Sihirbaz sahneye çıkıp, ortalığı kasıp kavurmuş, kimselerin akıl sır erdiremediği, eşi benzeri görülmemiş numarasını sunduktan sonra numarasının sırrını açıklıyorsa eğer, orada bir an durup düşünmek gerek. Aristo’dan miras bir çaba, Horatius’la, Boileauyla , Baudelaire’le, Wilde’la kesişen bir yol: Profesör Y ile Konuşmalar; nam-ı diğer, Céline’in ars poeticası . Yolculuk ’ un sırrı. Doktorun reçetesi. Sırrını açıyorsa Céline , ne yüce gönlünden koptuğundan, ne önderlik hevesinden, ne vazgeçtiğinden; Yolculuk’un bile dar kafalara kanıtlamaya yetmediği sahiciliğini, kıymetlisinden olma pahasına, görmek istemeyen gözlere soka soka göstermek istediğinden, ateşe körükle gitmeye can attığından, yakmadık yer bırakmasın diye çıkardığı yangın. Coşkusundan, dehasından, yüreğinden şüphesi olmayan lanetlinin zafere soyunduğu bir soruşturma. Kavgaya bahane arayanlara canı gönülden takdim edilmiş bir bahane daha. Céline’den sonra kaleminden Céline sızanlara, bambaşka dillerde bambaşka satırlarda Céline’e rastlayanlara bir kılavuz. “insanlara güvenmek demek, kendini öldürtmek demek.” Kadavrasını bile başkalarına emanet etmeyen adamın kıytırık numarası: Profesör Y ile Konuşmalar bir özotopsi . Bu ars poetica , bu sahicilik, bu eşine nadir rastlanır yazınsal cüret, Céline . Ayberk Erkay Hiç kıvırmaya lüzum yok, vaziyet meydanda, kitapçılar sinek avlıyor, durum vahim. Bir de çıkıp utanmadan 100.000 bastık falan diyorlar, sabaha kadar desinler, tek sıfırına inanmayın! 40.000 desinler gene yalan!… taş çatlasa 400!… dingillere masallar! yazık be!… yazık!… anca “pembe dizi” okusun millet… bıkmadılar!… hâlâ satıyor!… hadi “polisiye” de satsın üç beş… hadi “gerilim” falan, tek tük… Neticede hakikat, bir bok satmıyor… durum harbiden vahim!… Sinemaymış, televizyonmuş, küçük ev aletleriymiş, mobiletmiş, döşövoymuş (Türkçede “ döşövo ” olarak bilinen Citroën’in 2CV ( deux chevaux ) modeli. Céline , “ deux chevaux ” (iki beygir) üzerine meşhur kelime oyunlarından birini yapıyor: “ quatre chevaux ” (dört beygir), “ six chevaux ” (altı beygir).) , katrşövoymuş , sişövoymuş , hepsi bir oldu, canına okudular kitabın… eh nolacaktı başka, ne alırsan “taksitle”! “hafta sonları” taksitle!… yan gel yat iki ay… üç ay!… atla gemiye, ta Lololuluya !… buyursun hoş gelmiş dar bütçeler!… haydi katlansın borçlar!… aman bir kuruş kalmasın cepte!… vaziyet böyle, sen bekle millet kitaba para yatırsın!… bir karavan daha? ver bir tane daha!… bir kitap?… canım okuyan versin öbürüne!… kitap lan bu, kafadan yirmi… yirmi beş adam rahat okur… lan ah şu ekmek de kitaba çekecekti ki, hele jambon, kes bir dilim, çek millete ziyafet! bir dilim, yirmi… yirmi beş mide! piyangoya gel!… işin tuhafı, misal ekmeğin durduk yere çoğalması mucizesi insanlara hayalmiş gibi gelirken, ne hikmetse, kitabın durduk yere çoğalması mucizesi ve buna ilaveten yazarın beleşe emek sarf etmekle mükellef olması sanki dünyanın kanunuymuş gibi geliyor yine insan evladına. Lakin işte bu mucize, yeri geldi mi tezgâhlarda “kimin elinde kalırsa”, yeri geldi mi kütüphaneler sağ olsun, efendice, usul usul , amma velakin her daim muntazaman gerçekleşiyor… oymuş buymuş ayrı mevzuu, yazara düşen nedir peki burada, yazara düşen, avucunu yalamaktır. Kilit nokta budur! Ayriyeten, anlaşılan herkes, yazar denen bu insanların muazzam servetlere sahip olduğu, olmadı yüksek makamlarda bir muhteremi düzenli gelir bellediği, o da olmadı, yemek yemeden hayatta kalmanın formülünü keşfettiği (ki atom füzyonu halt etmiş) konusunda tamamen hemfikir. Hali vakti yerinde bir adama sorun bakın (bol imtiyazlı, hayli hisseli) size bütün samimiyetiyle, üçkâğıda falan hiç yeltenmeden, inkârı zaten yersiz bir hakikati muhakkak dile getirecektir: Yalnızca sefalet, insandaki dehayı özgür kılabilir,… sanatçıya acı çekmek yaraşır!… bir tutamı asla kafi gelmezi… avuç avuç anca keser sanatçıyı!… çünkü sanatçı, ancak acıların bağrında doğurabilir de ondan!… ancak Acıya, Efendisine boyun eğdiği müddetçe!… (Kaide Beyefendi) ( Musset’nin kaide üzerindeki bir heykeli Théâtre – Français Meydanında bulunmaktadır…) . üstelik herkesin malumu, hapse düşmenin falan da sanatçıya bir zararı katiyen dokunmaz… ne zararı, bilakis!… harbi sanatçı dediğin, sen kaç, zindan kovalasın, öyle geçirir ömrünü… ha hemen yakalanır, yakalanmaz, orası ayrı dava… ha ama bir de şu giyotin var asıl, tamam kabul, başta bir ürkütüyor adamı, ama sanatçıya öyle bir yakışır ki… giyotin, tabiri caizse, sanatçıyım diyeni, açmış kollarını bekleyen sondur! giyotinden fellik fellik kaçan sanatçının (darağacı da olur bu arada) hele kırkını geçmişse, şarlatan damgası yemesi kuvvetle muhtemeldir… bir kere sanatçı dediğin, sürüden ayrılmayı seçmiştir, milletin gözüne gözüne batmıştır, eh ötekilere ibret olsun diye cezalandırılmasından daha normal, daha doğal bir şey olamaz… boş pencere bulana aşk olsun işte o vakit, pencereler kiralık, millet acımaz basar parayı, eh izleyecekler tabii nasıl yanıyor bizimki ateşlerde, nasıl buruşturuyor o suratını, ha tabii doğruya doğru, bu sefer harbiden buruşacak o suratı! neresi diyelim, mesela Concorde Meydanı… o ağaçları falan var ya, kökünden sökerler, o koca Tuileries bahçesini sahneye çevirirler! herifin boynunu keserlerken, siktiriboktan bir çakıyla, yavaş yavaş , kanırta kanırta keserlerken o meymenetsiz suratını seyredecekler ya, bütün dertleri o… palyaçonun sonu, beklenen son, suratına falan tükürmek kesmez bunları, zevki mi çıkar öyle! bağlasınlar sehpaya, iyice bir kanırtsınlar! o da kesmezse çarka gersinler! böğürtsünler orada dört saat… beş saat… sen misin yazar, al sana mükafat! sıçtığımın palyaçosu!… yalan mı, değil!… ha peki yok mu kurtuluşu, var tabii, eh artık eli mahkûm ya sağlam bir dolap çevirecek, ya yalakalıktan, tartüfçülükten medet umacak, ya da olmadı kapağı Akademilerden birine atacak… küçüğü olur, büyüğü olur, hangisine denk gelirse… olmadı bir cemaat… olmadı bir parti… kofti sığınaktan bol ne var!… açın be şu gözünüzü! kaç defa başına yıkıldı o sözde “sığınaklar”, medet umanların!… kaç kere uçtu gitti “vaatler”… yazık be yazık!… bende “kart” bol, her türlü biter bu el diyenler bile gümledi gitti!… oturmuşlar Şeytan’ın kucağına, haberleri yok! Şimdi neticede, şöyle bir bakın etrafınıza, bir yanda meteliğe kurşun atan yazarların sürüsüne bereket, öte yanda, köprüaltına düşmüş bir tanecik yayıncıya rastlarsanız hayret… özetle durum, evlere şenlik ki ne şenlik!… evvelsi gün bunlardan dert yanıyordum işte Gaston’a , Gaston Gallimard a (yayın evi) … eh Gaston bu, adam işin kurdu, o bilmeyecek de kim bilecek!… reçetemi yazdı koydu önüme! neymiş, ağzıma sıçan şu sessizliğimi ne yapıp edip parçalayacakmışım! yırtıp atacakmışım! cart diye! yitikliğimden sıyrılıp, dehamı, dünya âlemin gözüne sokacakmışım… “Oldu!” Dedim kendisine. “Siz de bir oynamadınız gitti şu oyunu!…” dedi, koydu noktayı… hatan şudur, budur falan demedi… de ben aldım ayarı tabii!… olsun kabul, Gaston bu, yazar çizer tayfasının patronu adam… ha tüccarın önde gideni de bu Gaston , orası ayrı mesele… neyse, kalbini kıracak halim yok adamın… saksıyı çalıştırmaya başladım, daha dakkasında , hiç vakit kaybetmeden, mademki durum budur, biz de şu “oyunu oynayalım” bakalım, ama nasıl?… eh bizdeki kafa da bilim kafası canım, bir ölçtüm biçtim mi anlamayacağım mı nasıl “oynanırmış bu oyun”!… şıppadanak çaktım mevzuyu ! neymiş, “oyunu oynamak” mı istiyorsun, o halde evvela radyoya çıkacaksın… işini mişini bırakıp, çıkacaksın radyoya!… çıkacaksın oraya, ağzına geleni söyleyeceksin! açacaksın ağzını yumacaksın gözünü, her şey uyar!… mesele, yeter ki ismini yüz kere, bin kere söyle adam gibi, duyulsun!… sonra ha “dev köpüklü sabun” olmuşsun, ha “ Gatouillat bıçaksız tıraş”, ha “dahi yazar Illisy ”!… aynı terane! aynı bokun soyu! kapattın mı mikrofonu, durmak yok, koş at kendini kameranın önüne! bokuna püsürüne kadar çektir kendini! çocukluğunu çektir, ergenliğini çektir, olgunluğunu çektir, neymişsin ne olmuşsun, çektir babam çektir… bitti mi film faslı, doğru telefona! gazeteciler iş başına!… anlat şimdi bunlara ne niyetle çektirdin filme çocukluğunu, ergenliğini, olgunluğunu… çarşaf çarşaf bassınlar, ha ama güzel bassınlar, fotoğraf da çeksinler boy boy !… endam eylesin fotoğrafların gazetelerde!… çeksinler daha!… yetmez üç beş, çeksinler, daha da çeksinler!… oldu canım, tabii, ben değil mi, ben yapacağım değil mi bunları? daha dakkasında gözümün önüne geldi lan halim, ağzım dilime dolanmış, facia!… yok onu şöyle yaptım!… yok bunu böyle yaptım!… neyse isabet, gazeteci yazar arkadaşlar sağ olsun, ben çok havalanmadan aldılar gazımı. “Senin neye benzediğinden haberin var mı Ferdinand ? kafayı mı yedin sen? bir de televizyona çıksaydın bari? şu surata bir bak! şu sese bir bak! sesini duymadın mı hiç sen?… hiç bir dönüp bakmadın mı aynaya? şu şekline şemailine hiç bakmadın mı sen?” Aynaya bakmışlığım enderdir, doğruya doğru şimdi, hem baktığımda gördüğüm de, şu son birkaç seferinde son yıllarda, günden güne çirkinleşen bir adam… babam da aynı böyle söylerdi zaten… adam ucube görüyordu beni… sakal bırakmamı tavsiye ettiydi… “Ama sakal dediğin oğlum, bak baştan söyleyeyim, titizlik ister! senin gibi domuz nasıl bakacaksa artık! kesin kokarsın sen!.. Bu neticeye varmıştı… sesime gelince, onun da bilirim neye benzediğini… “yangın var!” diye böğürmek isteyen varsa buyursun, biçilmiş kaftan!… lâkin benim şakımak falan gibi bir beklentim hiç olmadı kendisinden… velhasıl sonuç: ne ses var, ne görüntü!… ama Gastona sayıp dökmedim bu kadarını… Paulhana (Jean Paulhan : Gallimard yayınevi ile özdeşleşmiş olan edebiyat dergisi Nouvelle Revue Française’m (kısaca N.R.F.) -bir anlamda Gallimard yayınevinin- baş yazarı edebiyatçı.) sakladım… her boka maydanoz Paulhan a… “ Paulhan , diyordum ki sizinle şöyle bir interviyuvlaşsak ?… daha doğrusu, siz bir beni interviyuvlasanız ! fena olmaz ha bir interviyuv ?” Gastonun da hoşuna gider diyorum! “oyunu oynayacakmışım” ya hani, öyle diyor ya!… eh işte buyursun interviyuv , “oyunun kralı”! haksız mıyım? koyarsınız interviyuvumuzu sizin “Eski Eski Defterlere (Eski Eski Defterler ( Cahiers Antiques Antiques ): Celine, işgal sırasında saf değiştiren, birkaç yıllığına kapanan ve ardından “ Nouvelle ” Nouvelle Revue Française ( nouvelle : yeni) adıyla yayın hayatına dönen dergiye gönderme yapıyor.), şöyle bir sallarız ortalığı… zarar gelmez canım kimseye!” Paulhanın aklına yattı gibiydi… makul karşılamıştı… lâkin pek bir meşguldü kendisi… aylar boyunca meşguldü! sonra da doğruca tedaviye gitmesi gerekiyordu… Gastonun orada birini yakalamak, deveye hendek atlatmaktan zordur, oldum olası bu böyledir… bunlar ya tedaviye bir yerlere gidiyorlardır, ya gittikleri yerden dönüyorlardır… döndüler mi, aylardır yanıtsız kalmış bir torba mektup bunları bekliyordur… onu yazdıracaklar, bunu çizdireceklerdir… yazacaklarını yazıp zarfa koyduktan sonra üstüne pulu yapıştırdılar mı işlem tamamdır, başa dönüp, yine yataklara düşmelerinde bir mahsur kalmamıştır… haydi yine tedaviye bir yerlere… hakikaten hiç boş vakitleri yoktur bu Gaston un kurmaylarının… canım siz de bir boktan anlamazsınız ki… saçma sapan sorular sorarsınız anca… ne lüzumsuz, ne işe yaramaz adamsınız! yazar bozuntusu!… yayınevi asalağı!… siz anca hayal görün! hayallerde yaşayın anca!… gerçek uçmuş gitmiş, sizin dünyadan haberiniz yok! Paulhanın gerçeği başka, sizinki başka… o gemisine atlayıp, seyahatine çıkacak… dönecek, yine çıkacak!… dönecek, yine çıkacak!… lafın kısası, bana başka bir baronu lazımdı bu Gastonun … buralarda kalacak, tedaviye medaviye gitmeyecek bir interviyuvcu !… eh tamam, ben de buluverdim birini!… sonra bir diğerini daha buldum!., üçüncüsünü de buldum!… onuncusunu da!… hepsi de birbirinden yetenekli… hepsi de pek hevesli… amma velakin hepsinin ağzından aynı şart çıkmaz mı bunların: neymiş, itibarlarını sarsmayacakmışım!… adlarını anmayacakmışım! “meçhulü” oynarlarsa kabulmüş! Tedbirli davranmak isteyeni anlarım… canı gönülden anlarım!… tedbir iyidir… iyidir de bir yere kadar!… sayıları elliyi buldu sonunda bunların! seç seçebilirsen!… insanları kırabiliyor olsam sorun değil… ama yok, aldık başımıza belayı!… kimisi oturduğu yerden nutuk çekiyor!… kimisi sırf çene!… neyse, nihayetinde birinde karar kıldım, o da sanırsın kırk yıllık düşmanım! olsun, daha iyi… lan ama adam nasıl aksi, nasıl işkilli bir şey… benim eve gelmek istemedi, ona gitmemi de istemedi, herkesin içinde bir yer istiyordu… arada kaynayacağımız bir yer… “Hayhay!” dedim… “siz seçin, canınız nereyi isterse! — Arts et Métiers parkı!” Severim Arts et Métiers parkını… çuvalla hatıra biriktirmişimdir orada… sizlere interviyuvcumu takdim edeyim: Profesör Y. Parkta buluştuk bununla, oturduk bir banka, yan yana, Profesör Y sağımda… gözü bir rahat durmuyor bu Profesör Y’nin , fıldır fıldır kesiyor etrafı… bir tedirginlik var adamda… bir sola bakıyor! bir öbür tarafa!… bir dönüyor arkaya!… on birdeydi randevumuz, sabah on birde… ben on buçukta aldım yerimi!… eh şaşacak bir şey yok!… her işte bir bityeniği arayanların meşhur taktiğidir randevuya erkenden damlamak… etrafı şöyle bir kolaçan etmek lazım… aslında bir gece evvelinden gitmek gerek, güven olmaz namussuz insan evladına… olmaz da neyse! her ne boksa artık! olan olmuş!… gelmiş, oturmuşuz!… soru sorsun diye bekliyorum bunu… öyle konuşmuştuk… ama yok! adam dut yemiş bülbül!… çıt çıkarmadan oturuyor kıçının üstünde, bankta, dibimde!… eh ben bunun böyle çıkacağını bilsem, başka bir meymenetsiz çağırmaz mıydım!… sürüsüne bereketti ya bunların!… başkası az biraz açardı belki ağzını… ama ah şu Y, ölümüne dilsiz düşmanım benim, sıçtığımızın resmidir! “Canım siz de pek bir sinameki çıktınız Profesör Y Beyefendiciğim! Dedim kendisine. “Alt tarafı bir interviyuv yapacağız şurada! gelip kaçıracak halleri yok sizi! bir işkillenmeyin canım! yahu sizin ağzınızdan bir tanecik soru çıkmazsa, ben nasıl öteceğim car car , nasıl “oynayacağım oyunu”? Gastona ne diyeceğiz sonra!” Dememle sıçraması bir oldu yerinden! adı bile yetti Gaston un! sağı solu kesmeyi zınk diye bıraktı… “ Gaston !… Gaston !…” Diye sayıklamaya başladı… eh onun da illa ki, öteki yüzlercesi gibi, binlercesi gibi, uzmanı, doçenti gibi, gözlüklüsü, gözlüksüzü gibi, bizim Profesör Y’nin de, N.R.F ’de (N.R.F.: Jean Paulhan notunda değindiğimiz üzere Gallimard yayınevinin bir anlamda diğer adı. Döneminin edebiyat dünyasında önemli güce sahip bir dergidir, halen ciddi bir güce sahip olan Gallimard yayınevinin temelini oluşturur.) “okunmakta” olan bir dosyası vardı… bütün profesörlerin, alayının, terbiyeye yatırılıp, dinlenmeye bırakılmış müstakbel bir Goncourt ’ cuğu ( Goncourt Akademisi tarafından verilen edebiyat ödülü.) muhakkak mevcuttu N.R.F ’de… diyeceksiniz ki haklı olarak: eh belli oluyor zaten!… eh öyle, roman falan basmıyorlar ki artık, bunların ev ödevlerini basıyorlar!… sarkastik ödevler, arkeolojik ödevler, Proustik ödevler, başı kıçı meçhul ödevler, her telden! Nobellik ödevler… ırkçıkarşıtıkarşıtı ödevler! her keseye uygunu da var, cep yakanı da!… toplayıp Pleiade’da bile basıyorlar! anca ödev! basıyorlar ha bire!… bizim Profesör Y’nin de, N.R.F ’in dehlizlerinde yıllardır sırasını, Gastonun bir işaretini, bir göz atıvermesini bekleyen bir ev ödevi vardı haliyle… eh adamın adı boşuna çıkmamış “köpekbalığına, yayınevlerini yiyor adam, plankton niyetine indiriyor önüne geleni mideye! Gaston bu Gaston ! yedikçe büyüyor, yedikçe büyüyor!… parayı basıp aldığı arabayı bir görün de gözünüz şenlensin!… kendi gibi köpekbalığı, acayip bir makine, “süper lüks”, ön ızgara tam tekmil dişleri!… kaporta muhteşem, kaymak gibi, ışıl ışıl !… eh dedik, adam başka!… anlayacağınız, o dehlizin dibinde işi zordu Profesör Y ile ev ödevinin!… insan acıyor tabii şu profesörlerin halini gördükçe, onu bunu “andıracağım” diye kıçlarını yırtıyorlar… paso kopya çekiyorlar birbirlerinden… eh ne yapsınlar başka, hayatları derste geçmiş bunların… meslek diye bunu bilmişler, o ders senin, bu ders benim… eh derse gir çık, derse gir çık, anca ne öğrenir insan? bir çükünü kurcalamayı öğrenir, bir de kopya çekmesini… ne kadar Goncourt adayı varsa, alayı birbirinden kopya çeken tiplerdir bunların, elleri mahkûm!… o tantanalı sergilerde ip gibi yan yana dizilmiş resimler kadar donuk, onlar kadar sıkıcıdır bunların yazdıkları, topunun sonu bellidir baştan… mükâfat hazır nasılsa, ya Médaille d ’ or ( Medaille dor , “altın madalya”, Fransa’nın kayda değer sanat ödüllerinden biridir.) , ya Goncourt , az şuraya sıva, az buraya çiziktir, tamamdır, alan memnun, veren memnun!… bizim Profesör Y nin de oracıkta, yanı başımda, bütün aklı fikri bunlardaydı tabii… o da kendisine, o sıçtığımın dosyasına bir Médaille d’or , bir Goncourt verseler diye yanıp tutuşuyordu! Gaston bir göz atıverse yeterdi be, bir kelimesi yeterdi Gaston un! “Vaziyet ortada sayın Y! biraz toparlayınız kendinizi rica edeceğim! şurada Gaston için iş yapıyoruz!” Dedim kendisine… “Şimdi diyelim siz beni interviyuvlamadınız … diyelim adam gibi bir şey çıkmadı ortaya… görürüz bakalım dönebiliyor musunuz Gaston un yanına!… görürüz o Gaston sizin o Goncourt’u alıp nasıl sallıyor çöpe!… “o yepyeni buzdolabınızı”!… İtalya seyahatinizi!… elektrikli süpürgenizi, “şimdi al, sonra öde” tabii!… Y Hanımefendi de kıçıyla güler artık, eh insanın kocası beceriksiz herifin teki olunca!…” Bir baktım bizimkinin surat kırmızıya, mora dönüyor!… güzel, demek uyandırmayı başardık adamı!… ne sağına bakıyor… ne soluna!.. “Eh ta!… tamam!… ta ta !… tamam! başlayalım Beyefendi, buyurun!… başlayalım da mümkünse siyasete girmeyelim!… sakın siyasete girmeyelim!… — Siz hiç merak etmeyin!… kaygılanmanıza katiyen lüzum yok! siyaset denen şey ne demektir zaten, öfke demektir!… ve öfke de Profesör Y, çok büyük bir günahtır! unutmayın sakın! öfkesine yenilen, diline sahip çıkamaz! öfke iblisleri yapışır adamın yakasına! gün gelir, ciğerini sökerler adamın! Adalet elbet yerini bulur!… ben var ya ben Profesör Y, bakın size bir şey söyleyeyim, ben ölürüm de bir daha teslim olmam o iblislere! dünyaları koysalar önüme olmam! asla! — O halde şöyle ufak tefek, felsefi bir sohbet yapıverelim dilerseniz?… uygun olur mu sizin için?… mesela ne diyelim, mesela “kendi’nin başkalaşması vasıtasıyla gelişimde kaydedilen dönüşümlere dair biraz tartışalım mı arzu ederseniz? — Ah Profesör Y Beyefendiciğim, size saygısızlık etmek aklımın ucundan geçmez lâkin söylemeden edemeyeceğim: bu son söylediğinize hepten muhalifim!… fikirmiş falan, bende yok öyle şeyler! bir tanecik fikir bulamazsınız bende! ve benim gözümde hiçbir şey, ama hiçbir şey, şu fikir denen şeylerden daha aşağılık, daha boktan, daha tiksinç değildir! kütüphaneler ağzına kadar fikir dolu! kafelerin bahçeleri de!… bütün çöpten çelebiler fikir zengini olmuş!… hele o felsefeciler!… tabii fikir deyip geçmeyin, heriflerin geçim kaynağı!… gençlerin aklını alıyorlar fikirlerle! hepsini bağlamış pezevenkler!… eh gençler zaten dünden hazır önüne konanı yalayıp yutmaya… her boku şaahaaneeee bulmaya! pezevenklerin işi çocuk oyuncağı tabii! ömrü hayatlarının en deli zamanları, bu çocuklar ne yapıyor, anca ya çadır dikiyor ya “ fikirleeerle ” gargara!… fikir dediğim de başka şey değil Beyefendi, felsefe işte!… bunların işleri güçleri felsefe!… bayılıyorlar kandırılmaya, yavru köpek gibi bunlar, onlar da bayılır ya sopalara, kemik zannederler, yeter ki birileri fırlatsın, bunlar da peşinden koştursun! atlasınlar oradan oraya, havlasınlar, ömürlerini tüketsinler, dünya bu!… ah o üçkâğıtçı şerefsizler yorulmak da bilmezler ki üstelik, sabah akşam oynatırlar gençleri parmaklarında… içi kof bir sürü felsefi sopaları var bunların, fırlatır dururlar… gençler de yakalayacağım diye helak olurlar oradan oraya!… ha ama ağızları da kulaklarındadır safların!… üstüne bir de minnet duyarlar!… pezevenkler iyi biliyor tabii bunların ihtiyacını! fikirlere ihtiyaçları var!… olanı da kesmez ki bunları, hep daha fazla fikir lazım illa bunlara! bir sürü sentez lazım! ussal dönüşümler lazım!… arada da vur kadehi şaraba! yaslan şaraba sabah akşam! yaşasın mantık! Şaahaarıeeee !… ne kadar kof, o kadar iyi, rahat geçer boğazdan! yalayıp yutsunlar! o kof sopaların dibinde ne bulurlarsa… fikirleeer !… oyuncak oldular ellerinde!… eh bakıyorum da size Profesör Y misal, rencide etmek için demiyorum da, hani siz de pek bir zeki gösteriyorsunuz dışarıdan! hani böyle bir mantıkçı havanız falan var hatta!… takılıyordur o gençler peşinize muhakkak! bir güzel dolduruyorsunuzdur o kafalarını! ah o gençler yok mu o gençler, başınızın tacıdır hepsi kesin… eh olacak tabii, sayelerinde karnınız doyuyor!… ah o sabırsızlıkları, o cüretkârlıkları, o tembellikleri!… siz şimdi kazuistik falan da takılıyorsunuzdur tabii! kesin, kesin!… Abélard’ı sollamışsınızdır bile!… oh mis, tam modası!” Ağzıma geleni söylüyordum!… sırf sinirinden kudursun diye!… dişe diş, kana kan, iyice bir çıksın bakalım zıvanadan! şamar üstüne şamar!… ya interviyuvlaşacağız ya yumruklaşacağız!… hepsini anlatacağım bir bir Gastona ! kıçıyla gülecek adam!… bir on bin daha çıkar artık!… çoğalıyor borcu!… Tepesi attı bunun nihayet! eh atmasaydı pes!… “Sizin çok mu farkınız var sanki, siz necisiniz?” İlk sorusunu sordu! ah! ben dedim! söke söke alacağım interviyuvumu ! “Bendeniz naçizane bir mucidim Beyefendiciğim!… övünmek gibi olmasın ama naçizane bir mucidim ben! — Demeyin!” Bu kadarcık buyurdu.., pes etmedim…
Louis-Ferdinand Celine – Profesor Y Ile Konusmalar
PDF Kitap İndir |