Lev Nikolayevic Tolstoy – Haci Murat

Kırlardan eve dönüyordum. Yazın tam ortalarıydı. Otlar biçilip kaldırılmış, çavdar biçimine hazırlanılıyordu. Yılın bu vaktinde bin bir çeşit çiçek olur: Kırmızısı, beyazı, pembesiyle, kokulu ve tüylü yapraklarıyla yoncalar, küstah koyungözleri, çürüğümsü ve sert kokularıyla, ortası açık sarı, süt beyaz yapraklı “seviyor-sevmiyor”lar, bal kokulu sarıkız çiçekleri, morlu beyazlı, ince, uzun, lale benzeri çançiçekleri, yerde sürünen bezelye çiçekleri, sarı, kırmızı, pembe, mor, hepsi de düzgün uyuzotları, tüyleri tozpembe, kokusu hafif sinirotları, güneş altında ve tazeyken açık mavi, gün battıktan sonra ve solarken kırmızıya çalan lacivert peygamberçiçekleri; koparılır koparılmaz solan, badem kokulu, nazlı yabanketenleri… Bütün bu çiçeklerden koca bir demet yapmış eve dönüyordum ki, yol kıyısındaki hendekte, bizde “tatar” da denen, koskocaman açmış, bordoya çalan göz alıcı çiçeğiyle bir devedikeni gördüm; ot biçerken bunlara pek dokunmamaya çalışır orakçılar, kazara biçtiklerinde de, ellerine batmasın diye hemen demetin içinden çekip atarlar. Birden, onu da koparıp demetimin ortasına koymak düştü aklıma. Hendeğe indim ve göz alıcı çiçeğin tam ortasına iğnesini batırmış ve oracıkta öylece tatlı, tembel bir uykuya dalmış, tüylü yabanarısını kovalayarak, çiçeği koparmaya çalıştım. Ama bu epey güç bir işti: Elimi mendilimle sarmama karşın, saptaki dikenler avucumu delik deşik etmişti; öylesine zorlu bir saptı ki, sırf lif lif parçalara ayırana dek beş dakika mücadele ettim. Sonunda çiçeği koparmayı başardığımda sapı neredeyse püskül püskül olmuş, çiçeğin de deminki güzelliği, tazeliği uçup gitmişti. Ayrıca bu kaba, çirkin haliyle, güzelim kır çiçeklerinden oluşan zarif demetime hiç yakışmamıştı. Yerinde ne güzel duran çiçeği canından ettiğime üzüldüm ve demetten çıkarıp attım. “Ne olağanüstü bir yaşam gücü bu.” diye düşündüm, onu koparmak için harcadığım çabayı anımsayarak. “Kendini nasıl da savundu ve postunu nasıl da pahalıya sattı.” Eve giden yol, yeni sürülmüş ama ekilmemiş, nadasa bırakılan tarlalardan geçiyordu. Tozlu, hafif bayır bir yoldu.


Sürülmüş tarla bir çiftlik sahibinindi ve öyle büyüktü ki, yolun iki kıyısında ta gözerimine dek düzgün saban izleriyle çizgi çizgi uzanan kara, koyu topraktan başka bir şey görünmüyordu. Çok iyi sürülmüştü toprak, tek bir ot ya da sap göze çarpmıyordu, her yan kapkaraydı. Göz alabildiğine uzanan bu kapkara, ölü toprakta canlı bir şey var mı diye gayriihtiyari iki yanıma bakınırken, bir yandan da, “Nasıl da acımasız, yok edici bir varlık şu insan; kendi yaşamını sürdürebilmek için ne çok canlı varlığı, bitkiyi yok ediyor.” diye düşünüyordum. Derken, biraz önümde, yolun hemen sağında yeşil bir benek seçtim. Yaklaşınca, az önce boşuna koparıp attığım “tatar”ın aynısının burada da olduğunu gördüm. Üç dallı bir “tatar”dı bu. Dallardan biri kopuktu ve kalan kısmı kesik bir el gibi aşağı sarkmıştı. Öbür iki dalın ikisinde de birer çiçek vardı. Bir zamanlar kırmızımsı olan bu çiçekler şimdi karaydı. Dallardan biri kırıktı ve yarısı, ucunda kirli çiçeğiyle birlikte yere sarkmıştı; öbür dal, çamurlu kara toprağa bulanmış olmasına karşın, başını dimdik yukarda tutuyordu. Çiçeğin üzerinden bir araba tekerleğinin geçtiği anlaşılıyordu, böyle eğik durması bu yüzdendi, eğikti ama yine yerinde duruyordu. Sanki bedeninin bir parçasını koparmış, iç organlarını dökmüş, kolunu kesmiş, gözünü oymuşlardı. Ama o, çevresindeki bütün kardeşlerini yok eden insanoğluna teslim olmamıştı. “Bu ne müthiş bir güç böyle!” diye düşündüm.

“İnsanoğlu her şeyi yenmiş, milyonlarca otu yok etmiş ama bunun teslim olacağı yok.” Ve bu bana, epey önce Kafkasya’da geçmiş, birazına bizzat tanık olduğum, birazını görenlerden dinlediğim, birazını da hayalimde canlandırdığım bir öyküyü anımsattı. Belleğimde kaldığı ve hayalimde canlandığı kadarıyla şöyle bir öyküydü bu: I 1851 yılı sonlarıydı. Soğuk bir Kasım akşamı Hacı Murat, tezek dumanı ve kokusuna bürünmüş, barış nedir bilmeyen Çeçen avulu [1] Mahket’e giriyordu. Müezzinin gergin, tiz sesi henüz kesilmişti ve tezek dumanıyla kokusunun sindiği temiz dağ havasında, bal peteği gibi birbirine bitişik, toprak damlı evlerin avlularından yükselen inek böğürtüleri, koyun melemeleri, tartışan erkeklerin gırtlaktan konuşmaları, aşağıdaki çeşmenin oralardan gelen kadın ve çocuk sesleri açıkça duyuluyordu. Yiğitliğiyle ünlü Hacı Murat, Şamil’in naibiydi ve hiçbir zaman çevresinde cigitlik [2] yapan onlarca müridi ve kendi sancağı olmadan dolaşmazdı. Şimdiyse, yüzünü tümüyle gizleyen bir başlık ve altından tüfeğinin kabartısı belli olan bir kepeneğe bürünmüş, yanında tek bir müridiyle olabildiğince göze batmamaya çalışarak ilerliyor, yolda karşısına çıkan köylüleri kara gözleriyle, kaçamak ama dikkatli bakışlarla inceliyordu. Hacı Murat avula girince, doğruca köy alanına giden yola değil, sola doğru uzanan dar yola saptı. Yolun bir yanı yamaçtı, bu yamaçta oyulmuş ikinci toprak evin önüne gelince durdu, çevresine bakındı. Evin önündeki sundurmada kimse yoktu, damdaysa, yeni sıvanmış toprak bacanın ardında, üzerine gocuk atmış bir adam yatıyordu. Hacı Murat kırbacının sapıyla adama hafifçe dokundu, dilini şaklattı. Gocuğun altından başında takke, üzerinde kullanılmaktan parlamış eski bir beşmet [3] bulunan yaşlı bir adam çıktı. Adam kan çanağına dönmüş kirpiksiz, çapaklı gözlerini açabilmek için sürekli kırpıştırıyordu. Hacı Murat: “Selamünaleyküm.” diyerek başlığını çıkarıp yüzünü açtı.

Hacı Murat’ı tanıyan yaşlı adam dişsiz ağzıyla gülümseyerek: “Aleykümselam!” diye karşılık verdi ve sıska bacakları üzerinde doğrularak, bacanın dibinde duran tahta topuklu kunduralarını ayağına geçirmeye çalıştı. Kunduraları ayağına geçirince, hiç acele etmeden kollarını sokup buruşuk gocuğunu da giydi ve dama dayalı merdivenden geri geri inmeye başladı. Giyinirken de, merdivenden inerken de güneş yanığı, kırış kırış, incecik bir boynun taşıdığı başını sallayıp duruyor ve dişsiz ağzıyla sürekli bir şeyler mırıldanıyordu. Yere ayak basınca içten bir konukseverlikle bir elini Hacı Murat’ın atının dizginine, bir elini sağ üzengisine uzattı. Ama çarçabuk atından atlayan çevik ve güçlü mürit, ihtiyarı nazikçe uzaklaştırıp onun yerine geçti. Atından inen Hacı Murat, hafifçe topallayarak sundurmaya geçti. Tam içeri girerken, on beş yaşlarında görünen bir çocuk ok gibi dışarı fırladı ve olgun kuşüzümünü andıran parlak, kapkara gözlerini merakla konuğa dikti. “Koş, camiden babanı çağır!” diye buyurdu ihtiyar adam oğlana ve konuğun önüne geçerek, evin hafif gıcırdayan kapısını açtı. Hacı Murat içeri girerken, sarı gömlek üzerine kırmızı beşmet giymiş, mavi şalvarlı, zayıf, ince, uzun, pek genç sayılmayacak bir kadın, kucağında yastıklarla iç kapıdan dışarı çıktı. “Safalar getirmişsin!” dedi ve iki büklüm eğilerek konuğun oturması için ön duvar boyunca yastıkları dizmeye başladı. “Allah oğullarına uzun ömür versin!” diye karşılık verdi Hacı Murat ve kepeneğini, tüfeğini, kılıcını çıkararak ihtiyara verdi. İhtiyar, konuğun tüfeğiyle kılıcını, düzgün sıvalı ve bembeyaz kireç badanalı duvarda pırıldayan iki leğenin arasına, ev sahibinin silahlarının asılı olduğu çivinin hemen yanındaki çiviye dikkatle astı. Hacı Murat, belinin arkasında duran tabancasını düzeltti, çerkezkasının [4] önünü kapatıp kadının dizdiği yastıkların üzerine oturdu. İhtiyar da onun tam karşısına çıplak topuklarının üzerine oturdu, ellerini havaya açıp gözlerini yumdu. Hacı Murat da aynı şeyi yaptı.

Dualarını okuyup da avuçlarıyla yüzlerini sıvazlayınca, ikisinin de elleri sakallarının bitiminde birleşti. “Ne habar?” [5] diye sordu Hacı Murat ihtiyara. “Habar yok.” dedi ihtiyar, kıpkırmızı, cansız gözleriyle konuğun yüzüne değil, göğsüne bakarak. “Ben kovanların başında kalıyorum. Bugün oğlumu ziyarete geldim. O bilir.” Hacı Murat, ihtiyarın kendi bildiklerini de, onun bilmek istediklerini de söylemek niyetinde olmadığını hemen anladı ve başını belli belirsiz sallayarak üstelemedi. “İyi denilebilecek tek bir yeni şey yok.” diye sürdürdü ihtiyar, “Tavşanlar, nasıl ederiz de kartalları defederiz derdindeler. Oysa kartallar bugün birini, yarın öbürünü kapıp kaldırıyor tavşanların.” Sonra kısık sesi kin dolu ekledi: “Geçen hafta Rus köpekleri Miçitskiylerin tınazını yaktılar.” Hacı Murat’ın müridi içeri girdi; o da tıpkı mürşidi gibi, güçlü bacaklarıyla geniş ama yumuşacık adımlarla yürüyordu toprak zeminde; kepeneğini çıkardı, üzerinde yalnızca hançeriyle tabancasını bırakarak öbür silahlarını da çıkardı ve hepsini Hacı Murat’ın silahlarının asılı olduğu çivilere astı. “Kim bu?” diye sordu ihtiyar, Hacı Murat’a. “Müridim.

Adı Eldar.” dedi Hacı Murat. “Tamam.” dedi ihtiyar ve Eldar’a Hacı Murat’ın yanına serili keçede yer gösterdi. Eldar bağdaş kurup gösterilen yere oturdu; güzel, koyun gözlerini ihtiyara dikip dinlemeye başladı. Çenesi açılmıştı ihtiyarın, köylerinden gençlerin geçenlerde iki asker yakaladıklarını anlatıyordu: Askerlerden birini öldürmüş, öbürünü Vedeno’ya, Şamil’e göndermişlerdi. Hacı Murat sık sık kapıdan yana bakıp dışardan gelen seslere kulak kabartarak dalgınca dinliyordu ihtiyarı. Evin önündeki sundurmadan ayak sesleri geldi, hemen ardından da kapı gıcırdadı ve içeri ev sahibi girdi. Ev sahibi Sado, kırk yaşlarında, kısa sakallı, uzun burunlu bir adamdı; kendisini çağırmak için camiye giden ve onunla birlikte içeri girip kapı dibine oturan on beş yaşındaki oğlununki gibi gözleri kapkaraydı ama onunki kadar parlak değildi. Tahta ayakkabılarını kapı önünde çıkaran ev sahibi, eprimiş, eski papağını uzun zamandır tıraş görmediği için uzun, gür saçların kapladığı ensesine doğru yıkıp Hacı Murat’ın karşısına çömeldi. Tıpkı yaşlı adam gibi o da gözlerini yumup avuçlarını yukarı kaldırdı, duası bitince elleriyle yüzünü sıvazladı ve ancak ondan sonra konuşmaya başladı. Şamil’in, Hacı Murat’ın ölü ya da diri ele geçirilmesi için emri olduğunu, gönderdiği adamların da daha dün oradan ayrıldıklarını, halkın korkudan Şamil’in sözüne karşı gelemeyeceğini, o yüzden de dikkatli olmak gerektiğini söyledi. “Sen bu evin konuğusun. Canım sağ oldukça, evimde kimse kılına dokunamaz.” dedi Sado, “Ama dışarıda? Onu düşünmek lazım.

” Hacı Murat ev sahibini dikkatle dinliyor, arada başıyla onaylıyordu. Sado sözlerini bitirince: “Pekâlâ.” dedi. “Ruslara bir mektup yollayacağım. Benim bir müridim götürecek mektubu yalnız ona buradan bir kılavuz gerek.” “Kardeşim Bata yapar bu işi.” dedi Sado; sonra oğluna dönüp, “Git, Bata’yı çağır.” dedi. Çocuk ok gibi fırladı yerinden, kollarını sallaya sallaya, kocaman, çevik adımlarla evden çıktı. On dakika sonra yenleri lime lime olmuş sarı bir çerkezka giymiş, çözülmüş siyah dolakları sarkmış, kısa boylu, kara yağız bir Çeçen’le döndü. Hacı Murat yeni gelenle selamlaştı, hiç zaman yitirmeden konuya girdi: “Müridimi Ruslara götürebilir misin?” Bata neşeyle, çabucak: “Götürürüm… Nereye istersen götürürüm.” dedi, “Bu işi benden daha iyi yapacak tek bir Çeçen yoktur. Başkası çıkıp her şeye söz verir ama hiçbir şey yapmaz. Ama ben yaparım.” “Tamam!” dedi Hacı Murat.

Üç parmağını göstererek, “Karşılık olarak da üç alacaksın.” dedi. Bata başını sallayarak kabul etti ama önemli olanın para değil, Hacı Murat’a hizmet etmenin onuru olduğunu da ekledi. “Çünkü dağlarda herkes, Hacı Murat’ın Rusları nasıl domuz gibi vurup devirdiğini iyi bilir…” “Tamam.” dedi Hacı Murat, “İpin uzunu, sözün kısası makbuldür.” “Peki, kapattım ben de ağzımı.” dedi Bata. “Argun’un [6] dirsek yaptığı yerde, bayırın karşısındaki orman açıklığının orada iki tınaz var. Biliyor musun?” “Biliyorum.” “İşte orada üç atlım beni bekliyor.” dedi Hacı Murat. “Anladım.” dedi Bata başını sallayarak. “Han Mahoma’yı bul orada. O ne yapılacağını, ne söyleneceğini biliyor.

Onu Rusların komutanı Prens Vorontsov’a götüreceksin. Yapabilir misin bu işi?” “Yaparım.” “Götürecek ve geri getireceksin. Yapabilir misin?” “Yaparım.” “Döndüğünde ormana gelirsin. Ben de orada olacağım.” “Dediklerinin hepsini yapılmış bil.” dedi Bata, ayağa kalktı, ellerini göğsüne götürüp çıktı. Bata gidince: “Gehi’ye de bir adam yollamalı.” dedi Hacı Murat ev sahibine. Sonra elini çerkezkasının göğsündeki fişekliklerden birine atıp, “Gehi’de yapılacak şey…” diye tam başlamıştı ki, içeri giren iki kadını fark ederek elini indirdi, sustu. Kadınlardan biri Sado’nun demin yastıkları da yerleştiren, zayıf, yaşlıca karısıydı. Öbürü kırmızı şalvarlı, yeşil beşmetli, gencecik bir kızdı; göğsü olduğu gibi gümüş paralarla kaplıydı. Omuzlarının arasından zayıf sırtına doğru sarkan, kısa ama kalın, kara saç örgüsünün ucuna da bir gümüş ruble takılıydı; tıpkı babasıyla kardeşininki gibi kapkara gözleri, sert bir ifade vermeye çalıştığı gencecik yüzünde neşeyle ışıldıyordu. Konuklara hiç bakmamasına karşın, varlıklarını şiddetle hissettiği belliydi.

Sado’nun karısı, üzerinde çay, börek, yağlı bazlama, peynir, yufka ekmeği ve bal bulunan bir sini getirdi. Kızın ellerinde leğen, ibrik ve peşkir vardı. Ana kız, ayaklarında kırmızı, düz tabanlı yemenileriyle ses çıkarmadan, getirdiklerini erkeklerin önüne yerleştirirken, Sado’yla Hacı Murat hiç konuşmadılar. Eldar’a gelince, kadınlar içerde oldukları sürece koyun gözlerini önüne, bağdaş kurduğu bacaklarına dikip, bir heykel gibi kımıltısız kalmıştı. Ancak kadınlar çıkıp yumuşak ayak sesleri büsbütün duyulmaz olunca, Eldar da rahat bir soluk aldı, Hacı Murat’sa fişekliğinden aldığı bir kurşunun altındaki delikten sımsıkı dürülmüş bir kâğıt çıkarıp: “Oğluma verilecek bu mektup.” dedi. “Cevabı?” diye sordu Sado. “Sana versin. Sen de bana ulaştırırsın.” “Baş üstüne!” dedi Sado, mektubu çerkezkasındaki fişekliklerden birine soktu, sonra eline ibriği alıp leğeni Hacı Murat’ın önüne doğru sürdü. Beşmetinin kollarını sıvayan Hacı Murat, bileklerinden yukarısı bembeyaz, adaleli kollarını Sado’nun ibrikten döktüğü buz gibi, berrak suyun altına tuttu; ev dokuması, sertçe peşkirle kurulanıp sofraya oturdu. Eldar da aynı şeyi yaptı. Konuklar yemeklerini yerken, onların karşısına oturan Sado evlerine geldikleri için birkaç kez teşekkür etti. Kapının dibinde oturan ve ışıl ışıl yanan kara gözlerini bir an olsun Hacı Murat’tan ayırmayan oğlan da babasının sözlerini onaylamak ister gibi gülümseyip duruyordu. Tam bir gündür ağzına tek lokma bir şey koymamış olmasına karşın, Hacı Murat biraz peynirle ekmek yedi, kamasının altından çıkardığı küçük bir bıçakla bal alıp ekmeğine sürdü.

Hacı Murat’ın balından tatmasına pek sevinmiş görünen ihtiyar: “Balımız lezzetlidir.” dedi. “Hele bu yıl her yılkinden daha bir güzel, hem güzel, hem de bol.” “Sağ ol.” dedi Hacı Murat, sofradan geri çekildi. Eldar daha yemek istiyordu, ama o da mürşidi gibi yapıp sofradan kalktı ve Hacı Murat’a ibrik tuttu. Sado, Hacı Murat’ı evine almakla başını belaya soktuğunu biliyordu; Şamil’le Hacı Murat’ın kavgalarından sonra bütün Çeçenlere Hacı Murat’a evinin kapısını açanları ölüm cezasının beklediği duyurulmuştu. Evinde Hacı Murat’ın bulunduğundan köylülerin her an haberlerinin olabileceğini ve onu kendilerine teslim etmesini isteyebileceklerini de biliyordu. Ama bu durum Sado’yu kaygılandırmak şurada dursun, sevindiriyordu bile. Uğruna canından olsa bile konuğunu korumayı bir borç biliyordu Sado ve kendine yakışır biçimde davrandığı için de övünç duyuyordu. “Başım omuzlarımın üstünde durdukça, evimde sana kimse dokunamaz!” diye yineledi bir kez daha. Hacı Murat onun ışıl ışıl yanan gözlerine baktı, söylediklerinin gerçek olduğunu anlayınca, biraz tumturaklı bir edayla: “Sağ olasın, sevinçli, sağlıklı ömrün olsun.” dedi. Bu iyi dileklere gönül borcu duyduğunu göstermek için Sado elini göğsüne götürüp bastırdı. Pencerelerin tahta kepenklerini kapatıp ocağa yığılı çalıları tutuşturan Sado son derece neşeli, coşkulu bir havayla konuk odasından çıkıp, ailesinin bulunduğu bölümüne geçti evin.

Kadınlar uyumamışlardı daha, geceyi evlerinde geçirecek olan tehlikeli konukları konuşuyorlardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir