Liz Fielding – Sehirde Bir Gun

Eviniz yanıyor ve yalnızca tek bir giysi kurtarma şansınız var.Hangisini seçerdiniz ? a.Bütün gözlerin üzerinize çevrilmesini sağlayan mor, deri mini eteğinizi mi ? b.Pahalı, her yere giyebileceğiniz siyah tayyörünüzü mü ? c.Hayallerinizin erkeğiyle tanıştığınızda üzerinizde olan eski eşofmanınızı mı ? d.Ucuzluktan aldığınız şık eteği mi ? Bir daha böyle bir etek bulamayabilirsiniz. ? e.Büyükannenizin ördüğü kazağı mı ? *** “Bu süveteri almak istemediğine emin misin, Philly. Alice teyzen onu noel’de üzerinde görmek isteyecektir…” Annem cevap vermeyişim üzerine kafasını kaldırınca , beni yolculuğum öncesinde çıktığımız alışverişte aldığımız derginin kişilik testini incelerken yakaladı. “Onu yolda okursun , hayatım.” Sanki küçük bir çocukmuşum gibi konuşuyordu benimle. ” Sonra canın sıkılacak. Sıkılırsan, ailenin en küçüğü olsam da kendime yeni bir dergi almayı akıl edecek kadar zeki olduğumu hatırlatmaya gerek duymayarak dikkatimi anneme verdim. Sorusu boşunaydı zaten. Onayımı alma zahmetine katlanmadan kazağı valizime tıkmıştı bile.


Büyük Teyzem Alice onu ördüğünden beri, kazak benim için tam bir kabustu. Açık mavi ve kabarık kazaktan nefret ediyordum.Onu karton kutuya koyduğum gibi, güvelere yuva olması için tavan arasına terk etmeyi bile düşünüyordum. “Artık yeni bir valiz almalısın.” dedi annem.”Bu fermuarındurumu hiç iyi değil.” “Fermuarın bir şeyi yok.” En azından , annem o kazağı tıkıştırana kadar yoktu. “Trenle Londra’ya gidiyorum, uçakla dünyanın öbür ucuna değil.” Oysa beni hiç tanımadığım insanların insafına terk edip , yerkürenin uzak köşesinde yaşayan kardeşlerimi ziyaret etmeye hazırlanan ebeveynlerim uçakla dünyanın öbür ucuna gideceklerdi. Babam emekli olmuştu ve annemin dediğine göre, Yeni zelanda, California ve Güney Afrika’da yaşayan erkek kardeşlerimi ziyaret ederek biraz hayatın tadını çıkarmalarının vakti gelmişti. Onlarla aynı ölçüde maceraperest kızkardeşim de kocası ve bebekleriyle Avustralya’dayaşıyordu. Hayatın tadını çıkarmak ha? Ama onlar ebeveynlerimdi ! Anne babalar ‘hayatın tadını çıkarmaz’ , evde bulmaca çözer, kelime oyunu oynar, kakao içerlerdi. Bu düşüncemi onlara aynen aktardığımda, çok komik olduğumu söyleyip gülmüşlerdi. AMA BEN ŞAKA YAPMIYORDUM ! Onlar da öyle.

Ömürlerinin son otuzbeş yılını çocuklarına harcamışlardı ve şimdi hayatlarını yaşama kararlarından dönmeyeceklerdi. Bu konuda benden başka tatsızlık çıkaran yoktu. Yirmi iki yaşında olmama rağmen hala annemlerin dizi dibindeydim.Erkek arkadaşım komşumuzdu ve yakın zamanda ufukta evlilik görünmüyordu. Hepsi bu kadarla kalmıyordu üstelik. Onlar tatildeyken , erkek arkadaşım Donald’la işleri ilerletme fırsatı bulacağımı sanmıştım.Donald’ın dikkatini arabasından ve annesinden uzaklaştırıp ilişkimize biraz fiziksellik katmayı ümit ediyordum. Hala gençken hayatıma biraz hareket katmalıydım. Ne varki, babamın arkadaşlarından birinin kasabada ev alana kadar ailesiyle kalacağı bir yer aradığını hiç hesaba katmamıştım. İşi benim haberim bile olmadan bağlamışlardı. Hemen anneme koşmuştum, ama annem bu işle bir ilgisi olmadığını söylemiş ; bu da yetmezmiş gibi, babamla her pazar sabahı golf oynayan patronun Londra’da altı aylık geçici bir görevi kabul edip etmeyeceğimi sormuştu. kabul edersem, bir bankada çalışarak yeteneklerimle tecrübemi geliştirecektim.Maaşım artacak, terfi edecektim.İki yıldır kaçındığım bir şeydi bu. Çünkü terfi etmek,, kasabadan uzaklaşmam anlamına geliyordu.

Fakat Maybridge kasabasında kader ağlarını örmüş, annemin eski okul arkadaşlarıyla temasa geçmesi sonucunda Londra’da kalacağım yer bulunmuştu. Annem,”Tebdili mekanda ferahlık vardır,” demişti itirazlarıma aldırmadan. “Maybridge’de çürüyüp gideceksin. Buarad ömür tüketirsen, görüp göreceğin bankanın yerel şubesinden falası olmaz…” Aksilikler her zaman üst üste gelirdi zaten.”Hem Donald seni çantada keklik görüyor. İlişkinizin nereye gittiğini anlamanız için biraz ayrı kalmanızda fazda var. Donald’la ilişkimizn nereye gittiğini on yaşımdan beri gayet iyi biliyordum.Fakat annemin kararlı bakışları, nefes tüketmemin yararı olmayacağını gösteriyordu.Bu zoraki ayrılığın Donald’ı kendine getireceğine inanıyordu. Yirmi üçüne girmek üzere bir bakire olan ben ise derhal harekete geçme telaşındaydım. Doğduğum kasabada çürüyeceğimden endişelenen de, neredeyse kırk yıldır aynı evde aynı adamla yaşayan annemdi. Bu yüzden onu eleştirdiğimi sanmayın sakın. Benim hayalimde ömrümü aynı adamla aynı evde geçirip çoluk çocuğa karışmaktı. Tıpkı annem gibi. donald da aynısını istiyordu.

İstediğinin ben olduğumu söylüyor, ancak bunu gerçekleştirmek için hiçbir şey yapmıyordu. Ani gidişim aklına başına getirirdi belki de. Donald’ı bildim bileli tamir etmeye çalıştığı antika arabasıyla evinin garajında bulup haberi verdikten sonra, nefesimi tutup tepkisini bekledim. “Londra’mı ?” Bunu sorarken yüzünde o tatlı , çocuksu hayret ifadesi vardı.Gerçekten masum ve tatlı bir adamdı. Zaten öyle olmasaydı, yıllardır başka kızları ondan uzak tutmak için mücadele ediyor olurdum. Ama Donald’ın gözü benden başkasını görmüyordu.Donald sarı kahkülünü geriye itince, elindeki motor yağı alnına bulaştı.”Londra’da ne işin var ?” Hayır, hayır, hayır ! ayağa fırladığı gibi bana sarılması ve onsuz hiçbir yere gidemeyeceğimi söylemesi gerekiyordu. “Uzun zamandır hakkım olan terfiyi aldım,” dedim nedensiz bir sinirle.”Bu sayede Londra’yı görüp hayatın tadını çıkaracağım biraz.” Donald’ı kışkırtmaya çalışıyordum. Donald’ın kaşlarını çatışının nedeni ‘hayatın tadını çıkaracak olmam’ değildi. “yani temelli mi gidiyorsun ?” Nihayet aklının başına geldiğini düşünerek heyecanlandım. hemen bir şeyler yapmazsa artık yanında olmayacağımı anlamıştı galiba.

ayağa fırladığı gibi bana sarılacağının….vs.beklentisiyle çılgınca hayallere kapılmıştım. “Evet.” Bu pek doğru olmasa da, terfi etmem halinde daha büyük bir şubede çalışacaktım mutlaka. Bu uzun zaman önce gerçekleşmeliydi, ama kasabamda mutlu ve huzurluydum. Kardeşlerimin aksine hiç maceraperest değildim. hayatımda ilk ve son defa uçağa bindiğimde öyle korkmuştum ki, bir daha binmemeye yemin etmiştim. Tam bir ev kızıydım.Komşumuzun oğlu bana yetiyordu. Ama liseyi bitirdiğinden beri orada çalışıyorsun,” dedi Donald. Şimdiki işimden değil, ondan ayrılacağım için paniğe kapılmalıydı oysa. Belki de harekete geçme zamanım geldi.” kararımı değiştirmek için paniğe kapılmalıydı oysa. “Belki d harekete geçme zamanım geldi.

” Kararımı değiştirmek için bir şeyler söylemesini bekledim.Yüreğindeki sızıyı ifade eden duygusal sözler bu anlamda iyi bir başlangıç olabilirdi mesela. Ve hemen ardından, ilk uçağa atladığımız gibi Bali’ye gidip ayışığı altında bir kumsalda yıldırım nikahıyla evlenmemizi isteyebilirdi. Bali mi ? Ben neler düşünüyordum böyle ? Bali’ye gitmek de nereden çıkmıştı ? Bu, uçağa binmem anlamına gelirdi. hatta, eve döneceksek, uçağa iki kez binmek zorunda kalacaktım. Bizimkilerin sürekli seyahatten bahsetmelerinden etkilenmiştim mutlaka. Zaten paniğe kapılmama gerek yoktu, çünkü Donald böyle bir teklifte bulunmadı. Kahkülünü yeniden geriye ittiğinde öyle masum ve çaresiz bir hali vardı ki, ona sarılıp, niyetimin sadece kıskandırmak olduğunu söylemek geldi içimden. Donald,”Şey, tebrikler o halde,” dedi sonunda.”Seni çok özleyeceğim.” Bu hiç yoktan iyiydi. Gülümsemeye çalıştım. “Ben de bütün zamanımı arabama veririrm.” Sahi mi ? Bütün vaktini o eski arabann motoru, kaportası ve iç döşemesiyle ilgilenerek geçiriyordu zaten. Bu ilginin birazını bana verse olmaz mıydı ? “Çok iyi, ” dedim dişlerimin arasından.

“Londra ha ?” Donald Londra’yı, Maybridge’e trenle sadece bir saat uzaklıktaki bir şehir gibi değil de , masallardaki Kaf dağı gibi vurgulamıştı.”Orada harika günler geçireceğine eminim.” İYİ DE , BEN GİTMEK İSTEMİYORDUM Kİ ! İsyan çığlığım içimde hapis oldu.Aklı başında bir kız gururunu ayaklar altına almazdı. Donald benim harika günler geçirmek peşinde olmadığımı, tek arzumun bana Londra’yı unutup, ikimizin başbaşa olacağı küçük bir apartman dairesi tutana kadar onunla ve dul annesiyle yaşamamı teklif etmesi olduğunu neden anlayamıyordu. Bunların hiçbirini dile getirmedim, çünkü cevabı biliyordum. Kocasının sekreteriyle kaçışının şokunu asla atlatamayan, hastalık hastası bir kadın olan Mrs.Cooper yüzüme karşı kibarlığı hiç elden bırakmasa da, çocukluğumuzdan beri oğluyla oynamamdan haz etmediğini bilirdim. Kıymetli oğluna yaklaşmamı hiç istemiyordu. sırf ona inat olsun diye, oracıkta soyunup oğlunu baştan çıkartmayı düşündüm ciddi ciddi. Ne var ki yerler betondu, hava buz gibiydi ve Donald’ın elleri motor yağına bulanmıştı.Ancak bir budala…yada son derece ümitsiz bir kadın böylesine olumsuz koşullarda sıcak giysilerini çıkarmayı göze alabilirdi. tamam, ben de ümitsizce bir telaş içindeydim, ama seks konusunda tam bir acemiyken, bütün vücudum soğuktan morarmış halde titreyerek bir erkeğin içindeki ateşi yakamazdım herhalde. “Seni kıskanıyorum aslında,” dedi Donald.sesinde tuhaf bir özlem vardı.

” Bütün o müzeler….” Müzeler mi ? Donald’ın eğlenceden anladığı bu muydu yani ? içimden ona sarılmak geldi, ama tulumu da yağ içindeydi. sırtımda o mavi kazak olsa, bu fedakarlığı yapardım belki. Donald heyecanlandı birden.”Bilim müzesi’ne gidersen, benim için….” Bilim müzesi mi ? Güzel vakit geçirmenin müze gezmekten ibaret olduğunu mu sanıyordu ? Londra’nın en ünlü mağazalarını gezip en son moda kıyafetlerle mücevherlere bakmak belki , ama…. “Söz mü ?” diye sordu Donald. Söz mü ? Neye söz verecektim ? aklım başka yerdeydi.”neden bir hafta sonu Londra’ya gelmiyorsun ?” dedim yeni olasılıkların heyecanıyla. “Müzeye birlikte gideriz.” Donald tuhaf bir şekilde huzursuz olmuştu birden. Ellerini bir bez parçasına sildi.”annemi gece yalnız bırakamam.Sinirlerinin bozuk oluşu onu mahvediyor.” Ediyordu tabi.

Gündüzleri oğlu işteyken tek başına gayet güzel idare ediyor, krizleri benim Donald’la yaptığım planlara denk geliyordu nedense. Cuma günü annemleri büyük maceraya doğru yolcu ettikten sonra Londra trenine binmek için istasyona yalnız gidişimin nedeni de buydu.Donald beni istasyona bırakmak için işten izin almasına rağmen, annesi tam biz çıkmak üzereyken ‘rahatsızlanmıştı’ her zamanki gibi. Ben de aynısını yapıp kendimi yere atarak tepinsemiydim acaba ? Fakat Donald o kadar ümitsiz görünüyordu ki , haline acıyarak onu doktoru beklemek üzere evde bırakıp taksi çağırdım. Maybridge buz gibi kasım yağmurunun içinde gözden kaybolurken, peynir ve turşulu sandviçle sıcak çikolatadan oluşan kahvaltımı ettikten sonra, bir saati doldurmak için dergiyi elime aldım. Kapağında kocaman harflerle ‘ Kaplan mısınız, Yoksa Bir Kedi Yavrusu mu ? ‘ diyordu. Bu sorunun cevabını bulmam için testi çözmeme gerek yoktu. Yirmi üçüme gelmeme rağmen, bana hala çocuk muamelesi yapan bir annem ve cinsel hormonları çalışmayan bir erkek arkadaşım vardı. Bu durumda ben bir kedi yavrusuydum, değil mi ? Hayır. Şıkları inceledikçe, aptalca bir ümide kapıldığımı anladım. Ben bir fareydim.hatta bir istiridye. Maybridge de kalmak istediğim halde Londra treninde oluşumun nedeni de bunda gizliydi. Erkek arkadaşımın hayatında annesinin benden önce gelmesinin nedeni de. (Bunun bir sebebi de Donald’ın çok uysal ve nazik, annsinin ise kurnaz bir cadı olmasıydı.

) Noel’i donald’la baş başa geçirmek yerine Londra’da tanımadığım insanlarla kalacak oluşumun da başka açıklaması yoktu. Yumuşak başlı, fedakar ve kimseden bir şey beklemeyen biriydim.Sandviçimin peynirli oluşu da ilginçti. Bir fare ancak peyniri tercih ederdi. Ağabeylerimden birine ait olan eski kot yerine, son moda, yeni bir kot, ve yüksek topuklu ayakkabılar giymeliydim.Oysa ayağımda ucuz spor ayakkabılar vardı. ” Evlenmek için para biriktiriyorum, tamam mı ?” Ellerime manikür yaptırıp , annemin uçuk pembe ojesi yerine çok daha gösterişli bir renk tercih etmeliydim. ‘kaplan’ olmam uzak ihtimaldi, ama ‘kedi yavrusu ‘ olmam için elimden geleni yapabilirdim değil mi ? Fakat kişiliğimi değiştirme çabalarım, Maybridge de alay konusu olmama yol açacaktı. Hayatım boyunca orada yaşamıştım. Bir gecede kırmızı ojeli vamp kadına dönüşürsem beni kim ciddiye alırdı ? Oysa kimsenin beni tanımadığı Londra’da istediğim şekle bürünebilirdim. Gerçek ortadaydı.Fare kadar korkak olduğum için , Donald’ı annesinin baskısından kurtarıp kendime bağlayamamıştım. Annem haklıydı belki de. Bu ayrılık ikimiz için de hayırlı olacak, Donald gelecek altı ay boyunca yokluğumu hissedecekti. Benim de dış görünüşüme çeki düzen verip kişiliğimi geliştirmem için zamanım olacak, Maybridge’e dönüşümde Donald neye uğradığını bile anlamadan rahibin karşısında bulacaktı kendini.

Tren Paddington’a geldiğind, dergiyi sonra okumak üzere çantama koyup, patlayacak gibi duran valizimi aldım. Yeni bir iş.Yeni bir hayat.yeni giysiler.Artık Londra’daydım ve sonuna kadar tadını çıkaracaktım. Metroya giden kalabalığın arasına karışırken kaplan gibi hırlamasam da, kaplan olma fikrine giderek alışmaya başlamıştım 2.Bölüm Trafiğin en yoğun olduğu saat ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor.Uzun boylu, esmer ve yakışıklı bir yabancı, aynı anda çvirdiğiniz taksiyi paylaşmayı öneriyor. Bu durumda; a.Doğum gününüzmüş gibi düşünüp, gideceğiniz yere kadar adamla özgürce flört edip, taksiden inerken ona ‘Beni ara’ diyen bakışlarla telefon numaranızı mı verirsiniz ? b.Annenizin böyle bir şeyi onaylamayacağını biseniz de, hava yağmurlu ve adam da seri katile benzemiyor. Ne zararı olur ki mi dersiniz ? c.Adama kaybolmasını söyleyip, onu yağmurun altında bırakarak taksiye mi binersiniz ? d.Taksiyi adama bırakıp sonrakini mi beklersiniz ? e.Yürümeyi mi seçersiniz ? **** Metronun karmaşık sistemi içinde iki defa yanlış yöne gittikten sonra nihayet gün ışığına çıkabilmiştim.

’gün ışığı’ demem yanlış aslında.Metrodan çıkışımda beni karşılayan, karanlık ve yağmurlu bir kasım akşamıydı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun buz gibi damlaları, evden ayrılışımdan beri üstümden atamadığım ruh halime uyuyordu. kasabaya bu saatte çoktan karanlık çökmüş olurdu.Fakat burası, neon ışıklarının hiç sönmediği, dükkanların vitrinlerindeki Noel süslerinin kasvetli havayı biraz olsun dağıttığı Londra’ydı. Ortalıkta telaşla bir yerlere koşuşan binlerc insan vardı.Elimde şehir rehberiyle metro istasyonunun çıkışında durup, nerede olduğumu anlamaya çalıştım.Sophie ve Kate Harrington’un dairesi kağıt üzerinde uzak görünmese de, bu yanıltıcı bir durumdu. Üstüne üstlük, metroda kuzeyle güneyi karıştırmam, harita okuma konusunda özgüvenimi yitirmeme neden olmuştu.Bu durumda yapılacak en akıllıca hareket taksiye binmekti. tam o sırada, bir taksinin tepe lambasını gördüm. O güne kadar yoldan taksi çevirmemiştim.Maybridge’de taksi çağırmak için telefon etmek gerekirdi.Nasıl taksi çevrileceğini biliyordum ama. En azından , teorik olarak.

Televizyonda bunu yapan insanları görürdüm.Kaldırımda durup elinizi kaldırır ve seslenirsiniz.”Hey taksi!” Kaldırımın kenarına zamanında yetişemeyeceğim için kolumu sallamaya başladım. Sesimin onca gürültüde duyulmayacağını biliyordum.Bir daha ve bir ölüyü bile diriltecek bir sesle bağırdım.Umurumda bile değildi. İşe yaramıştı! Şöför kaldırıma yanaşıyordu. Vay canına! fare de kimmiş ? Valizimi sürükleyerek, kafaları eğik , hızlı hızlı yürüyen kalabalığı yararak o tarafa koşturdum.fakat adamın biri taksinin kapısını açmış, şemsiyesini kapatıyordu. “Hey! O taksiyi ben çevirdim!” Londra’da bineceğim ilk taksiyi kaptırmaya niyetim yoktu.Adam uzun boyuyla tepemden baksa bile. Adamın şemsiyesi kapanırken, yağmur suları başımdan aşağı inmişti. Taksi hırsızı sabırsız bir halde yüzüme baktı.”Tam tersine, bu taksiyi daha siz görmeden ben çağırmıştım bile.” Adam tam anlayamadığım bir şey mırıldandı sonra.

Hoş bir şeyler söylemediği kesindi. Taksinin kapısını açtı.”İyice ıslanmadan binseniz iyi olur.” Yo, bu haksızlık olurdu.taksiyi elimden alan adama kızsam da, iddiası doğruysa bunu ona yapamazdım.İliklerime kadar ıslanmıştım zaten.Biraz daha yağmurun bana zararı olmazdı. kaldırımda durdukça adam da ıslanıyordu.Onun gerçekten de benden önce taksiyi çevirdiğini hatırladım sonra. Kendimi aptal gibi hissederken, içimdeki kaplan yeniden korkak bir fareye dönüşmüştü. “hayır, buna hiç gerek yok.” “tanrı aşkına!” Adam ağır bavulumu tüy kadar haffmişçesine arka koltuğa atıverdi.”Mızmızlığı bırak da bin artık.” “Lütfen karar verin,” diye söylendi taksi şöförü. “taksiyi paylaşabiliriz,” dedim arka koltuğa geçerken.

Kurtarıcım tam kapıyı kapayacakken durdu.”fazla uzağa gitmiyorum , ve… Islanmanıza gönlüm razı olmaz.” TANRIM HİÇ DE TESTTEKİ GİBİ DEĞİLDİ.SORULARI BEN SORMAYACAKTIM. Ama hayat kişilik testlerindeki gibi sürmezdi. Gerçek hayatta uzun boylu, esmer ve yakışıklı yabancılara aynı taksiyi paylaşma önerisi yapmazdım. Cuma akşamlarını Donald’a garajda yardım edip, içten yanmalı motorların karmaşık özelliklerini dinleyerek geçirir, kendimi bir mekanik cerrahının ameliyat hemşiresi gibi hissederdim.Bildiğim ve kendimi emniyette hissettiğim bir hayattı bu. kalbim şimdiki gibi çılgınca çarpmazdı. “Nereye gidiyorsun ?” diye sordu adam. adresi verdiğimde kaşları hayretle hava kalktı. “Yoksa yolunuzun üzerinde mi ?” yabancı kısa bir tereddüdün ardından kafasını evet anlamında salladı ve şöföre adresi verip taksiye bindi.Ayakları oldukça büyüktü. Onlara bakarken….başka uzantılarının da bu kadar büyük olup olmadığını merak ettim.

Adamın “Londra’ya ilk defa mı geliyorsun ?” diye sorduğunu duyunca kafamı kaldırdım. ağzında alaylı bir gülümseme vardı. Yüzüme ateş bastı birden. Ne düşündüğümü anlamışmıydı yoksa ? “Şehre ayak basalı bir saat bile olmadı.” Numara yapmanın anlamı yoktu. Çoktan silinmiş rujum, yağmurdan ıslanıp kafama yapışmış saçlarımla kendinden emin bir şehirli kıza benzer halim yoktu.”Bavulumdan anladın herhalde .” Görünüşüme biraz daha özen gösterseydim keşke. Dergiye göre, kaplan ruhlu bir kadın evden daima hayallerinin erkeğiyle karşılaşmaya hazır olarak çıkardı.Bir kadının hayatının erkeğine rastlama şansı kaçtı peki ? Hem ben o erkeği Maybridge de bırakmıştım, öyle değil mi ? ” Bir de elimdeki kent rehberinden tabi.” Kitabı yalancı derginin yanına, çantama tıkıştırdım. “bavulundan değil, günün bu saatinde taksi çevirmekteki inadın seni ele verdi. Bunu aynı gün içinde iki kez yapamazsın.” “Öyle mi ?” “Bu şehirde taksi bulmak çok zordur ?” “Ciddi misin ?” Kafam karışmıştı doğrusu. saçımdan süzülen sular sırtımı donduruyordu.

Akşamın karanlığında ve sağanak yapmurda, adamın ne kadar uzun boylu olduğuna dikkat edecek zamanım olmamaıştı.Bu yabancı Donald’dan bile daha uzundu! Sesine de dikkat etmemiştim. kalın ve haşin bir sesi vardı. İnsan bu adama bulaşmaya cesaret edemezdi.Fakat sabırsız halinde bir yumuşaklık da yok değildi.Esmerliği insanı tuhaf bir şekilde ürkütüyordu. Ataları arasında bir İtalyan yada Yunanlı vardı mutlaka. Çok da yakışıklıydı, ama yakışıklılığı bir playboyun yumuşaklığından uzaktı.Elmacık kemikleri çıkıktı, burnu erkeksi hatlara sahipti ve sağ kaşının kötüstünde hafif bir yara izi vardı. Hayatın en kötü yanlarını görmüş birine benziyordu.Koyu yeşil gözlerinde kaybolacak gibi hissettim kendimi. “Buraya uzaktan mı geldin ?” Kendimi toparlayarak gerçeğe döndüm.”Şey…hayır , pek sayılmaz. Maybridge den geldim. Orası…” Kasabanın yerini tarif etmekte zorlanıyordum.

“Maybridge’in nerede olduğunu biliyorum.” dedi adam. “Upperhaughton da oturan bir arkadaşlarım var.” “tamam işte!” upper Haughton bir zamanlar tarımla uğraşan, ancak şimdi zenginlerin gözde mekanı olan, kartpostal güzelliğinde bir kasabaydı.”Oraya çok yakın.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir