Leo Perutz – Leonardo’nun Yahuda’sı

1498 yılının Mart ayında, Lombardiya ovasına şiddetli rüzgar ve gecikmiş karla karışık sağanak yağmur getiren bir günde, Dominiken Santa Maria delle Grazie manastırının başrahibi, herkesin Moro dediği Dük Ludovico Maria Sforza’ya saygılarını sunmak ve epeydir içine dert olan bir konuda yardım istemek için dükün Milano’daki şatosuna doğru yola koyuldu. O günlerde Milano dükü, bir zamanlar tüm komşu ülkelerde kargaşa yaratarak düşmanlarını birbirine düşüren, gücüne güç katarak dukalığını savaşlardan uzak tutmayı başaran cesur ve atılgan savaş ve devlet adamı değildi artık. Dükün mutluluğu ve saygınlığı tehdit altındaydı, kendisinin de daima söylediği gibi, mutluluğun bir dirhemi bile on okka bilgelikten daha kıymetlidir bazen. Dükün Papa VI. Alexander’i papazı, Fransa kralını her daim hazır ve nazır ulağı, “Serenissima”yı -Venedik Cumhuriyeti’ni- sırtına semer vurulmuş eşeği, Roma imparatorunu ise en iyi komutanı diye gördüğü günler geride kalmıştı. Fransa Kralı VIII. Charles ölmüş, halefi XII. Louis, Viscontilerden birinin torunu olarak Milano Dukalığı üzerinde hak iddia ediyordu. Roma İmparatoru Maximilian o kadar çok kavgaya bulaşmıştı ki, kendisinin de yardıma ihtiyacı vardı. “Serenissima”ya gelince; onun ne kadar geçimsiz bir komşu olduğu anlaşılmış 1 LeoPerutz ve Moro Venedik’in, şayet dukalığın rakiplerinin saflarına geçmeye kalkışırsa, balığını denizin ancak ta açıklarında avlayabileceğini ve buğdayını ekecek bir adım sağlam toprağının bile kalmayacağını ilan etmişti. Zira Moro’nun gerekirse savaşmak için henüz tonlarca altını vardı. Moro, Maria delle Grazie manastırının başrahibini eski şatosunda, adını iki duvarını kaplayan fresklerden alan “Tanrılar ve Devler Salonu”nda kabul etti; salonun üçüncü duvarındaki fresk, Viscontilerin zamanından kalma “Hezekiel’in Vizyonu”, iyice soluklaşmış renkleri, kısmen dökülmüş boyalarıyla zar zor seçiliyordu. Dük öğleden önceleri devlet işlerinin bir kısmını burada hallederdi. O esnada yalnız kaldığı nadiren görülürdü, zira günün her saatinde etrafında ya da seslenebileceği kadar yakınında aşina yüzler olsun isterdi. Birkaç dakikalığına yalnız kalmak bile onu huzursuz eder, ruhu sıkılırdı, sanki daha şimdiden herkesin onu terk ettiği duygusuna kapılır, kötü bir önseziyle en geniş mekanı bile zindan hücresi gibi daracık bulurdu.


O gün o saatte dükün yanında, şatoya beklenen Napoli Krallığı vekilharcının nasıl karşılanması gerektiğini açıklayan müşavir Simone di Treio vardı. Dükün kaleminden bir katip de not alıyordu. Fransız altınını başka her tür paraya tercih ettiği daha o zamanlar bile söylenen başkumandan Da Corte ile hazinedar Landriano bir pencerenin önünde ayakta dikiliyor, seyislerin aşağıdaki eski avluda dolaştırdığı iki atı, irice bir Arap atı ile bir Sicilya atını, atlardan anladıkları belli olan bir yüz ifadesiyle seyrediyorlardı; bu arada dükün başseyisi de atların sahibiyle, Alınan bir at taciriyle pazarlık ediyor, Alınanın ise başını sallamakla yetindiği görülüyordu. Salonun arkalarında, şömine ateşine yakın bir köşede, duvara resmedilmiş, yanaklarını korkunç derecede şişirmiş ürkütücü Devlerden birinin ayaklarının dibinde, dükün metresi olarak bilinen bir hanım, Lucrezia Crivelli oturuyordu. Yanında, veremli bir maymunun melankolik yüz ifadesine 2 Leonardo’nun Yahuda’sı sahip, sıska saray şairi Bellincioli ile şatoda herkesin “Rezene” dediği lir üstadı Migliorotti vardı. Rezeneyle hazırlanan tatlılar ve leziz yiyeceklerin yemeğin sonunda, herkes çoktan doyduğunda sofraya getirilmesi gibi, dük de lir üstadını ancak her tür sohbetten sıkıldığında yanına çağırırdı. “Rezene” pek az konuşurdu, ağzını açıp da bir şey söylediğinde sözleri kulağa kaba saba ve sıradan gelirdi, ayrıca karga gibi bir sesi vardı, o yüzden susmayı tercih ederdi. Fakat tüm düşünce ve görüşlerini liriyle çok usturuplu ve etkileyici bir biçimde ifade etmesini bilirdi. Nitekim şimdi Moro, manastır başrahibini nazik sözlerle karşılayıp bir koltuğa buyur ederken, “Rezene” de Milano’da herkesin dilinde dolaşan bir şarkıyı kilise koro müziğini andıran törensel ve ağır bir havada çalıp söylemeye başladı; şarkı şu sözlerle başlıyordu: “Hırsızlar sinsice dolaşır gecede. Aman dikkat et para kesene!” Zira manastır başrahibinin dükün cömertliğinden her fırsatta yararlanmayı bir kural haline getirdiğini şatodaki herkes bilirdi; başrahip bir istekte bulunmadan önce genellikle manastırın iki arazisindeki üzüm bağlarının kötü hava koşulları yüzünden bu yıl da iyi ürün vermediğinden, bunun da onu çok zor durumda bıraktığından ya da bırakacağından yakınmaya başlardı. Dükün metresi şöminenin yanından kalkıp başrahibe doğru ilerlerken başını çevirip “Rezene”ye sitem dolu bir bakış fırlattı. Lucrezia Crivelli dindar yetiştirilmişti, her rahibi ve keşişi Tanrı’nın dünyadaki temsilcisi olarak görmekten vazgeçmişse de, kiliseye akıtılan paranın iyi bir amaca hizmet ettiğini ve bundan büyük fayda sağlanacağını düşünüyordu. Bu arada başrahip hafif bir iniltiyle kendini koltuğa bırakmıştı. Sağlığının nasıl olduğunu soran düke birkaç hafta3 Leo Perutz dan beri iştahsızlık çektiğinden yakındı; Tanrı şahidiydi ki, iki gündür ağzına bir lokma ekmek ve yarım keklik kanadından başka bir şey koymamıştı. Eğer böyle devam ederse -diye ekledi- hepten kuvvetten düşecekti.

Fakat ne şaşırtıcıydı ki, bu sefer para istemeye gelmemişti, zira muhakkak ki bu yıl da ürün vermeyen bağlara tek kelimeyle bile değinmedi ve lafı hiç dolandırmadan, sağlığının bozulmasının müsebbibi saydığı meseleden söz etmeye başladı. “Mesele şu İsa ve havarileri,” dedi eliyle hava yelpazeleyerek, “yani eğer ortada bir İsa varsa, çünkü hangi havariye ait olduğunu bilmediğim birkaç bacak ve kol dışında bir şey yok henüz. Bıktım artık. Bu adam haddini aştı. Aylarca uğramıyor, nihayet lütfedip gelince de fırçayı eline bile almadan yarım gün boyunca resmin önünde dikiliyor. İnanın bana, sırf beni sinirden öldürmek için başladı bu resme.” “Rezene” tüm bu sözlere yeni bir melodiyle eşlik etmişti; Milano’daki ayaktakımının kötü, uzun ve sıkıcı bir vaazı daha fazla dinlemek istemediğinde söylediği alaycı bir şarkıyı çalıyordu bu kez; şarkının sözleri şöyleydi: “Hadi! Eve! Tanrı selamıyla! Söyledikleri tam bir safsata.” “Muhterem peder,” diye söze başladı dük, “tam adamını buldunuz, zira ben de arada kaldım; bu insan hakkında şu ya da bu şikayeti duymadığım tek gün yok, oysa herkesin bildiği gibi, onu kardeşim gibi severim ve sevmekten asla vazgeçmeyeceğim. Sanatlarının çoğunda bir durgunluk dönemine girmişe benziyor ve kendini, bilmiyorum, belki inat için, belki de gerçek bir coşkuyla, deneylere ve matematiğe verdiğinden beri ondan küçük, sevimli bir Meryem bile bekleyemiyorsunuz. Bu, diyor, Salai’nin meselesi; Salai geçen yıla kadar boyalarını hazırlayan öğrencisi.” 4 Leonardo’nun Yahuda’sı “Bence,” diye lafa karıştı şair Bellincioli, “bilhassa bugünlerde resmin sorunlarıyla her zamankinden daha fazla ilgileniyor. Daha dün benimle o kendine özgü coşkusuyla konuşurken, ressam gözünün hakim olması gereken on üstün beceriden söz ederek şunları saydı: gölge ve ışık, kontur ve renk, figür ve arkaplan, uzaklık ve yakınlık, hareket ve durağanlık. Sonra çok ciddi bir yüz ifadesiyle resim sanatının hekimlerin sanatından üstün tutulması gerektiğini, çürıkü resmin çoktan ölmüş olanları canlandırdığını, henüz yaşayanları ise ölümün elinden kurtardığını söyledi. Sanatından kuşku duyan biri böyle konuşmaz.” Tüm dikkatini avludaki iki ata vermekten kısa bir süreliğine vazgeçen Başkumandan Da Corte, “Hayalperest ve masalcı olup çıktı,” dedi.

“Sığ ya da derin nehirler için tasarladığı taşınabilir köprülerini kağıt üzerinden başka bir yerde görebileceğimi sanmıyorum. Çok büyük işlere kalkışıyor ama hiçbirinin sonunu getirmiyor.” “Sizin durgunluk dediğiniz şeyin nedeni, aziz efendim,” diyerek düke döndü hazinedar Landriano, “hata yapmaktan korkması belki de. Bilgisi arttıkça, hünerleri olgunlaştıkça bu korkusu da yıldan yıla artıyor. Eskisi gibi güzel eserler yaratabilmek için sanatının ve bilgisinin birazını unutsa keşke.” “Olabilir,” dedi manastır başrahibi sıkılmış bir yüz ifadesiyle. “Ama bir yemekhanede günahların kefareti ödenmez, yemek yenir. Oraya kurulmuş iskelenin, uzatılan kalasların, bir iki fırça darbesinden başka bir şey görülmeyen duvarın görüntüsüne, hele hele mütemadiyen duyduğum o sıva, ketentohumu yağı, cila ve boya kokusuna dayanamıyorum artık. Üstüne üstlük günde altı kere yaş odun yakması, kesif dumanın gözümüzü yaşartması ve söylediğine göre, bunu sırf dumanın uzaktan bakıldığında hangi renkte göründüğünü anlamak için yapması … Bunun ‘Son Akşam Yemeği’yle ne ilgisi olduğunu söyleyin bana.” 5 LeoPerutz “Üstat Leonardo’nun,” dedi dük, “çalışmasına ara vermesinin nedenleri hakkında üç dört görüş dinledik, şimdi ona da söz hakkı tanımamız gerekir. Şu anda şatoda. Fakat size tavsiyem muhterem peder, onunla yumuşak bir dille konuşmanız, çünkü ona hiçbir şeyi zorla yaptıramazsınız.” Sonra katibine Üstat Leonardo’yu çağırmasını emretti. Katip, ressamı yağmurun altında başı açık, eski avlunun bir köşesine büzülmüş halde buldu; dizlerinin üzerinde, iri Arap atının hareketlerini ve uzattığı arka bacağının ölçülerini çizdiği bir eskiz defteri vardı. Meseleyi ve Santa Maria delle Grazie manastırı başrahibinin dükün yanında olduğunu öğrenince eskiz defterini kapattı, tek söz etmeden dalgın dalgın katibin peşinden giderek avluyu geçip merdivenleri çıktı.

Salonun kapısının önünde durup at bacağı çizimine bir iki çizgi daha ekledi. Sonra içeri girdi; hala o kadar dalgındı ki, düke ve başrahibe saygılarını sunmadan önce “Rezene” – yi selamlamaya yeltendi, salonda bulunan diğer kişileri hiç fark etmemişe benziyordu. “Üstat Leonardo, muhterem pederin günün bu erken saatinde bizim için bir sürpriz olan nazik ziyaretinin nedeni sizsiniz,” dedi dük; onun tarzını bilen herkes bu sözlerle Üstat Leonardo’dan ziyade başrahibe serzenişte bulunduğunu hemen anlardı, zira Moro sürprizleri sevmez, habersiz ziyaretçileri asla hoş karşılamazdı. “Sıhhatime hiç iyi gelmeyen bu kötü havaya rağmen,” diye söze başladı Santa Maria delle Grazie manastırı başrahibi, “buraya geldim, çünkü manastırımızın hamisi dük hazretlerinin önünde bana hesap vermenizi istiyorum Üstat Leonardo; kutsal kilise size benim aracılığımla becerinizi kanıtlama fırsatını verdi, siz de bana Tanrı’nın yardımıyla tüm Lombardiya’da eşi benzeri görülmemiş bir eser yaratacağınıza söz verdiniz ve bana bu sözü verdiğinize dair size iki üç değil, yüz şahit gösterebilirim. Oysa yine aylar geçti ve siz resim üzerinde hiç çalışmadınız; evet, şimdiye kadar doğru dürüst hiçbir şey yapmadınız.” 6 Leonardo’nun Yahuda’sı “Muhterem peder, sözleriniz beni çok şaşırttı,” dedi Üstat Leonardo, “çünkü ben bu ‘Son Akşam Yemeği’ üzerinde o kadar yoğun çalışıyorum ki, yemek yemeyi ve uyumayı bile unuttum!” “Bunu söylemeye nasıl cüret edersiniz!” diye bağırdı başrahip öfkeden kıpkırmızı kesilerek. “Ben günde üç kere yemekhaneye gidiyorum ve şayet lütfedip de uğramışsanız, sizi boş boş havaya bakarken görüyorum. Siz buna çalışmak mı diyorsunuz! Beni koyun gibi kandırabileceğinizi mi sanıyorsunuz?” “Kafamın içinde,” diye kararlılıkla devam etti Üstat Leonardo, “hiç durmadan üzerinde çalıştığım bu eseri, yakında sizi memnun edecek ve nelere kadir olduğumu benden sonrakilere de gösterecek kadar ilerlettim. Bir de şu mesele olmasa, yani o havarinin başı … ” “Sen ve havarilerin!” diye öfkeyle sözünü kesti başrahip. “Karşı tarafta, ‘Çarmıha Geriliş’in olduğu güney duvarında da bir sürü havari var ama Montorfano daha bir yıl bile geçmeden çalışmasını tamamladı.” Milanolu sanatçılar arasında, eserleriyle şehri pek gururlandırmayan bir ressam olarak tanınan Montorfano’nun adı geçer geçmez “Rezene”nin lirinden kulağı tırmalayan bir iki tını yükseldi ve müşavir Di Treio bir adım öne çıkarak büyük bir nezaketle, biraz da hoşgörüyle Montorfano gibilerinden her köşe başında onlarca bulunabildiğini söyledi. “Geçimini duvarları karalamakla sağlıyor,” dedi şair Bellincioli omuz silkerek. “Boyalarını hazırlayan oğlanlar bu ‘Çarmıha Geriliş’ sahnesine kahkahalarla gülüyor.” Bir kere bir kanaate vardıktan sonra bunu inatla savunan başrahip, “Bence gayet iyi bir çalışma,” dedi. “Ne olursa olsun tamamlanmış bir eser.

Benim bu Montorfano’nun en beğendiğim yanı, bir resmin yüzeyine, arkaplandan öne çıkan görkemli bir boyut katmayı bilmesi, nitekim bunu bu eserde de başardı.” 7 LeoPerutz “Ama çarmıha gerilen Efendimizin yerine bir ceviz çuvalı resmetmiş, o başka,” dedi Bellincioli. “Ya siz Üstat Leonardo? Bu ‘Çarmıha Geriliş’ hakkında siz ne düşünüyorsunuz?” diye sordu dükün metresi; bir sürü sanatın ustasını biraz mahcup görmek istiyordu, zira Üstat Leonardo başka sanatçıların, özellikle de beğenmediklerinin işleri hakkında yargıda bulunmaktan hoşlanmazdı. Nitekim aynen beklediği gibi, Üstat Leonardo bilhassa da başrahibin yanında uygunsuz bulduğu bu soruyu geçiştirmeye çalıştı. “Aziz hanımefendi, hiç şüphesiz sizin görüşünüz benimkinden daha değerlidir,” dedi gülümseyerek ve konuyu kapatmak ister gibi elini salladı. “Daha neler! Kaçmak yok! Biz sizin görüşünüzü duymak istiyoruz!” diye haykırdı Moro neşe ve heyecanla. Üstat Leonardo bir süre düşündükten sonra, “Resim sanatının,” diye söze başladı, “kuşaktan kuşağa bozulduğunu sık sık düşünürüm, çünkü ressamlar sadece daha önceki eserlerden yola çıkarlarsa, yani doğadaki şeylerden öğrenmezler ve öğrendiklerini … ” “Konuyu saptırmayın!” diye sözünü kesti başrahip. “Şu ‘Çarmıha Geriliş’ hakkında söyleyeceklerinizi duymak istiyoruz.” “Tanrı’yı yücelten bir eser,” dedi Üstat Leonardo, söylediği her sözü tartarak. “Ve bu esere ne zaman baksam, ıstırap içindeki Mesih’in çektiği tüm çileleri hissedebiliyorum … ” “Rezene”nin lirinden, kısa, taşkın bir kahkaha olarak yorumlanabilecek neşeli sesler yükseldi. “Son derece gerçekçi tasvir edilmiş,” diye devam etti Üstat Leonardo. “Giovanni Montorfano hakkında söyleyebileceğim bir şey de, tavşanı ya da sülünü parçalarına ayırmakta çok usta olduğu; ellerinin ne kadar hünerli olduğu buradan bile anlaşılabilir.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir