta sık sık görüldüğü gibi, gerçekte konuşan kişi hakkında ilgisiz olup da ne söylemesi gerektiği hakkında ilgili olanlar çok sık bulunur. Bu adamın meraklı bir siması vardı. Çobanların tapınmasını temsil eden eski bir Flaman sunak resminde kollarını yemliğe uzatan çobanlardan birisi, böyle bir simaya sahipti. Önümdeki adam, aynısını yapma isteği varmış gibi bakmıyordu; dahası onun yüzü resimdeki gibi açık değildi. Onun hakkında dikkate değer olan şey, etkili olduğu kadar yavaş bir tarzda dinlemesi ve düşünüp taşınmasıydı. Sonunda dudaklarını araladı: Astronom Laplace’ın Napoleon ile görüşmesi sırasında kullandığı sanılan, ” dünyada kendimi gerçekten kendi evimdeymişim gibi hissetmem için bu Tanrı hipotezine ihtiyacım yok” sözünü tekrar ederek, yavaş ve etkili bir biçimde “ben bunu tecrübe ettim” açıklamasında bulundu. O, bu endüstri ve üniversite şehrinde öğretim hizmetinde bulunmuş ve kısa bir süre önce ölmüş olan seçkin doğa bilimcisinin konferansiarına sanki katılmış gibi, “hipotez” sözcüğünü telaffuz etmişti. Kenqi doğa düşüncesi açısından Tann ismini yadsımamasııla rağmen bu naturalist, ister zooloji isterse dünya görüşü (Weltanschauung) ile meşgul olsun, benzer bir tarzda konuşmuştu. Bu adamın kısa konuşması beni sarsmıştı; kendimi diğerlerine göre daha ağır bir biçimde meydan okun- muş hissettim. Kuşkusuz o zamana kadar çok ciddi bir şekilde fakat nispeten rahat bir tarzda tartışmıştık; şimdi her şey birden sertleşmiş ve güçleşmişti. Bu adama nasıl cevap vermeliydim? O anki sert atmosfer içerisinde bir süre düşünüp taşındım.

Aklıma, bir kimsenin içinde “kendisini evinde hissettiği” bir dünyayı düşündüğü Dünya Görüşünün güvenliğini kırmam gerektiği fikri geldi. Acaba bu, ne türden bir dünyaydı? Dünya demeye alışkın olduğumuz şey “duyular dünyası”, içinde al rengin ve çimen yeşilinin, C majörün ve B minörün, elma ve pelin tadının var olduğu dünyaydı. Bu dünya kendi duyularımızın, esas tanımı hakkında fiziğin sürekli kendisini boş yere sıkıntıya soktuğu, ulaşılamaz olaylarla karşılaşmasından başka bir şey miydi? Gördüğümüz kırmızı, ne oradaki ” şeyler” de, ne de buradaki “ruh”taydı. Bazen kırmızı, bir kırmızı-algılayan göz ile bir kırmızı-doğuran ” dalgalanma” birbirlerinin karşısında tam olarak bulunduklarında alevlerıir ve kızarır. O zaman dünya ve onun güvenliği neredeydi? Orada bilinmeyen “objeler”, burada görünüşte çok iyi bilinen, ama bununla birlikte kavranamayan “sujeler”, ve her ikisinin gerçek fakat gözden çabucak kaybolan karşılaşması, “phenomena”; zaten bu, artık yalnız birisinden hareketle idrak edilemeyen üç dünya değil miydi? Birbirinden bu kadar ayrı olan üç dünyayı düşüncemizde nasıl bir araya getirebilirdik? Bu “dünya”ya dayanağını veren, şu veya bu şekilde hep sorgulanabilir olmuş olan, varlık neydi? Konuşmaını bitirdiğİrnde o an alaca karanlık içindeki odada şiddetli bir sessizlik hüküm sürdü. Çoban yüzlü adam, o ana kadar inmiş bir durumda olan uyku basmış göz kapaklarını kaldırdı, yavaş ve etkili bir şekilde “haklısınız” dedi. Ümitsizliğe düşmüş olan bu adamın önüne oturdum. Acaba ne yapmalıydım? Adamı, ötesinde, büyük fizikçi ,tt) ı-;:: ı·;:; rI ı ı 117 ı 18i ı ve büyük iman adamı Pascal’ın Filozofların Tanrısı adını verdiği o haşmetli imajın tahtta oturmakta olduğu eşiğe kadar sürükledim. Bunu temenni etmeli miydim? Onu, bir diğerirıe, Pascal’ın İbrahim’in, İshak’ın ve Yakub’un Tanrısı adını verdiği, bir kimsenin Sen diyebileceği Zat’a götürmeyi daha çok temenni etmemeli miydim? Akşam karanlığı çökmüş, geç olmuştu. Bir sonraki gün ayrılmak zorundaydım. Gitmek zorunda olduğum için daha fazla kalamadım; adamın çalıştığı fabrikaya gidemedim, yoldaşı olamadım, onurıla beraber olamadım, gerçek hayat ilişkisinde onun güvenini kazanamadım, yaradılışı kabul eden yaratıkların yolunda benimle yürümesi için ona yardım edemedim. Yalnızca bana doğru dikilmiş olan bakışını geri çevirebildim. Bir zaman sonra yaşlı asil bir düşünürün misafiri oldum. Bu düşünürle daha önceleri, onun ilk halk-okulları üzerine bir konuşma yaptığı, benim de yetişkin halkokulları üzerine konuşma yaptığım bir konferansta tanışmıştım. Bu konferans bizi bir araya getirdi, zira “halk” sözcüğünün her iki durumda da aynı kuşatıcı anlamda anlaşılması gerektiği gerçeğinde birleşmiştik.

Çelik-grisi saçlı bu adamın konuşmasının başında bizden, kendi felsefesi hakkında kitaplarından bildiğimize inandığunız her şeyi unutmamızı nasıl istemiş olduğuna o zaman sevinçle hayret etmiştim. Savaş yıllarının olduğu son yıllarda realite ona o kadar yakınlaştı ki, her şeyi farklı gözlerle görmüş ve yeni bir tarzda düşünmek zorunda kalmıştı. Başlamanın ne anlama geldiği unutulmadığında, yaşlı olmak şerefli bir şeydir, bahsettiğimiz yaşlı adam ihtiyarlığında bunu belki de ilk kez adamakıllı öğrenmişti. O hiç de genç değildi, ama nasıl başlanacağını bilen, genç bir yaşlıydı. O, batıdaki bir başka üniversite şehrinde yaşıyordu. Bu üniversitenin teoloji öğrencileri beni, peygamberlik hakkında bir konuşma yapmam için davet ettiklerinde o yaşlı adamla birlikte kaldım. Evinde, hayata katılmayı isteyen ve hayat onu içine kabul ettiğinde ona buyruklar yöneltmeyen mükemmel bir ruh vardı. Bir sabah tashihleri okumak için erkenden kalktım. Bir önceki akşam benim bir kitabıının önsözünün ilk tashihini almıştım, ve bu önsöz bir iman açıklaması olduğundan dolayı, onu hasılınadan önce oldukça dikkatli bir şekilde bir kez daha okumayı istedim. Onu, gerektiğinde kullanmak üzere bana teklif edilenin daha altında bir çalışma haline getirdim. Bu arada yaşlı adam kendi yazı masasına henüz oturmuştu. Beni selamladıktan sonra doğrudan elimdekinin ne olduğunu sordu, ona ne olduğunu anlattığımda da kendisine bunu yüksek sesle okuyup okuyamayacağımı sordu. isteğini memnuniyetle yerine getirdim. Dostça fakat hayretler içinde kalmış bir tarzda, gerçekten artan bir şaşkınlıkla beni dinledi. 0- kumayı tamamladığımda, bir özne olarak kendisinin önerninden dolayı büyülenmiş, tereddütlü, ve hatta hararetli bir şekilde konuştu: “Tekrar tekrar nasıl kendine ‘Tanrı’ demeye gidebilirsin? pkuyucularının bu sözcüğü senin anlaşılınasını istediğin anlamda anlayacaklarını nasıl umabilirsin? Senin Tanrı ismiyle kastettiğin şey, tüm beşeri idrak ve kavrayışın üstünde olan bir şeydir, fakat onun hakkında konuşurken sen onu insani kavramıaştırma düzeyirıe indirdin.

İnsan diline ait bir sözcük bu şekilde ne kadar kötü kullanılmakta, ne kadar bozulrnakta, ne kadar tecavüze uğramakta! Bu yolda dökülmüş nice masum kanlar, onu aydınlığından mahrum bıraktılar. Müdafaa etmek için yapılan nice adaletsizlikler, onun özelliklerini bir bir yok etti. İsimlerin en yücesi ‘Tanrı’ ismini işittiğimde, bu bazen bana neredeyse kafirce görünür. ” Şefkatle açılmış gözler alev gibi parladı. Sesin kendisi alevlendi. Ardından bir süre birbirimizin yüzüne bakarak sessiz kaldık. Oda, sabahın taşan ilk aydınlığıyla §i –ı �; ı ı 201 dolmuştu. Sanki ışıktan bir güç içime girmiş gibi geliyordu. O anki verdiğim cevabı bugün tekrar veremem, ama yalnızca dalaylı olarak işaret edebilirim

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir