Lord Byron – Don Juan

Çanakkale Boğazı’nı yüzerek geçen kaç ozan bi)irsiniz? Biz onların yalancısıyız, doğuştan sakat ayağına karşın yaman yüzücü olan yiğidimiz Byron, daha sakalları şeftali tüyü denliyken, 1 810 yılının Mayıs ayının üçünde, gezi yoldaşı teğmen Ekenhead’le birlikte Çanakkale Boğazı’nı yüzerek geçer. Merak bu ya, Homeros’un (boğazı yüzerek geçen yiğitler konusunda) doğruyu söyleyip söylemediğini sınamak için yaparlar bu işi de. Atalarından kalma Lord unvanını giyeli ve parlamentodaki Özgürlükçü Parti sıralarında kafa sallamaya başlayalı bir yıl olmadan yollara düşüşüne, at biniciliğine, barut sıkıcılığına, yerinde durmazlığına, başıbozukluğuna, göçebeliğine ve XI. Kanto’nun ellibeşinci sekizliğinde dediklerine bakarsak, Napolyon’udur ya, azıcık da Timurlenk’idir o şiirin. Ey güzel okur! Bir kez bumunu uzattığın bu sayfaların içinden bir daha çıkamayacağına ant içeri m! Don J uan, Byron ‘ın kendisinden başka biri değildir. Bir kurgu-öykü değil “hayatım roman” türünden yaşanmış gerçeklerdir. Don ]uan, kimi ağzınızın suyunu akıtacak, kimi beyninizi kafatasından uğratacak, kimi de yüreğinizi hoplatacak, ancak okumasını bilene sürgidesice bir kahkaha tufanı yaşatacak pek de beyin açıcı, yürek yakıcı, kafa yapıcı, şen şakrak, koyu duygulu, coşkulu, kanlı bıçaklı, göbekli, çifretelli ve de pek verici bir destan olup, Byron’ımızın sonunu getiremediği son ve başyapıtıdır. Yiğit oğlanımız Don juan, Byron’ın oldum olası tİksindiği 8 ıslak ve boz iklimli İngiltere yerine kavuniçi güneşli ve kanlı canlı İspanya’da dünyaya gelir: (1:8): “Sevilla’da doğmuşru, porrakalı 1 Ve kadınıyla ünlü o hoş kentte” Türlü aşk ve meşk işleri çevirir: (1:170): “julia’nın rludağına çevirdi ]uan rludağını 1 Saçlarının lülelerini okşadı onun sonra 1 Nerdeyse unuecular tehlikeyi ve umursuzluğu 1 O an olsun söz geçiremediler sevdalarına” Bu gönüllü sevda, anasının elinden zorunlu bir sürgün tacı kondurur Juan’ın başına: (1: 1 91 ): “Gezip ranımasına karar verdi oğlunun 1 Avrupa’daki iklimierin hepsini, denizde karada 1 Eski ahlakını düzelemesi ve yenisini kazanması için”. julia’nın juan’a yazdığı ayrılık rnekrubu ise (1: 192-7) ölümsüz delikanlı ozan Shelley’e göre yeryüzündeki en güzel sevda şiiridir. Biz de deriz ki: Kadın ruhunun abecesini ve çarpım cetvelini ezbere bilen pek az erkekren biridir Byron. Geçelim: ]uan, Akdenize açılan bir yelkenliye dehdeh edilir. Bir sonraki görüntü yürek hoplarır: (II:27): “Geceleyin saat birde rüzgar aııi bir dönüşle 1 Her yanı denizden bir uçuruma fırlarrı gemiyi” Kulağınıza fısıldayalım ki bir tek Marquez değildir baran gemilerin öyküsünü yazan. 1 9. yüzyılda da fırtına anakonusu, azanlara ve ressarnlara pek çok ekmek yedirmişrir. Byron ‘ımız da bu evrensel yıkımdan bal lı börek yemeyi savsaklamaz.


]uan, ramusal bir fırtına içinde ceviz kabukluğu yaparken, bir yolu bulunur, yiğidimiz Ege’deki bir adaya güzeller arasına çıkarrılır: (Il: 1 23 ): “İşte bu ikisi canlandırdı juan’ı 1 Üst baş ve yiyecek verdiler, baktılar ona 1 Ve kadınlara özgü, o içinde onbinlerce ince buluşu 1 Barındıran o yumuşak sevecenlikle … ” ve Adem ile Havva’nın cennetteki yaşanrısına benzer biçimde elmayı ısırır ve güzel Haidee ile aşk şarabını içer. Nedir ki Adem’in kıskanılıp cennetren sürülüşü gibi, elmadan sonra ayvayı yeme sırası şimdi ademoğlu Juan’cığımızdadır. Haidee’nin korsan babasının (ki Tepedelenli Ali Paşa’nın berimlenmesidir) adamlarınca kargarulumba bir kalyanun ambarına atılır. Doğru köle pazarına, İsranbul’a (V:3): “Avrupa ve Asya yakasında serpili camileriyle 1 Şurda burda birkaç yermişiki kürekli 1 Yelkenlinin süslediği Boğaz’ıyla 1 Ayasafya’nın altın gibi kubbesi ve selvi ağaçları 1 Ve yüksek ve ak başlı Uludağ’ıyla 1 Oniki adasıyla, düşlediğimden de öre, tanımlanması 1 Olanaksız olan, çekici Lady Montagu’nün çekiciliğine ka- pıldığı 1 O olağanüstü görüntü ortaya serildi” Topkapı Sarayı ‘na köle olarak, “Juanna” adıyla harerne alınır. Haremde çevirdiği aşk dalapiarı yüzünden çuvalla Boğaz’a boca edilir. Kefeni yırttım derken Türk-Rus savaşının içinde uyanır: rastlantı sonucu ün salar ve onur takılan kazanır. Çariçe Katerina’nın gözdesi olur: “Şen şakrak hanımefendiler, danslar, hazır para 1 Buzu cennet, şakır şakır güneşli yapar kışı da.” (X:21). Katerina ve öteki Rus dilberieri Juan’ımızın iliğini emecek, onu yatağa düşüreceklerdir: Hastalığı bir tür “Sefer yorgunluğudur” (X:40). Katerina’nın eliyle, iyileşmesi ve hava değişimi için Juan elçi olarak binbir tantanayla Londra’ya yollanacaktır. Bundan önceki kantolarla kahkahadan kırılan zeki okur, XI. Kanto’dan sonrakilerle gözünden yaşlar gelene de gülrnekten yerlere yatacaktır. Çünkü ozanımız bundan böyle kendi alanında oynamaktadır ve kendi İngilteresiyle hesaplaşmaktadır. Don Juan’ın yazılışının ardında yuvalanmış zembereklerden biri de Byron’ın anayurdunun ipini pazara çıkartma inediğini göstermesi olmuştur. Bu destan sanki salt İngiliz krallık ailesini, dönemin zorba generali Wellington dükünü, iktidardaki Tutucu Parti’yi ve onun borazanlarını, kısacası yeniliklere ve cumhuriyetçi akımlara karşı duran herkesi tefe almak ve eteklerini tutuşturmak için yakılmıştır.

Ey okur, burda düşüneeni rahattan hazırola geçirmeni isterim! Ozanımız tüm yaşamı boyunca kendisinin “cant” dediği, günümüzde Kundera’nın (ondan habersiz) “kitsch” diye tanımladığı evrensel hacıvatistan yaratığına karşı durmuştur. Nedir ki o dönemin İngilteresi, “cant” ucubesinin uluslararası merkezidir. Tam denk düşer ya da düşmez, biz bu adı dilimizde “nağme” ile tartabiliriz. Dilin oynaklığı tam onikiden vurulmaya açmadığı için göbeğini, çevirmenin işi de bir sözcüğün yalnız karşılığını değil, rengini ve kokusunu da okuyucuya sunarak onun yanaklarında güller açtırmaktır. Bir sözcüğün şairinin sözlüğündeki hanında konaklamadan şiir yoluna düşülmeyeceğini bilmez miyiz? Biz burda Byron’a Türkçe don biçiyoruz: ozanımızın yedikleri, içtikleri ve sevdikleri kendinin olsun, bizimkisi biraz da okuyucunun geçmişte dönen o dolaplara, unututan yerlere ve zamanlara girmesine kaydıraklık yapmakrır. Şiir her zaman şiirdir, ancak 10 şairinin havasına girilmeyen şiir hünkarbeğendisiz tandırkebabına benzer. Bu yaklaşımımız karşısında cıvataları gevşeyen ya da sigortası atanlar varsa bu kendilerinin bileceği iştir. Ancak sözü dağıtmadan Byron’a bırakırsak, ilkin nağme sözünü doğru kullandığımız, sonra da o andaki kavlar gibi kabarık öfkesini anladığımız için sırtımızı sıvazlayacaktır: Genç ustamız, iki Venedik Karnavalı arasındaki uçkuru açık günlerinde Don Juan’ın ilk iki kantasunu yazmış ve Londra’ya uçurmuştur. Yayıncısı Murray ve dostlarının da Don ]uan yerine “ağırbaşlı”, “yüce” ve “kutsal” bir şiir bağışlaması için kafasını ütülemeleri, ne mutlu bizlere ki şairimizi uyutamamı ş, tersine,-19 Ocak 1 819’da Venedik’teki sarayından yayıncısına şu dudak uçuklatan sözleri patiatması için çimdiktemiştir ancak onun yanardağ yüreğini: “Hıristiyanlığın nağmeleri yolumdan edemez beni!” Tarihçiler unutmuştur ya, biz unutmayalım ki Londra’da Viktorya Dönemi, kraliçesinden önce başiara taç olmuş, yobazlık toplumun her katma çöreklenmiştir. Don Juan’ın ilk baskısında da yazarının ve yayıncısının adı sanı kamuoyuna hiç çaktırılmayacaktır. Çünkü yayıncısı adımını karıncaezmez biçimde atanlardandır. Lordumuz hızını alamamış, ilk beş kantoyu bitirdikten birkaç ay sonra, 7 şubat 1 821 ‘de Ravenna’dan yazdığı bir mektuba şu sözleri boca etmiştir: ” …. nağme, siyasal nağme, şiirsel nağme, dinsel nağme, ahlaksal nağme; her zaman her yerde, binbir türlü ve kat kat artan nağme. Günümüzün bu akımı sürdükçe, varoluşlarını ancak kendilerini zamana uydurarak sağlayanlara göz açtırmayacak” Ey okur, Byron’ın “cant” sözcüğünü artık “nağme” değil de ne diye çevirelim? Bilmeden “ikiyüzlülük”, “yapmacık”, “şarkı” ya da “ezgi” deseydik, seni atiatmaktan başka şairimizi de üzünçlere gömmüş olmaz mıydık? Şimdi sıkı durun, çünkü nağmenin çağrıştırdığı tiksinti bir, başıboş kurşun gibi bir özgürlük ateşi iki, yiğidimizin iman tahtasını oluşturmaktadır. Bunu biz değil, kendisi, 1 822 ilkyazında Cenova’da dokuz hafta kalan ve kendisiyle yirmibir kez buluşan sevgili Lady Blessington’ın kulağına taktığı inci küpelerle ilk kez açıklamıştır ki, o sıralar eski göz ağrısı Kontes Guiccioli’nin sürgün edilişiyle Don juan’ın uğradığı güneş tutulması sona ermiş, şairimiz harıl harıl VI.

Kanto’ya başlamıştır çoktan: İnci kü- pelerin teki şudur: “Hiç değişmeyen iki duygum var ki birisi özgürlük tutkusu, birisi de nağme iğrentisidir”. İnci küpderin öteki tekinde de Byron binbir yüz bir insan, açıkçası karnı kara sırtı sarı olduğunu da saklamamıştır. Yiğit azanların içleri, ne kendi içlerine ne de içinde yaşadıkları zamanlarına sığmaz a be okur! Bir baltaya sap olmayan işler yapmak da onların doğasındandır ki, kurulu düzen şakşakçılarını her zaman her yerde eşekten düşmüş karpuza çevirtir onların bu tutumları. İngiltere, döneminin ilerici ozanlarına yaramadığı gibi Juan’a da yaramaz ve yiğidimiz gittikçe sararıp salar. Don ]uan destanının kantatarı sanki sırayla bir cennet, bir cehennem biçimindedir ki, bu hesaba göre Juan’ımızı XVII. Kanto’yu bitİrıneden boşluk cehenneminde bırakan Byron’ımız ozanlık tuğunu da ol cehennemde titretmiştir. Bu da yazın tarihinde canı tarnuya giden tüm Don J uan ‘ların yazgısıyla eş tir: Don ]uan söylencesinin kökeni “Atheista Fulminato” adlı İspanyol ruhani oyunlarıdır. Bu çapkın kişiliği kiliselerden ve manastırlardan araklayıp tiyatro sahnesine ilk çıkaran da Tirso de Malina takma adıyla yazan Gabricl Tellez’den başkası değildir. 1 61 6’larda yazılan oyunun adı da Sevilla Soytarısı ve Taştan Konuk’tur. Oyunun sonu olsun, izleyen yıllarda yazın evrenine etkisi olsun, gerçeküstüdür. Sevilla Soytarısı (Don ]uan) bir taş yontunun koluna girer ve şeytana doğru yuvarlanır. Yuvarlanış o yuvarlanış, ağırlığını kartopu gibi kat kat artırarak zamanımızın içine ve şu sayfalara dek gelmiştir. Tellez’in bu soytansını İspanya’dan İtalya’ya taşıyan Cicognini, ardan da Paris’e taşıyan Maliere’dir ki, hazret göklere uçmadan az önce çalakalem bir Don ]uan döktürmüştür ve yıllardan 1 665’tir. Onbir yıl geçmemiştir ki Londra sahneleri Shadwell’in Çapkın oyunuyla yıkılıyordur. Mozart da cennete girmeden önce 1 787’de Viyana’da çapkınımızı şeytanın kucağına atacaktır.

Gluck de 1 750’de bir pantomim-bale müziği kıvırtacaktır ki, belki de Byron’ın sözünü ettiği pantomim bunun Londra’daki uzantısıdır. Doğrusu Byron’a hangi pantomimden söz ettiğini kimsenin sormamış olması, 1 960’1ı yıllarda bir araştırmacının o zamana dek beşyüzü aşkın Don ]uan yapıtı yaratıldığını saptaması denli gariptir. Nedir ki Byron, şiirinin yalnızca adını bu söylenceden al- 12 mış, biçem olarak İtalyan taşlamacı azanlardan arakladığı onavarima ölçüsünün içine kendi bildiğini içerik olarak okumuştur. Destanını eski ustaların izinde çığırmakta ve bir tür yeni-kökieşik ve yeni-gerçekçi ozan havaları basmaktadır çağının yozlaşmış şiir ortamına. Bir descana çivilemesine dalmayı ilke edinen Horatius’un ve onun atası Homeros’un kulaklarını çınlatmaktadır. Bu işe göre ilk dize okuyucuyu olayların kucağına cumburlop atacaktır ki, ozanımızın keyfi yerine gelsin. Homeros Odysseia’sında, Vergilius da Aeneis’inde aynı üçkağıdı açarlar. Başkişi ilk dizeye yıldırım gibi düştükten sonra, öykünün nerden gelip nereye gideceği bir an karanlıkta kalır. Başkişilerinin ağzından olayların perde arkasına dirhem dirhem tlaş çaktırarak, okuyucu tam fıuk olmadan, ona bir yandan öykünün ayrımılarını bir yandan da büyük bir acıma gösterirler. Ne var ki Byron okuyucusuna bu cefayı reva görmez ve ilk dizelerde amğı taklaları okuyucuya çaktırmak için dobra dobra konuşur. Ozanımızın yaşadığı sürece Don Juan’ı yazmayı sürdürmeye kararlı olduğu da mektuplarından ve güncelerinden anlaşılır. Pcssoa gibi ölüm gününü tastamam kestirmediyse de, juan’ın kişiliğinde onunla birlikte yaşamının belirsizliğe ve ölüme kayışını duyar olmuştur Byron. Şimdi burda uyanıklık isterim: Yedi ülke ve denizi gezen, hep dört ayak üstüne düşen, kadınların çabucak avcuna düştükleri, açiıkiara yoksulluklara düşse de sonunda hep düşeş düşüren yiğidimiz juan, XVI. Kamo’da ilk kez gülünç duruma düşüyordur. İşte Byron da kimseye çaktırmadan derinden derine yapıtını sona doğru çekiyordur.

Descanın en son sekizliğinden bir öncekinde şu soru vidasını yazın tarihçilerinin beynine burgulayacaktır: “Bir sorun olarak bırakıyorum bunu, her şey gibi.” Dahası, en son dizesi şudur: “Ya da uyku uyumuş olmaktan çok düş görmüş gibiydi.” Ey okur, söyle! Ölümden başka neyin tanımıdır bu? Ne ki ölüm de tıpkı yaşam gibi bir şakadan başka bir şey değildir. Byron için ve ol yazın tarihçileri onun bilerek ölüme yürüdüğünü az buçuk olsun çakmamışlardır. llerde göreceğiz. Çocukluğu ve gençliğinde türlü dillerden türlü (kutsal) kitapları yutar, say ki öteki Yunan, Roma ve Avrupa ünlülerini an- 13 madık, Martialis’ten tut Horatius’a dek, Homeros’tan tut Vcrgilius’a dek sarıldığı her memeyi kururana dek emer, yalnızca Shakespeare’i kırkbir kez hatmeder. Pope, Dryden ve Milton ile senli benli olur. Casti, Pulci ve Berni ile de içli dışlı olur. Saymadık diye aldanmayın, ozanımızın okumamış olduğu ozan yok gibidir. Nedir, hep kitaplarda gezinmez. Yaşambilimi de savsaklamaz: Atalarından kalma Lordluk konağında (ki eski bir manastırdır) yalnız ata binmeyi, yüzmeyi ve silah atmayı değil, aynı zamanda üvey kız kardeşini ve kimi hizmetçileri de A’dan Z’ye okuduğu sıralarda ilk şiirlerini döktürdüğü yetmezmiş gibi piyasaya da çikartır. Odasında yılan ve ayı gibi hayvanlar emzirdiği kalburüstü okulları altüst ettiğine de bakmayın, kuş taşa değer de, Cambridge’in ön kapısından alnı ak, elinde diplamayla çıkar. Ozana süt veren memeler gümbür gümbür olmakla kalmayıp, şiiri de deprem kaldırsa ve dünyayı yeniden yararsa gerektir. Ademoğlunun şu garip ve görkemli yaşantısı üzre aşkıyla v� de meşkiyle, cengiyle ya da barışıyla, toplum içindeki yeriyle ve yordamıyla türkü yakmak ve bunu da ak kağıt üstüne ezgilemek olsa gerektir. İşte yiğidimiz yalnız silahşorluk kisvesiyle gezmekle kalmayıp olur olmaz zamanlarda aykırı işler yapar.

Günler olur kendini bir Ermeni manastırına kapatır, geceler olur Atina meydanlarında uçkuru açık yaşar. Osmanlı’nın Yunanistan’ın valisi Ali Paşa’nın sarayında aylarca keyif sürer. Bu deneyimleridir ki onu birdenbire Londra ve öteki Avrupa başkentlerinin üzerinde en çok konuşulan ozanı yapacak olan doğudan esinrili renkler ve kokular getiren Chi/de Harold desranına kilit açacaktır. Tüm küffar ülkesi bir ağız olmuş Byron diyor başka bir şey demiyordur. Byron ozanlığıyla başiara taçtır ki 19. yüzyılın en gümbürtülü ozanı olarak Fransa’dan tut Hollanda’ya dek öykünmecileri çıkacak, kimseye öykünmeyecek denli büyük azanların da gönlünü çelecektir ki, başka ünlüleri anmazsak Goethe, Don Juan’ı çevirmekle kalmayıp Byron’ı şiir şampiyonu olarak duyuracaktır ortalığa. Evet ya, Shakespeare’den sonra yeryüzü ülkelerinde en çok şakşak almış İngiliz ozanı ve “Byroncılık” denen bir söylencenin doğmasına yol açan bir olaydır delikanlı Lordumuz. Bunu da cebindeki para şıkırtısına değil, söylediği sözün toz kaldıran ve lav akıtan türden olmasına 14 borçludur. Şiirleri, genellikle mürekkebi kurumadan İskandinavya’dan Akdeniz ülkelerine ve Slav ülkelerinden Balkanlar’a ve Rusya’ya dek çevrilmiş, Chateaubriand, Delacroix, Puşkin, Lermontov gibi birçok sanat erini sanatına asker etmiştir. Şimdi de adıyla, romanlar, denemeler, gezi yazıları ve filmleri uğraştırır. Nedir, sayın okurlar, erken çiçek açan ve gittikçe su çekip boy atan ve şişkinleşen kabağın, eğer ayrı bir özen gösterilmezse, el üstünde taşınırken düşeceği bellidir. Byron’ımız kötü aldanmış, bilgelik gösteren ancak dünyadan ve köprüler altında akan ırmaklardan çakmayan, hayat değil de kitap adamı bir hatuna yüzük dayamıştır. Sonu yıkımdır. Nedenini söylemeyeJim, karısı bir yaş yaşamış bebesini aldığı gibi baba evine kaçar. Ey kırılgan ve de anlaşılmaz ozan! Sana da arabam hazırlatıp yollara düşmekten başka bir yol kalmış mıdır? Dopdolu yelken Avrupa’ya denizlenen yiğidimizin Anakara’ya ayak basınca ilk işi Brüksel yakınlarında kesin yenilginin tadını alan Napolyon’cuğunun Waterloo’sunu gezmek olur.

Sonra ver elini İsviçre! Ordaki yaşantısı söylence yaratacaktır. Ötekileri saymayıverelim, ordaki günlerinin en verimli konukları kan-koca Shelley’lerdir. Dünya yazını Frankenstein’i Mary Shelley’e borçludur ve bu bir korku öyküsü değil toplumculuğun önbildirisidir. Göreceğiz, bu ne kardeş sevgisidir ki, Shelley’ler, Byron’ı gideceği İtalya’da da yalnız bırakmayacaklardır. Don Juan’ın Byron’ın elyazısından temize çekilmesi işini yürüten de yine gizli ozan Bayan Shelley’dir ve metin üzerinde yükte hafif pahada ağır çok katakulli çevirmiştir. Don Juan’ın dokuz türlü elyazması, günümüzde de yayıncılara kök söktürür. Byron’ımız ağaçları ve kırları elektrikli süpürgeyle süpürülmüşe benzeyen tertemiz İsviçre’de dişe gelir bir şey yazmaz. Çünkü ey okur, sarımsak ve baharat kokusu ve de sokaklara asılan binbir renk çamaşırlar görüntüsüdür şiir filminin yönetmeni ki, ne zaman Venedik sokaklarında dolaşmaya başlayacaktır yiğidimiz, işte o dakika, derin bellek kuyularından çekmeye başlayacaktır Don ]uan filmini. Çünkü Don ]uan bir destan değil, ozanımızın kimi dörtnala giden bir at üstünden, kimi de sanki elde tespih gezinirken öteki elle saptadığı bir filmdir ve Venedik’te, Pisa’da, Ravenna’da ve Ceneviz’dc çevrilmiştir. Burda Rilke’nin kulağını çınlatmamak olmaz: Çünkü o da bizim dediğimizi kendi döneminde demiştir. Biz şunu deriz: Şiir, anıların kana karıştıktan ve damarlarda yıllandıktan sonra söze dökülmüş durumudur. Don Juan’ın I. Kanto’sunun sekizinci sekizliğinde neden ve nasıl Sevilla’dan söz edildiğini de her kalem eri bilememiştir: Byron 1 809 yazında, Don Juan’ı yazmaya başlamazdan dokuz yıl önce, lstanbul’a dek uzanacak deniz yolculuğunun ilk durağı olan Lizbon’a iner. Ordan Sevilla’ya dek, mektuplarında İngiltere’dekinden iyi ve parasız olduğunu yazdığı, dörtyüz millik yolu dörtnala dört günde alır. Sevilla’da en çok hoşuna giden portakal ve kadınlardır.

Ayrılık günü, evinde konuk kaldığı bir dilber delikanlımızdan bir makas saç alır ve bir makas saç verir ki, bu upuzun, gür ve kapkara saç tutarnı bugün bile Byron belgeliğinde görülebilir. Biz kitapların yalancısıyız ki adres: John Murray Yayınevi, Albemarle Caddesi, numara elli, Londra’dır. Ey okur, çarşıda dolanır gibi sözü dolaştırdığımızı sanıyarsan aldanıyorsundur. Byron, kanma karışan bu anıların sonucu olarak o dizeleri yazacaktır. Böylece pimpirik bir kitap kurtçuğu olan Collins’in, Casti’nin “La Diavolessa”sını tozlu raflardan alıp Byron’ı ardan araklamalar yapmış durumuna sokmasının önüne kanıt koymuş oluruz ki, Byron’ın ensesine inmekte olan şaplak havada kalsın. Ozanların enseleri boş kalmaya açıktır çünkü. Ve ayaklarını kapatmak için yorgan düzmeye çalışan eleştirmenlere karşı azanlara kanat gerenler de yine ozanlardır. Don juan’ın son ve bitmeyen XVII. Kanto’sunu Ceneviz’de 1 823 yılının 8 Mayısı’nda yazdığı gün Byron ozanlığı bırakır, zirzopluğa soyunur. Bunu diyen biz değiliz, aynı kantonun onbirinci sekizliğinde kendisidir: “Yumuşak, ancak ara sıra bir ‘Zirzap Herakles’imdir.” “Bir canda birkaç huyun birden barındığına” da parmak basarak ozanlıktan başka becerileri olduğunu dosta düşmana duyurur. Tüylü ozan kalemini gömdüğü topraktan bu kez de savaş baltasını çıkarır. Don juan’cığımızı da ceketinin ccbinde öksüz bırakır. Gencecik yaşına karşın, “kişinin ölümsüzliiğc giden basamakları, ve- 16 rcbileceği yapıtları tez elden verdikten sonra ölmekle tırmanabileceği” düsturunu cavcavlayan Umberro Eco’yu daha o zamandan duymuş gibidir. Can yoldaşı Shelley ve kızı Allegra art arda boğulalı beri ağzının tadı tuzu kalmamıştır ki ölümden beter bir yaşam beklemektedir onu.

Karaciğeri ve safrakesesi teklemiştir. Aklını da “Bedbaht eden melal” nedeniyle savaşçı dervişliğe düşer. Dörtnala koşan, deniz ve barut kokan delibozuk yüreğinin şaşmaz pusulası olan özgürlük sevdası, yaşamının kırılmış kristali içinde böylece zırtapoz bir hevese dönüşecek, denemediği az şey kalmış olan ozanımız, haziran ayında üniforma, silah ve tekne düzerek Yunanistan’a doğru yelken açacaktır. Orda dokuz ay, o dağ senin bu çadır benim diyerek çetecilik oynayacaktır. Hatice adlı bir Türk kız çocuğunu yanına büyütınelik alacaktır. (Çünkü Lordumuz, ötekiler bir yana, bir kızını Lady Byron’a, bir kızını da karatoprağa kaptırmıştır ve İngiltere’deki kızına da tüm mirasını -bir İngiliz ile evlenmemesi koşuluylabırakmıştır). Savaşın en civcivli günlerinde, Yunanlılardan tiksin tiksin olacaktır ya, bir iki yıldır pençesinde olduğu hastalıklara tuş olup, üç yüzyıldır Türklerin yönetimindeki Yunanistan’ın Misalangi kentinde yeryüzünün meyvelerine hoşçakal diyecektir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir