ŞOK DALGASI KULAKLARI SAĞIR EDECEK KADAR BÜYÜKTÜ. PATLAMA SONRASI İLK birkaç saniye içinde milyonlarca hacı oldukları yerde kaldılar. Herkes ne olduğunu biliyor, ama aklını oynatacak gibi olduğundan olanları anlayamıyordu. Ama çok geçmeden kulakları açılmaya ve bağırmaya başladılar. İnsanlar panik halinde meydandan dışarıya, alƨn kubbeli camiye giden sokaklara doğru koştular. Dumandan, enkazdan, kandan ve kırılan camlardan, parçalanan vücutlardan, kopan kol ve bacaklardan kaçıyorlardı. Daha soma devam eden patlamalardan uzağa, güvenli bir yere, küçük, kapalı yerlere koştular. Otuz dakika süreyle bombalı araçlar, inƟhar bombaları, el bombaları ve havan topları patladı, dokuz patlama oldu. Soma korkunç bir yanmış et kokusu, toz toprak kokusu ve ambulansların sirenleri duyulmaya başladı. 4 Mart 2004 günü öğle saatleriydi -Müslüman takviminde Muharrem ayının onuncu günü, yani Aşure günüydü. Kerbela şehri Şii hacılarla doluydu ve bunların çoğu elli mil mesafede olan Bağdat’tan oraya yürüyerek gelmişlerdi, Hacılar başlarının, üzerinde büyük bayraklar taşırken; Hz. Muhammed’in orada, öldürülmüş olan torunu, Şehitler Prensi Hüseyin’in yaşım tutmak için, göğüslerini yumrukluyor, ilahiler söylüyorlardı. Ama bu arada bir de kutlama havası vardı orada. Bu binlerce insanın hacı olma yürüyüşü yıllardan beri yasakƨ, Saddam rejiminin yıkılmasından soma ilk kez açıkça ve gururla yas tutabiliyordu bu insanlar ve bunu yaparken yeni buldukları özgürlüklerini de yaşıyorlardı. Ama şimdi, geçmişin korkunç havasını yeniden soluyor ve onlar da birer şehit oluyorlardı. O olaya Aşure Katliamı dendi – iç savaşın ilk büyük işareƟydi bu. Ve şimdi herkes aynı soruyu soruyordu, bu hale nasıl gelmişlerdi? Irak’ta Sünni aşın grup El Kaide saldırıyı büyük bir özenle hazırlamışƨ. Saldırının yeri ve zamanı da yüzlerce ölü ve yaralı gibi şoke ediciydi. Aşure günü Şii takviminin en kutsal günüydü -Yom Kippur ya da Paskalya Yortusu benzeri bir gündü- ve Kerbela adı da 680 yılında, orada, o günde neler olduğunu haƨrlaƨrdı onlara. Kerbela iki Arapça sözcüğün bir araya gelmiş şekliydi: karab tahribat ya da harap olma, bala ise dert, keder ya da felaket anlamına geliyordu. En yakın erkek akrabaları burada öldürüldüğü ve ailesinin kadınları da yakalanıp zincire vurulduğu zaman, Hz. Muhammet’in ölümü üzerinden elli yıl bile geçmemişƟ. Katliam haberi duyulduğunda, doğuda Hindistan sınırlarından, baƨda Cezayir’e kadar, o zamanın tüm Müslüman dünyası şoke oldu ve o zaman sorulan soru on dört yüzyıl sonra tekrar sorulacakƨ: Bu hale nasıl geldik? Sünni-Şii bölünmesinin temeli, on yedinci yüzyılda Kerbela’da yaşanan olaydır. Çok eski bir İslam hikâyesi olarak canlı ve ayrıntılı anlatılan bu olayı Ortadoğu’da bütün Sünniler bilir ve olay bütün Şiilerin kalplerine kazınmışƨr. Bu olay hiç unutulmamış, giƫkçe büyüyen bir sarmal haline gelmiş, geçmişi, şimdiki zamanı, inanç ve siyaseƟ, kişisel kimlikleri ve ulusal kurtuluşu da kapsayan bir yumak olmuştur. Şiiler, “Her gün Aşure günüdür ve her yer Kerbela’dır,” derler. Ve 4 Mârt 2004 günü bu mesaj korkunç bir şekilde tekrarlandı. Kerbela hikâyesi Sonsuz bir hikâyedir, Müslüman dünyasında ve özellikle de Şii İslam’ın beşiği olan Irak’ta en kanlı biçimde devam ediyor. Bu olay, böyle oldu ve hâlâ da sürüp gidiyor. KISIM BİR Hz. Muhammet Bölüm 1 HER ŞEY NE ZAMAN BAŞLADI DİYE SORULURSA, HZ. MUHAMMET’İN ÖLÜMÜYLE denir. Peygamber bile faniydi. Sorun da buradaydı. Hz. Muhammet kendisi de dahil olmak üzere, sanki hiç kimse onun da öleceğini düşünmedi. Peygamber öleceğini biliyor muydu? Hiç kuşkusuz biliyor olmalıydı. Çevresindeki insanlar da biliyordu bunu tabii, ama onlar için garip bir göz yumma durumuydu bu. Hz. Muhammet altmış üç yaşındaydı ki, onun zamanında uzun bir yaşam süreciydi bu. Bildiğimiz kadarıyla savaşta birkaç kez yaralanmış, üç kez de suikast girişiminden kurtulmuştu. Belki de yakınında olanlar, o kadar kötülükten kurtulduktan ve özellikle de Arabistan İslam bayrağı alƨnda toplandıktan sonra, onun hastalanıp ölebileceğine inanamıyorlardı. Bir zamanlar Hz. Muhammet’e karşı olan ve tuzak kuran bazı kişiler arƨk büyük yardımcıları arasındaydı. Barış sağlanmış, toplum birleşmişƟ. Yeni bir çağın şafağı değildi bu, sabah ölmüş, güneş parlıyordu, önlerinde umutlu bir gelecek vardı. Arabistan siyasi ve kültürel karanlığından çıkacak, dünya sahnesinde büyük bir rol oynayacakƨ. Böyle bir başarının kıyısındayken onun lideri ölebilir miydi? Ama Hz. Peygamber de her fani gibi ölecekƟ – savaşlardan, suikast girişimlerinden kurtulmuştu artta ömrü o kadardı, doğal nedenlerle ölüyordu. Önce ateşlenmeye, sonra hafifçe ağrı çekmeye başladı Hz. Peygamber. Durumunda olağandışı bir şey yok gibi görünüyordu, ama ağrıları dinmedi. Ağrılar gelip gidiyordu ama her seferinde daha kötüydü. BelirƟler ve süre -on gün- menenjiƟ gösteriyordu, belki de askeri seferlerinden birinde kapmıştı bunu ve günümüzde bile ölümcül olan bir hastalıktı bu. Bir süre sonra korkunç baş ve kas ağrıları yüzünden çok zayıfladı Hz. Peygamber, arƨk ayakta durmakta zorluk çekiyordu. Terlemeye başladı, bilinci gidip geliyordu -Kuran’ın indirildiği vahiy durumu gibi, -nur saçan bir vecit hali- değildi bu, ama bütün gücü kesiliyordu. Eşleri ateşini ve baş ağrısını düşürmek için başına soğuk suda ıslaƨlmış bezler sarıyorlardı ama bu da ona kısa süreli, geçici bir rahatlama sağlıyordu. Daha sonra baş ağrıları daha da arƴ ve onu tamamen güçsüz bıraktı. İsteği üzerine, Hz. Peygamberi en sevdiği eşi Ayşe’nin odasına götürdüler. Eşleri için cami avlusunun doğu duvarına biƟşik olarak inşa edilmiş dokuz kulübeden biriydi bu ev de, İslam’ın eşitlik inancına göre hepsi aynıydı, birbirlerinden farkı yoktu kulübelerin ve bu da tek odalı bir kulübeydi. Kaba taş duvarların üstündeki çaƨ sazlarla kaplanmışƨ; kapı ve pencereler cami avlusuna açılıyordu. Kulübede çok az eşya vardı: zemin kilimlerle kaplıydı, arka taraŌa yatak olarak kullanılan taş peyke sabahları kaldırılıyor, akşamları açılıyordu. Ama bu kulübede yatak açık duruyordu. Küçük kulübede hava sağlıklı bir insanın bile kolayca dayanamayacağı kadar sıcak, bunalƨcıydı, çünkü haziran ayıyd 1 ve öğle saatlerinde kulübe çöl sıcağında ķrın gibi oluyordu. Hz. Peygamber nefes almakta zorluk çekiyor olmalıydı. Ayrıca, baş ağrısı yetmiyormuş gibi, gürültü ve ışığa karşı da çok hassas olmuştu. Pencereleri ve kapıyı kalın perdelerle örterek ışığı engellediler. Ama sessizliği sağlamak kolay değildi. Ortadoğu’da hasta odası, şimdi olduğu gibi, , o zaman da bir ziyaret yeriydi. Akrabalar, dostlar, yardımcılar, destekçiler, -yeni ve büyük dinin merkezine yakın olduğunu söyleyen herkes- gece gündüz demeden sürekli hastayı ziyarete gelip gidiyor, tavsiyelerde bulunuyor, sorular soruyorlardı. Hz. Peygamber bilincini yitirmemek için büyük çaba harcıyordu. Caminin avlusunda insanlar toplanmış, nöbet tutuyorlardı. Halk bu hastalığın geçmeyeceğine inanmak istemiyordu ama kafaları çok karışıkƨ, çünkü bu hastalıktan ölen çok insan görmüşlerdi. İnanmak istemiyorlardı ama büyük olasılıkla neler olacağını da biliyorlardı. Bu nedenle kalabalıklar durmadan dua ediyor ve endişeli mırıldanmalar, sesler hiç kesilmiyordu. Duacılar, Hz. Peygamberin izinden gidenler, dindarlar ve inançlılar, onun sağlık haberlerinin ilk duyulacağı yerden ayrılmak istemiyorlardı. Bu haber duyulur duyulmaz sekiz mil uzunluğunda olan Medine vadisinde köyden köye yayılacak ve sonra da güneyde Mekke’ye doğru gidecekti. Ama son birkaç günde, hastalık kötüleşirken, dua edenlerin mırılƨları bile kesildi, duyulmaz oldu. Bütün vaha inanılması çok güç olan gerçeği görüyordu, herkesin başı önünde, herkes sessizdi. Herkesin aklında olan ama kimsenin açıkça sormaya cesaret edemediği bir soru vardı. Eğer imkânsız olur da Hz. Muhammet ölürse, onun yerini kim alacaktı? Lider kim olacaktı? Hz. Muhammet’in oğulları olsaydı sorun kolayca çözülebilirdi tabii. Bir tek oğlu bile olsaydı mesele kalmayacakƨ. Liderin yerine en büyük oğlunun geçmesini öngören bir yasa yoktu elbeƩe -lider isterse küçük oğlunu ya da bir başka yakın akrabasını seçebilirdi- ama aksi söylenmediği takdirde liderin yerini büyük oğlunun alması geleneklere göre en doğal olaydı. Fakat Hz. Muhammet’in oğlu yoktu ve bir vâris de göstermemişƟ. Arapçada abtar denen bir şekilde, yani vasiyetname bırakmadan, bir erkek vârisi olmadan ölecekti Hz. Peygamber. Eğer Hz. Peygamber’in bir oğlu olsaydı, belki de tüm İslam tarihi farklı olacakƨ. O zaman bütün anlaşmazlıklar, iç savaş, halifelerin rekabetleri, Sünni, Şii bölünmesi – bütün bunlar önlenebilirdi. Hz. Peygamber’in ilk eşi HaƟce ona iki erkek, dört kız çocuk doğurdu, fakat iki oğlu da küçükken öldüler ve Hz. Muhammet karısının ölümünden sonra dokuz kez daha evlendi ama eşlerinden hiçbiri hamile kalmadı. Bu konu hakkında Medine ve Mekke’de de insanlar konuşuyorlardı. Hz. Peygamber, HaƟce’den sonra dokuz kez daha evlendi ama bunların çoğu siyasi nedenlerle yapıldı; o zaman âdet olduğu üzere, liderler arasında evlilik bağları yoluyla diplomaƟk ilişkiler sağlanıyordu. Hz. Muhammet kabileler arasında akrabalık bağları kurup, eski düşmanlıkları yok etmek ve İslam toplumunu güçlendirmek amacıyla eşlerini dikkatle seçerdi. İki yıl önce, Mekke sonunda İslâmî ve onun liderliğini kabul ettikten sonra, babası Mekke’de ona karşı uzun süre güçlü bir muhalefet yapmış olan Ümmü Habibe ile evlenmişƟ. Fakat evlilik bağları çocuklarla perçinleniyordu. Karışık kan yeni bir kandı, eski bölünmelerden arınmış kandı. Bu nokta bir lider için evlilikte büyük önem taşırdı. Hz. Peygamber’in HaƟce’den sonraki eşlerinin çocukları vardı ama babaları Hz. Peygamber değildi. En genç eşi Ayşe dışında, diğer eşleri boşanmış ya da kocaları ölmüş dul kadınlardı ve çocukların babaları başka erkeklerdi. Bu durum tamamen doğaldı. Zengin erkekler aynı zamanda dört kadınla evlenebiliyordu ve Hz. Muhammet siyasi bağlar kurmak için daha da fazla kadınla evlenebilirdi, ama kadınlar da istedikleri takdirde iki, üç haƩa dört erkekle evlenebiliyordu. Fakat kadın erkek arasında bir fark vardı, bir erkek aynı zamanda birkaç kadınla evlenebilirdi, ama bir kadın ya boşandıktan -o devirde kadınlar da erkekler gibi kolayca boşanabiliyordu- ya da kocası çoğu zaman bir savaşta öldükten sonra evlenebiliyordu. Bu durumda, Mekke ve Medine halkı arasında, bu tür evlilikler nedeniyle geniş bir akrabalık bağı kurulmuştu. Üvey kız ve erkek kardeşler, yeğenler, kuzenler, İslâmî kabul etmiş pek çok insan en azından üç ya da dört şekilde başkalarıyla akraba oluyordu. Bu sonuç modern Baƨlı aile kavramına ters düşüyordu elbeƩe. Yedinci yüzyılda Arabistan’da aile bağları o kadar genişƟ ki, bir aile ağacı, bağlarının çok ötesine taşıyordu. Bu akrabalık bağları adeta bir asmanın dalları gibi çeşitli yönlere uzanıyor, yeni İslam toplumunun üyelerini birbirlerine bağlıyor, kabileler farklı olsa bile yeni aile bağları, akrabalıklar ortaya çıkıyordu. Fakat kan bağları yine de büyük önem taşırdı. Bir süre sonra ortaya çıkan bir rivayete göre, HaƟce’den sonra Hz. Peygamber’in KıpƟ Mariya’dan bir çocuğu olmuştu – Mariya Mısırlı bir köleydi, Hz. Peygamber onu azat etmiş, ama cariye olarak, cami avlusundaki ailesinden uzakta tutmuştu ve gerçekten de ondan İbrahim adında bir oğlu olduğu söylendi. Ama çocuk, adını aldığı atası gibi uzun yaşayamadı. İbrahim on yedi aylıkken öldü ve onun gerçekten var olup olmadığı, ya da oğulların, babaların erkekliğini gösteren bir işaret olduğu o devirde, Hz. Peygamber’i onurlandırmak için mi ortaya aƨlıp atılmadığı bilinmiyor. Hz. Muhammet’in hasta yatağı başında bekleyen eşlerinden her biri, hiç kuşkusuz ondan çocukları olması için köpek dişini, haƩa tüm dişlerini vermeye hazırdı. Ondan çocuğu olan kadın, otomaƟk olarak diğer eşlerin üzerinde bir statüye sahip olacakƨ. Ve Hz. Peygamber’in oğlunun, doğal vârisinin annesi olmak? Bundan büyük onur olamazdı tabii. Bu nedenle Hz. Peygamberin eşlerinin hepsi ondan hamile kalmak için ellerinden geleni yapƨlar ve HaƟce’nin ölümünden sonra evlendiği Ayşe bunun için hepsinden çok uğraştı. Hz. Peygamber’in dokuz eşinden en genci, en çok sevdiği ve en tarƨşmalısı olan Ayşe çocuk sahibi olamamanın acısını içinde hissediyor, bu durumu kafasından çıkarıp atamıyordu. Diğerleri gibi o da hamile kalmak için elinden geleni yapmış ama o da sonuç alamamış olmalıydı. Bu durum belki de Hz. Muhammet’in, HaƟce’nin anısına olan büyük saygısının bir işareƟ olabilirdi – HaƟce ilk vahiy olayında, Kuran indirilirken vecde gelen, Ɵtreyen Hz. Muhammet’i kollarında taşımış ve ona, Resulullah, Allah’ın Elçisi olduğunu söylemişƟ. Belki de aile reisi sadece HaƟce olabilir ve onun en büyük kızı Faƨma (Fatma) da Hz. Muhammet’in saygın torunları Hasan ve Hüseyin’in anneleri olarak kabul görebilirdi. Hz. Muhammet’in güçsüz ya da kısır olduğunu söylemek olanaksızdı, çünkü HaƟce’nin ondan olan çocukları bunun kanıƨydı. Ayşe dışında diğer eşlerinin de çocukları vardı ve onlar da kısır değillerdi. Birçok kadınla evlenmiş olan Hz. Muhammet belki de onlara dokunmamış, bir bekâr erkek gibi yaşamaya devam etmişƟ. Ya da daha sonraki yüzyıllarda Sünni din adamlarının söylediği gibi, Hz. Peygamber’in son yıllarında yaşadığı bu çocuksuz hayat belki de vahiy olayının bir bedeliydi. Onlar Kuran’ın, Allah’ın son sözleri olduğunu söylediler. Şiiler de Hz. Muhammet’ten sonra başka peygamber gelmeyeceğini, hiçbir erkek akrabasının da kutsal emirlere yakınlık ya da özel görüş belirtemeyeceğini iddia eƫler. HaƟce’nin iki erkek çocuğu da bu nedenle küçükken ölmüşlerdi; Hz. Peygamberin genlerinin mirasçısı olmamak için yaşayamazlardı onlar. Gerçek olarak bildiğimize göre, Hz. Peygamber’in HaƟce’den sonra evlendiği dokuz kadından hiçbiri erkek çocuk doğurmak bir yana, hamile bile kalmadı ve bu da büyük bir soruna neden oldu. Hz. Muhammet, isteklerini -Allah’ın emirlerini- bütün Arabistan Yarımadasına yayan kişi oldu. Hz. Peygamber bunu, melek Cebrail’in kendisine görünmesinden sonra yirmi yıl içinde yapƨ. Melek ona Ikra “naklet” dedi ve böylece Kuran’ın ayetleri ortaya çıkƨ. Daha sonra sürekli vahiy geldi ve bunlar kimsenin duymadığı kadar güzel, ancak kutsal bir kaynaktan gelebilecek şekilde, adeta bir şiir gibi indi, çünkü Hz. Muhammet eğiƟmsiz bir insandı ve kendiliğinden böyle ruhu harekete geçirecek tarzda ifadeler kullanamazdı. O tam anlamıyla Allah’ın Elçisi’ydi ve O’nun emirlerini naklediyordu. İslam dini köylere, kasaba ve şehirlere, vahalara ve göçebe kabilelere yayılırken, herkes gelişip refaha kavuşuyordu. Artan vergi ve bağış gelirleri arƨk tüm İslam toplumuna aiƫ. Fakat halkın hazinesi ve kamu toprakları artarken, liderlerinin de bir vasiyetname bırakması önemliydi – Hz. Muhammet vârisini belirlemeli ya da e n azından, kendisinden sonraki liderin nasıl seçileceği konusunda talimat vermeli, bunun yolunu açıklamalıydı. Hz. Peygamber ölümünden sonra ne olmasını isƟyordu? Sünni – Şii bölünmesinin arkasındaki trajik hikâyede sorulan soru budur ve doğası gereği bunun cevabı da verilememişƟr. Ondan sonra yaşananlar sırasında herkes Hz. Peygamber’in neler düşündüğünü ve istediğini tahmin eƫğini, bildiğini söyledi. Fakat açık bir mirasçısı olmadığı için, hiç kimse bu isteklerin gerçekliğini kanıtlayamadı ve her şey kuşkunun gölgesinde kaldı. Bununla beraber, her zaman kendilerinin haklı olabileceğine inananlar farklı yollardan giƫler. Bu da hiç kuşkusuz bir gerçekten ziyade bir inanç meselesi oldu. Hz. Muhammet hiç kuşkusuz, hemen olmasa bile bir gün öleceğini biliyordu. Ölümsüz olacağı gibi bir hayali yoktu Hz. Peygamber’in. Hastalanmadan önce çok güçlüydü, sağlam, adaleli bir vücudu vardı ve gür, örgülü siyah saçlarının arasındaki birkaç kırlaşmış teli ancak çok yakından bakanlar görebilirdi – ama uğradığı üç suikast girişiminden sonra hayaƨnın fazla uzun olmayacağını da fark etmişƟ. Diğer yandan, ölüme yaklaşmak bazen de yaşama arzusunu, gücünü arƨrıyordu. Gerçekten de bu suikast girişimlerinin en ciddi olanları, İslam’ın yayılmasında en büyük dönüm noktası oldular. On yıl önce, vaaz verirken memlekeƟ Mekke’nin aristokratları onu tehdit eƫler. Mesajı radikaldi, şehir yaşanƨsındaki haksızlıklardan söz ediyordu, çünkü yedinci yüzyılda imaj olarak Arapların göçebe hayaƨ söz konusu olmasına karşın, halkın büyük çoğunluğu birkaç nesilden beri yerleşik hayaƨ seçmişƟ. Fakat sosyal kimlik hâlâ kabilelerle belirleniyordu; insanlar doğdukları kabilelere göre değerlendiriliyordu ve hiçbir kabile de Mekke’nin seçkinleri Kureyş kabilesi kadar zengin ve güçlü değildi. Kureyşliler tüccar insanlardı, şehirleri Baƨ Arabistan boyunca uzanan kuzey-güney Ɵcaret yolunun ortasındaydı. Şehir coğraı konumu yüzünden merkez sayılmıyordu tabii -haƩa oraya gitmek için hafifçe sapmak gerekiyordu- bunun nedeni Kâbe’nin orada bulunmasıydı. Bu küp şeklindeki kutsal yapı içinde çeşitli bölgesel tanrılar bulunuyor ve bunların, Allah olarak bilinen daha büyük, daha uzak bir tanrının çocukları olduğu söyleniyordu. Mekke böylece büyük bir hac merkeziydi ve hac ayları sırasında duvarları arasında kabileler arası düşmanlıklar durdurulduğu için, büyük ticaret fuarları için de güvenli bir yer olarak kabul ediliyordu. Bu hac ve Ɵcaret birleşmesi büyük kazanç sağlıyordu tabii. Kureyşliler inanç ve finans konularını ustaca birleşƟrmiş, Kâbe’ye giriş için para alıyor, kervanlardan ve Ɵcaret işlerinden bağışlar, vergiler topluyorlardı. Fakat bu zenginlik herkesle paylaşılmıyordu. Bütün mensupları desteklemek gibi geleneksel kabile prensibi şehir halkına yansıƨlmamışƨ ve bazı kabileler zengin, bazıları ise fakirdi. Hz. Muhammet’in mesajı önce fakir kabileler arasında etkili oldu. Hz. Muhammet, fakirler, yeƟmler, köleler gibi, herkesin Allah’ın gözünde eşit olduğunu söylüyordu. Ona göre, insanın doğduğu kabile, o kabile içindeki klan ve aile hiç önemli değildi. Hiçbir grup diğerleri üzerinde hak iddia edemezdi. Müslüman olmak -Allah’ın emirlerini yerine geƟrmek- eski bölünmeleri unutmak demekƟ. Kabileler ya da zenginle fakir karşı karşıya gelmemeliydi. Onlar insandı, bir toplumdu, tanrılar değil, bir tek Allah’a inanarak birbirlerine bağlanmışlardı. Birinci yüzyıl FilisƟn’inde ortaya çıkmış eski bir peygamber mesajı gibi, zamanına ve bölgesine göre devrimci bir eşitlik mesajıydı bu. Ve şehrin zenginliğini kontrol edenler için de yıkıcı bir mesajdı, onların gücüne meydan okumakƨ. Hz. Muhammet’in mesajları artarak devam ederken, Mekke’nin seçkinleri onu susturmaya çalışƨlar, ama kötüleme, iŌira ve boykot dahil, yapƨkları her şeye karşın engelleyemediler onu. Sonunda Kureyş kabilesinin her büyük klanından seçkin bir Mekkeli gelip toplandı, bir gece ellerinde bıçaklarla Hz. Muhammet’in evinin önüne giƫler ve sabah namazı için dışarıya çıkmasını beklediler. Hz. Peygamber tuzağı önceden haber alıp gece karanlığında, yanında bir tek dost olduğu halde kuzeydeki vaha şehri Medine’ye kaçƨ ve orada, kavgalı kabileler onu önce bir barış elçisi, bir uzlaşƨrıcı, sonra da lider olarak kabul eƫler. Onun o gece kaçış tarihi -hicret- daha sonra İslam takviminin başı, MS 622 ya da Hicret Sonrası (HS) Birinci Yıl olacaktı. Vaha şehri, Hz. Muhammet’in yöneƟminde Arabistan’ın siyasi merkezi oldu ve güneydeki Mekke’yi gölgede bırakmaya başladı. İki şehir arasında iki büyük muharebe ve çok sayıda küçük çarpışma oldu, ama Hz. Muhammet’in kuzeye gidişinden sekiz yıl sonra, Mekke de sonunda onun liderliğini kabul eƫ. Buna feƟh dediler, şehrin İslam’a açılışıydı bu. Kâbe sadece bir tek Allah’a tahsis edildi ve Hz. Muhammet İslam lideri olarak birçok Mekkeli seçkini kabul eƫ, onlara Allah’ın birlik mesajını verdi. Fakat bazen dostlar da eski düşmanlar kadar tehlikeli olabiliyorlar. Hz. Muhammet en yakınında olanların bile saldırısına uğrayabileceğini biliyordu. Dünyada bu yoldan ikƟdar savaşı verildiği uzun zamandan beri biliniyordu. Vârisinizi, yardımcınızı tayin eder, belirlersiniz ama bu vâris ne kadar güvenilir olursa olsun, her zaman bir olay çıkarabilir, yapay yollardan hayaƨn doğal gidişaƨm değişƟrme girişiminde bulunabilir. Ballı bir içecek içine ya da kızarmış kuzu eƟ olan bir yemek tabağına karışƨrılmış bir zehir nasıl fark edilebilir? Bilinen böyle olaylar vardır. Zaten çok geçmeden böyle girişimler de olacaktı. Fakat Hz. Muhammet, kendisinden sonra lider olacak kişiyi atadığı andan iƟbaren, bir araya yeni topladığı İslam toplumunda bölücülük olayları yaşanacağım – ya da zaten var olan bölücülüğün artacağını büyük olasılıkla biliyordu. İnsanlar güç ve mevki mücadelesi yaparken, peygamber bir yana, güçlü insanların etraķnda toplanırken, bir kıskançlık ve öŅe ağını yayacağından emindi. O bunları basƨrmaya, yumuşatmaya ne kadar çalışsa da, geri planda kalmış olan anlaşmazlıklar yine ortaya çıkacakƨ. Gruplar oluşacak, tarƨşmalar başlayacak ve hayaƨ boyunca yapƨğı çalışmalar boşa gidecekƟ. Belki de kaçınılmazdı bunlar, ama Hz. Peygamber bunu kabul edemiyordu. Kabileler arası savaşlara son vermiş, güçsüzleri güçlendirmiş, Mekke’nin eski aristokrasisini, eski putları kovmuş ve dünyanın üçüncü büyük tek tanrılı dininin temelini atmışƨ. Olanaksız olanı başarmış görünüyordu, ama olanaksız olan onu yaşatacak mıydı? Bazı işaretlere bakılırsa, Hz. Muhammet ölümünden sonra neler olacağının farkındaydı. Bir rivayete göre, son sözleri, “Allah’ım, benden sonra geleceklere acı… ” olmuştu. Ama bunu söylerken ne demek istemişƟ acaba? Halkına yardım etmesi için Allah’a dua etmiş olabilir miydi? Yoksa son nefesini verirken, başlayacak olan korkunç kan ve gözyaşı dönemini mi öngörmüştü? Bunu bilmenin olanağı yok elbeƩe. Eski bir Arap ifadesi gibi, “Bunu sadece Allah bilir. ” Sözler her zaman yoruma açıkƨr. Düşünceler sadece hayal edilebilir ve bu da romancıların işidir. Biz temel tarih bilgilerine ve orada bulunmuş olanların anlaƴklarına bağlıyız. Ve onların her biri de sonuçlara kendi açısından, kendi çıkarına göre bakmıştır. Sünni bilim adamlarının yüzyıllar boyunca söylediklerine göre, Hz. Muhammet tüm Müslümanların Allah inancına ve bütünlüğüne o kadar inanıyordu ki, doğru kararların alınacağı konusunda onlara ve Allah’a güvendi. Bu bilim adamlarına göre, Hz. Peygamber toplumu kutsal bir varlık olarak gördü ve onların vereceği kararların doğru olacağına inandı. Fakat Şii bilim adamları, Hz. Muhammet’in kendisinden sonraki lider olarak kutsal seçimini yapƨğım, en yakın erkek akrabasını, damadı Hz. Ali’yi uzun zaman önce seçƟğini söylediler. Onlara göre, o bu seçimi halk içinde pek çok kez yapmışƨ ve Hz. Ali’nin düşmanları Hz. Peygamber’in vasiyeƟni engellemeselerdi, Hz. Muhammet bu seçimini cami yanındaki o küçük kulübede, hasta yatağında yatarken de hiç kuşkusuz son kez yapardı. Hz. Muhammet’in son on gününde, bu hikâyede büyük rol oynayan herkes o hasta odasına girip çıkƨ ve bunlar arasında özellikle, hepsi de akraba olan bir kadın ve beş erkek, Hz. Peygamber’den sonra kimin lider olacağı konusuyla yakından ilgileniyordu. Erkeklerden ikisi Hz. Peygamber’in kayınpederleri, ikisi damadı ve bir tanesi de kayınbiraderiydi ve aslında beşi de Halife ya da Hz. Muhammet’in halefi olabilirdi. Ama bunun nasıl, hangi sıraya göre olacağı konusu on dört yüzyıldır çözülemedi, anlaşmazlık konusu olmaya devam etti.
Lesley Hazleton – Peygamberden Sonra
PDF Kitap İndir |