Lesley Hazleton – İlk Müslüman

Eğer dağın tepesinde yalnız başına ibadet ediyor olmasaydı onun hakkında alışılmadık herhangi bir şey var diyemezdiniz. Bir tasvirine ihtiyaç duyan bizler için ilk kaynaklar onu sinir bozucu derecede muğlak bir biçimde tanımlıyorlar. “Ne uzun ne de kısa boyluydu” diyorlar. “Ne esmer ne de açık tenliydi. ” “Ne zayıf ne de tıknazdı. ” Fakat bir yandan da belirli ayrıntılar oradan buradan çıkıveriyor ve çıktıklarında şaşırıyorsunuz. Art arda geceler boyunca tek başına meditasyon yapan bir insanın elbette avurtları çokmuş ve zayıflamış olması gerekir ama solgun ve yorgun olmak bir yana yuvarlak al yanakları ve sağlıklı bir görünümü vardı. “Hep bir yere yetişecekmiş gibi biraz öne doğru eğik” karakteristik duruşunu bir anlamda açıklayan geniş göğüslü ve tıknaz yapılıydı. Ve boynu da tutuk olmalıydı zira insanların hatırladığına göre birine bakmak için döndüğünde yalnızca başını değil tüm vücudunu döndürüyordu. Alışıldık manada yakışıklı olduğu tek nokta, Orta Doğu’da öteden beri asalet göstergesi sayılan uzun şahin burunlu profiliydi. Görünüşte kendisini ortalama bir Mekkeli olarak sayabilirdiniz. Kırk yaşında, hiç görmemiş olduğu bir babanın oğlu fakat hayatta mümkün olabileceğini tahmin ettiğinden çok daha iyi bir yere gelmiş bir insandı. Kendi cemaati içerisinde dışlanmış biri olarak doğmuş olan çocuk sonunda kabul gördü önündeki tüm engellere rağmen kendine iyi bir hayat kurdu. Akranlarından saygı gören ve mutlu bir evliliği olan bir tüccar olarak durumu da iyiydi. Bu zengin şehirdeki sivrilmiş tüccarlardan biri olmaması ise insanların işlerini yapması için ona güvenmelerinin esas nedeniydi.


Onu kendine dair herhangi bir şeyden şikâyet etmeyen, bir teklif veya bir anlaşmazlığı kendi içinde ele alıp ona göre karar veren biri olarak görürlerdi. Dünyada kendine güvenli bir yol çizmiş ve orta yaşta saygınlık kazanmış olmanın her türlü getirisini artık arkasına yaslanıp keyfini çıkarabilirdi. O halde aşağıdaki uyuyan şehri çevreleyen dağlardan birinin tepesinde yalnız başına oturup ne yapıyordu? Mutlu bir evliliği olan bir erkek tüm gece boyunca bu şekilde meditasyon yaparak neden kendini soyutluyordu? Belki de giysilerinde bunun ipuçlarından biri vardı. Geldiği noktada varlıklı kişilerin giydiği gösterişli nakışlı ipeklere kesinlikle gücü yeterdi fakat giysileri son derece mütevazıydı. Sandaletleri eskimiş, deriden şeritler güneşten solmuş kendi teninden bile daha açık renkteydi. Dikkatlice yamanmamış olsa el dokuması entarisi neredeyse lime lime olmak üzereydi ve kendisini çölün gece ayazma karşı korumak için yeterli sayılmazdı. Ancak dağın tepesindeki o duruşunda soğuğu hiçe sayan bir havası vardı. Sanki gelen rüzgârı karşılayan hafifçe öne eğilmiş gibi duruşu, onun dünyada farklı bir açıyla var olduğunu gösterir gibiydi. Bu yükseklikte insan kesinlikle dünyayı farklı bir yönden görebilirdi. Sessizlik içerisinde, şehirdeki düşmanlık ve dedikodular ile para ve güç dalaşından uzakta, yalnızca rüzgârın kayaları yalayıp geçerken çıkarttığı fısıltının arkadaşlığında huzur buluyordu. Burada dağın tepesinde insan yalnızca bir benekten ibaretti, düşünme, tefekkür için ve ardından da kendini ortamın ihtişamına teslim edip düşünme ve tefekkürü durduracak kadar zihnini arındırıyordu. Yalandan bakarsanız gözlerinin kenarlarında yalnızlığın gölgelerini, bir zamanlar hissettiği ve uzun yıllar boyunca elde etmek için çok çalıştığı her şeyin bir anda elinden alınabileceğinin bilinciyle yaşanan dışlanmışlığın süregelen izlerim görebilirdiniz. Ve sonra da belki memnuniyetin neden yeterli olmadığını sorabilirdiniz. Acaba çok zor kazanılmış olma gerçeğiyle, bunun kendisine bahşedilmiş ama bu hakkın asla kendisinde güvencede olmayacağını mı kabul edemiyordu? Öte yandan ne yeterli olabilirdi ki? Aramakta olduğu neydi? Acaba kendi iç dünyasında belirli bir huzur muydu aradığı? Yoksa sadece daha büyük bir şeyin yalnızca bir işareti ya da belki bir iması mıydı aradığı? Kesin olan tek şey: Hz. Muhammed’in kendi anlattığına göre, 610 yılının bu özel gecesinde yaşayacağı deneyimin azametine tamamen hazırlıksız olduğuydu.

Bir insan manevi bir deneyim yaşadığında; akılcı kişiye göre bu gerçek değil hüsnü kuruntuyla kurgulanmış bir şeydir. Dolayısıyla, Hz. Muhammed Hira Dağındaki ilk deneyiminden sonra beklenebileceği şekilde davranmış olsaydı hikâyeyi yalnızca tanrıya hürmet ve inançla uydurulmuş bir masal deyip geçmek gayet mantıklı gelebilirdi ama o öyle yapmadı. Sanki bulutların üzerinde uçuyormuşçasına dağdan aşağı koşmadı. “Şükürler Olsun ya da Allah’a Şükür” diye bağırarak şehre koşmadı. Herhangi bir ışık ve sevinç saçmadı çevresine. Ne melekler korosu ne de cennetin müziği vardı. Çevresini saran bir gurur, coşku ya da altın ışık huzmesi falan da yoktu. Kendisinin mutlak, mukadder ve sual olunmaz Allah’ın Elçisi rolünden eser yoktu. Henüz Kuran’ın tümü bile ifşa olunmamıştı, yalnızca birkaç kısa ayet inmişti. Kısacası, Hz. Muhammed imkânsızı gerçekleştirip bu dünya ile diğeri arasındaki sının geçmiş bir insanın efsanesi için kaçınılmaz diye görülebilecek şeylerden hiçbirini yapmadı; adaletsiz bir durumla karşılaşınca isyan etmeyi kolaylaştıran özürlerden hiçbirini veya olayın tümünün bir uydurma olduğunu söyleyip alelade bir hezeyanın ya da kişisel hırsın üzerini örtmek adına karalamayı da seçmedi. Tam tersine, başına gelenlerin gerçek olamayacağına emindi. En iyi ihtimalle, bu olsa olsa bir sanrıdır, gözlerin veya kulakların oynadığı bir oyun ya da zihninin onu yanıltmasıdır diye düşünüyordu. En kötü ihtimal ise cinnet ve onu aldatacak hatta canını alacak şeytani ruhlu bir cin tarafından ele geçirilmiş olmaktı.

Hâlâ hayatta olduğunu fark ettiğindeyse kelimenin tam anlamıyla bir cin tarafından ele geçirilmiş olma manasına gelen bir mecnun olduğuna emindi ve ilk içgüdüsü işi kendi bitirmek, deneyimlediği tüm bu azaptan kaçabilmek için en yüksek uçurumdan aşağıya atlamak olmuştu. Hira Dağından aşağıya koşup inen adam coşkuyla değil katıksız ve ilkel bir korkuyla titremekteydi. İnançla değil şüphelerle doluydu. Emin olduğu tek şey bu olan biten her ne idiyse onun başına gelmiş olması istenmemişti. Bu denli devasa bir vahiy yükü yerine orta yaşlı bir erkeğin ümit edebileceği belki bir nebze basit bir şükran anı olabilirdi. Artık canından korkmuyorduysa bile kesinlikle akli dengesinden şüphe duymaktaydı zira münzevi bir şekilde uzun geceler boyunda yapmış olduğu meditasyonlar onu eşiğe kadar getirmiş olabilirdi. Hira Dağının tepesinde her ne yaşanmış olursa olsun, Hz. Muhammed’in katışıksız İnsanî tepkisi tarihsel gerçeklik açısından en güçlü sav olabilir. Duyduğu sözcüklerin ister kendi içinden veya dışarıdan geldiğini düşünün Hz. Muhammed’in bunları deneyimlemiş ve hem kendisi hem de içinde yaşadığı dünyasına dair algılarını paramparça edecek bir güçle yaşamış olduğu açıktır. Dehşet, yegâne sağlıklı tepkiydi. Dehşet ve inkâr. Her ne kadar şok edercesine olursa olsun eğer bu tepki şimdi bizlere beklenmedik geliyorsa, bunun nedeni yalnızca basmakalıp kendinden geçirici gizemli kutluluk görüngüleri konusunda çok kötü yanıltılmış olmamızdır. Böylesi önyargılı kavramları bir anlığına kenara bırakırsak Hz. Muhammed’in içinde bulunduğu dehşetin gerçek deneyimden ortaya çıktığını görebiliriz.

Kulağa İnsanî bir yanılgı olarak geliyor; örneğin tutucu İslâm din bilimcilerinin bazıları için, kayıtlı ilk İslâmî biyografilerde dahi bulunmasına rağmen Hz. Muhammed’in kendisini öldürmeye çalışmasından hiç bahsedilmemesini savunacak kadar fazla insanî. Bu kesim onun acze düşmek bir yana asla bir anlığına bile bir şüphe duymamış olduğunda ısrar ederler. Mükemmeliyeti dayatıp İnsanî kusura tahammül edemezler. Belki de, Hz. Muhammed’in gerçekten kim olduğunu görmek bu nedenle çok zor olabilmektedir. Mükemmelliğin saflığı, yaşanmış bir hayatın karmaşıklığını inkâr etmektedir. Dünya üzerindeki tüm Müslümanlar için Hz. Muhammed ideal insan, peygamber ve Allah’ın elçisidir ve kendisinin de Kuran’da defalarca dile getirmiş olmasına rağmen “Ben yalnızca sizlerden biriyim” [sadece bir insanım], ona duyulan saygı ve sevgi onu sanki altın ve gümüşlere bezenmiş göstermekten geri duramıyor. Özellikle de İslâm’ın Batı tarafından yoğun bir şekilde mercek altına yatırıldığı zamanlarda O’na dair güçlü bir sahiplenme ve şiddetli bir korumacılık hissi bulunuyor. Ne var ki, istenmeyen sonuçların ortaya çıkması kanunu burada da devreye giriyor. Birisini putlaştırmak, bir bakıma onu insanüstü hale getirmektir, dolayısıyla Hz. Muhammed hakkında milyonlarca hatta milyarlarca kelime yazılmış olmasına rağmen onun İnsanî hali hakkında gerçek bir anlayışa erişebilmek hayli zor olabiliyor. Hakkında ne kadar daha çok okursanız, ona dair ne çok şey biliyor olsanız da onun hâlâ daha kim olduğunu bilmediğinizi anlıyorsunuz. Bu öyle bir durum ki, sanki onu bir sözcük ve sıfat yığınıyla kaplamışlar.

Onun hakkındaki saygıdan kaynaklanan efsaneler genellikle olağanüstü içerikte olmakla beraber bunlar çoğunlukla efsanelerin yaptığına hizmet ederek, açıklamak yerine üzerine bir sis perdesi örtüyor ve böylece onu bir insandan ziyade bir sembol haline sokuyor. İslâmiyet, dünya üzerindeki en yaygın din olan Hristiyanlıkla arayı hızla kapatırken bile, kendisine Kuran’da üç kez “İlk Müslüman” diyen insan hakkında biz pek az gerçek anlayışa sahibiz. Onunkisi şüphesiz yaşanmış olan en etkileyici yaşamlardan biriydi, yalnızca ismi üzerindeki büyük simgesel güç adına bile (veya belki de bu nedenle) onun hayatı hâlâ keşfedilmeyi bekliyor. Çocukluğunda kendi toplumunun dışına itilmiş olan bu insan (Kuran’da hasımlarının ona “önemsiz bir adam” demeleri gibi) nasıl oldu da kendi dünyasında bir devrim yaptı? Daha bebekken ailesinden ayrılan bu çocuk nasıl oldu da büyüdüğünde aile ve kabile kavramlarını çok daha geniş bir şekilde ümmet, halk ve İslâm toplumu olarak yeniden tanımladı? Bir tüccar nasıl oldu hem Allah hem de toplum kavramlarını kökten yeniden ele alarak yerleşik toplumsal ve siyasi düzeni doğrudan eleştirebildi? Mekke’den sürülmüş bir insan, sürgünü nasıl yeni ve muzaffer bir başlangıca dönüştürüp sekiz yıl sonra ulusal kahraman olarak karşılanabildi? Karşılaştığı tüm zorluklara rağmen nasıl başarılı olabildi? Bu gibi soruları cevaplamak biyografi yazarının ayrıcalığını ve gerçek amacını ortaya koymasını gerektirir ki bu da yalnızca neler yaşandığını takip etmekle değil aynı zamanda olayların patırtısı içerisindeki anlam ve uygunluğu ortaya çıkarmasıyla olur. Bunun anlamı da Hz. Muhammed’in yaşamındaki karmaşık öğeleri birleştirerek “izin verilen” tarzdaki anlatımlara çok da aykırı düşmeyen genişletilmiş üç boyutlu bir portre yaratılması demektir. Büyük İngiliz filozofu ve tarihçi R. G. Collingwood Tarih Fikri adlı eserinde, tarihi bir kişiliği iyi anlatabilmek için hem duygudaşlık hem de hayal gücüne ihtiyacımız olduğunu savundu. Bu tarifiyle, kafadan masallar uydurmayı değil, bilinenlerin, o zaman ve mekân içerisinde tüm kapsamıyla incelemeyi, hikâyenin ipuçlarını birbirlerine dolayarak kalın bir gerçeklik örgüsü oluşturana dek izlemeyi kastetmişti. Hatırı sayılır bir mütevazılıkla yalnızca olağanüstü olarak nitelenebilecek bir hayatin (onun dünyasını kökten değiştiren ve bizimkini de halen biçimlendirmekte olan) dinamiklerini anlamak istiyorsak Hz. Muhammed’in gerçekliğinin tamamına izin vermemiz ve onu bir bütün halinde görmemiz şarttır. Onun hikâyesi insan, zaman ve kültürün olağanüstü bir kesişme noktasıdır ve bu öğeler de gayet basit bir soruyu da beraberinde getirir; Neden O? Yedinci yüzyıl Arabistan’ında neden Hz. Muhammed? Bu şekilde düşünmek bile hem heyecan verici hem de ürkütücü. Bu sorular bizi bir yönüyle doğruca derinden savunulan inançlar, kasıtsız önyargılar ve kültürel varsayımlarla dolu sanal bir mayın tarlasına götürür.

Diğer yönüyle de Hz. Muhammed’i net bir şekilde görmemize ve güçsüzlükten güce, hiç kimselikten tanınmaya, önemsizden kalıcı önemliliğe uzanan yolculuğunu nasıl başardığını anlamamıza, izin verir. Hayatını anlatan değişmez ilk iki rehber kitaptan ilki, sekizinci yüzyılda Şam’da İbni İshâk tarafından yazılmış uzun biyografidir ve ardından gelen tüm biyografilerin de en azından buna dayandırıldığı iddia edilir, ikinci ve etken İslâm dönemi siyaset tarihine daha çok odaklanan diğer eser ise dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Bağdat’ta El Tabari tarafından kaleme alınmışlar, eserin tercümesi 39 ciltten oluşur ve bunların dördü sadece Hz. Muhammed’in hayatını anlatır. Bu erken donan tarihçiler işlerinde çok titizlermiş. Bilgileri olayların içinde olmalarından kaynaklanıyor. Gerçekler üzerine, sözlü tarihle çalışarak ve zaman ile dine saygının, olmuş ile olabilecek arasındaki ince çizgiyi bulanıklaştıran, hafızayı yanıltma eğilimini akılda tutup çok iyi bilerek yazmışlar. Hata yaptıklarındaysa bunun nedeni yargılarından ziyade, mahsus çok ayrıntılı çalıştıktan içindi. Okurken insan bu yazarların bir yanda tarihe diğer yandaysa geleneklere karşı olan sorumluluklarının bilincinde ve ince çizgi üzerinde yürüdüklerini hissediyor. Tarih ile inanç arasında kurulan bu hassas denge mutlak gerçeğin muğlaklığının farkında olmalarıyla el ele yol alıyor; bu kendi zamanlarının sözlü geleneğinde olduğu kadar günümüzün haddinden fazla yayım yapılan dünyasında da kaygan bir zemin olma niteliğini sürdürüyor. O zamanlar bilgiden medet ummak yerine birbiriyle çatışan rivayetler ekleyip kendi görüşlerini de belirtmiş olmalarına rağmen son kararı okurlarına bırakmışlar. Örneğin İbni İshâk’ın tüm çalışmalarında “iddia edildiği üzere” ve “bana böyle söylenmişti” gibisinden cümlecikler bulunmaktadır. Hatta birkaç görgü tanığının rivayetleri birbirileriyle çeliştiğinde de, genellikle “Allah biliri” nidasını söylediğimiz çaresizlik anlarına benzer şekilde “Bunlardan hangisinin doğru olduğundan yalnızca Allah anin olabilir. ” diye bağlar konuyu. Yaşamı hakkında bu kadar çok yazılıp çizilen ancak hâlâ gizemini koruyan bir diğer hayat öyküsü de sanırım yalnızca Hz.

İsa’nın ki olsa gerek. Neyse ki Hz. İsa Seminerleri gibi akademik toplulukların çabalarıyla son birkaç on yıldır yapılan çalışmalar sonucunda İncil öğretisi rivayetlerinin ötesinde keşifler yapılmış ve sadece onun daha İnsanî yönleri değil aynı zamanda yarattığı etkinin derinliği de ortaya çıkarılmıştır. Bu akademisyenler teolojinin de ötesine geçerek tarih, siyasi bilimler, karşılaştırmalı din ve psikolojiye de eğilerek Hz. İsa’nın öğretisinin kökten siyasi geçerliliğini öne çıkarmışlardır. Onu yaşadığı zamanların geniş kapsamı içerisinde ele almak suretiyle onu bizler için daha az değil aksine daha fazla geçerli hale getirdiler. Hz. Muhammed ile Hz. İsa arasındaki paralellikler çok çarpıcıdır. Her ikisi de çok güçlü bir toplumsal adalet duygusuyla donatılmıştır; her ikisi de tanrısal âleme aracısız erişimin önemini vurgulamıştır ve yine her ikisi de kendi dönemlerinin yerleşik güç düzenine kafa tutmuştur. Aynı Hz. İsa’da olduğu gibi, Hz. Muhammed’in yaşamının her boyutunda da teoloji ile tarih bazen tren rayları gibi yan yana bazense birbirinden çok ayrı şekilde seyretmektedir. Kutsal bilgiler hazinesinde saklanan mucize hikâyeleriyse gerçekleşmemiş olsa bile olmuş olması gerektiğini düşünenler tarafından büyütülerek günümüze ulaştırılmıştır. Kuran’ın, mucizeleri ısrarla reddetmesine rağmen bunlara karşı insani bir gereksinim olduğu görülmektedir.

Teolojik açıdan umulmayana (imkânsıza) inanç gösterilmesini beklemek ise bağlılığın sınanmasıdır. Dolayısıyla tutucu İslâmî gelenek de Hz. Muhammed’in en baştan itibaren Allah’ın Elçisi olmasının kaderinde yazılı olduğunu savunur. Ne var ki, bu böyle olmuş olsaydı o zaman hayat hikâyesi olmazdı ki. Bu da, konunun yalnızca İlâhî iradenin, mukadderatındakileri bir bir ortaya koyarak her türlü çatışma ve gerilimden arındırılmış halde, tecelli etmesi anlamına gelir. Bazı aşın inançlı dindarlar için bu yeter de artar bile, peygamberin Allah vergisi ayrıcalıklığı ona bahşedilmiştir ve her türlü yaşam hikâyesi lüzumsuzdur. Fakat diğer birçokları açısındansa ilgi çekici olan mucizevi olan değil aksine İnsanî açıdan mümkün olanlardır. Hz. Muhammed’in hayatı da gerçekte, efsanelerde olduğundan çok daha dramatik olan ender yaşamlardan biridir. Aslında onun hayatına ne kadar daha az mucizevi eklentiler yaparsak hayatı o kadar daha olağanüstü bir hale dönüşüyor. Ortaya çıkan ise tam da gayet İnsanî olduğu için çok daha ulvi bir şeydir, öylesine ulvi ki onun gerçek yaşamı tam da “efsanevi” sıfatını hak eden bir yaşam olarak kendini gösteriyor. Onun yaşam öyküsü, Joseph Campbell’ın “kahramanın sonsuz yolculuğu” diye adlandırdığı talihsiz başlangıçlardan olağanüstü başarılara giden bir seyirdir. Fakat bu asla kolay bir yolculuk olmamıştır. Hem kendi içinde hem de başkalarıyla uğraşma, tehlike ve çatışmayı içermiştir. Dolayısıyla Hz.

Muhammed’in yaşamındaki daha tartışmalı boyutları atlamak ona bir iyilik yapmaz. Tam aksine, eğer o insanın canlılığına ve karmaşıklığına eksiksiz olarak riayet edeceksek onu bir bütün olarak görmek zorundayız. Bunu yapmak için de agnostik duruş olarak tanımlanabilecek, bir yönüyle abartılı dini saygıyı ve diğer yönüyle de basmakalıp düşünceler ile önyargıları ve tabu ki orta yolun ölümcül kasvetteki ihtiyatlılığını da bir kenara bırakmamız gerekir. Bu, idealistlikle faydacılık, inançla siyaset, barışla şiddet ve reddedilmenin tehlikeleri kadar övgünün tuzakları arasında da gezinmiş birisinin en İnsanî halini anlatmanın yolunu bulmak anlamına geliyor. Onun hayatının tepe noktası şüphesiz Hira Dağında geçirdiği o bir gecedir. Müslümanların “Kadir Gecesi” olarak adlandırdığı ve birçok insanın da onun kaderine adım attığını düşündüğü an o gecedir. Kelimenin kendisi yanıltıcı olabilir ancak onun tarihe adım attığı an kesinlikle orasıdır. Zira bu Hz. Muhammed’in hikâyesinin geçmişe ait olduğunu ima eder ama aslında yaratmaya devam ettiği etkiyle bunun tarih kadar güncel bir mesele olarak düşünülmesi şarttır. O zaman olanlar her ne idiyse bunlar günümüzde hâlâ gerçekleşenlerin de ayrılmaz bir parçası, siyaset ile dinin kesiştiği devasa ve çoğunlukla da korkutucu arenadaki en büyük etkendir. Ne var ki, dağın tepesinde melekle güreş tutmuş ve yaşadıklarından sonra kavrularak aşağıya koşmuş olan bu insanı anlamaya başlamak için yalnızca o gece Hira Dağında ne yaşandığını ve bunun neye yol açtığını değil fakat neyin kendisini buna yönelttiğini sormamız gerek. Özellikle de söylentilerin aksine ilk başlarda emarelerin pek umut verici olmaması nedeniyle. Gerçekten de hangi burcun etkisinde doğduysa Hz. Muhammed yansız bakan herkesin görebileceği gibi gayet şanssızdı ve peygamberlik için en olmadık adaydı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir