M. Ilin, E. Segal – İnsan Nasıl İnsan Oldu

Yeryuvarlağı büyük bir kitap gibi ayaklarımızın altında duruyor. Yerkabuğunu meydana getiren tabakalar, her tortul tabaka, bir kitap sayfası gibidir. Biz, bu kitabın en son sayfasındayız. İlk yaprakları çok derinde. Okyanusların dibi ve kıtaların temeli orada. Bu ilk yapraklara, kitabın ilk bölümlerine daha varılamamıştır. Onlarda neler yazılı olduğunu, ancak tahmin edebiliriz. İnsanların yaşadığı zaman yaklaştıkça, kitabın okunması daha kolaylaşıyor. Sıcak lavların yakıp buruşturmuş olduğu sayfalar, yeryüzünde dağ silsilelerinin nasıl meydana geldiğini; başka sayfalar, yerkabuğunun yükselip alçalması sonucunda, denizlerin nasıl genişleyip yeniden daraldıklarını anlatıyorlar. Deniz hayvanlarının kabuklarından meydana gelmiş beyaz sayfalardan, beyaz tabakalardan hemen sonra kömür gibi kara tabakalar geliyor. Kalın kömür tabakalarının meydana getirdiği sayfada, bir zamanlar yeryüzünü kaplayan dev ormanların tarihini okuyabiliriz. Yer yer elle çizilmiş gibi, yaprak izlerine veya kömür haline gelen ormanlarda yaşamış hayvanların fosilleşmiş iskeletlerine rastlanıyor. Böylece, sayfa sayfa dünyanın tüm tarihini okuyabiliriz. Kitabın kahramanı, yani insan, ancak en son sayfalarında belirir. İlk bakışta, bu büyük kitabın kahramanının insan olmadığı sanılabilir.


Eski zamanların dev fil ve gergedanlarının yanında insan, ikinci derecede bir şahıs gibi görünür. Fakat bu yeni kahraman, gittikçe artan bir cesaretle ön plana çıkmaya başladı. Ve bir gün geldi ki insan, bu büyük kitabın yalnız kahramanı değil, aynı zamanda onu yazanlardan biri olmaya başladı. İşte bir ırmağın kesitinde, buz çağında meydana gelmiş tortul tabakalar arasında bir kara çizgi apaçık görünüyor. Doğa denen kitapta bu kara çizgi, ağaç kömürüyle çizilmiştir. Kumlarla toprağın arasında bu incecik ağaç kömürü tabakası da nereden çıktı? Orman yangınından kalmış bir iz olmasın! Yangın izleri, geniş bir sahayı kaplar, buradaki çizgiyse kısacık. Böyle bir iz, ancak ateşten kalmış olabilir. Ateşi de, ancak insan yakabilir. Üstelik, ateşin yanında insanın daha başka izlerine: taş aletlere, avlanmış hayvanların parçalanmış kemiklerine rastlarız. Okunabilmesi Gereken Söz İlk insanın avlanırken yaşamış olduğu yerlerde, öldürmüş olduğu hayvanların kemiklerine halen rastlanır. Buralarda sararmış et kaburgaları, boynuzlu başlar ve yaban domuzlarının eğri dişleri bulunur. Kemikler bazı yerlerde büyük yığınlar meydana getirirler. Bunlardan, insanın uzun zaman aynı yerde kaldığı anlaşılıyor. En ilginci de şudur ki, avcı kulübelerinde bulunan at, yaban domuzu ve bizon kemikleriyle birlikte dev mamut kemikleri, yani büyük mamut başları, rendeye benzeyen uzun eğri dişleri, gövdeden ayrılmış dev mamut ayakları da vardır. Mamut gibi dev bir hayvanı öldürebilmek için insan, ne kadar güçlü ve cesaretli olmalıydı.

Fakat mamutu parçalayıp kulübelere kadar götürebilmek için bundan daha fazla bir kuvvet gerekti. Çünkü mamutun her ayağı neredeyse bir ton ağırlığında, başı da bir insanın sığabileceği büyüklükteydi. Fil avında kullanılan özel tüfekler taşıyan bugünün avcıları bile mamutla kolay kolay başa çıkamazlardı. Kaldı ki, ilk insanın tüfeği de yoktu ve silahları taş bıçaktan ya da sivri taş burunlu kargıdan ibaretti. Gerçi aradan geçen binlerce yıl içinde taş aletler değişe değişe daha keskinleşmiş ve daha mükemmelleşmişti. Taş bıçak ya da taş uçluk yapmadan önce, insan taşın üst kabuğunu kırar, sonra pürüzleri yontup kendine sivri ve kesici aletler yapardı. Çakmaktaşı gibi sert bir malzemeden bıçak yapabilmek büyük bir hünerdi. Bunun için insan, yaptığı taş aleti kullandıktan sonra atmaz, gözbebeği gibi korur ve körlendiği zaman bilerdi. İnsan, kendi emeğinin ve zamanının değerini bildiği için, yaptığı aletin de değerini bilmeye başlamıştı. İnsan, aletinin üzerine titriyordu, çünkü emeğin ve zamanın ne demek olduğunu biliyordu. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, taş yine taştı. Mamut gibi bir hayvanı öldürebilmek için taş uçlu kargı kötü bir silahtı. Çünkü mamutun, zırhlı gemiler gibi kalın bir derisi vardı. Yine de insan, mamutları öldürebiliyordu. Bunu avcı kulübelerinde bulunan mamut başları ve dişleri ispat ediyor.

İlk avcılar mamutların hakkından nasıl gelebiliyordu acaba? Bunu ancak “insan” sözünü okurken, onu “insanlar” anlamında düşünebilenler anlayabilir. Alet yapmayı, avcılığı, ateş yakmayı, ev kurmayı ve toprağı işlemeyi, insan tek başına değil, öbür insanlarla birlikte, onlarla el ele vererek öğrenmişti. Kültürü ve bilimi tek bir insan değil, milyonların emeğine dayanan insan toplumu yaratmıştır. İnsan yalnız olsaydı, hayvan olarak kalırdı. Toplumda hayvanı insana çeviren, emek olmuştur. Bazı kitaplarda ilk avcılar, kendi emeği ve aklıyla her şeyi elde etmiş bir Robinson olarak tasvir edilirler. İnsan gerçekten böyle bir Robinson olsaydı, insanlar topluluk halinde değil de, ayrı ayrı aileler halinde yaşamış olsalardı, hiçbir zaman insan olup bir kültür yaratamazlardı. Zaten Robinson’un hayatı da gerçekte, Daniel Defoe’nun anlattığı gibi olmamıştı. Defoe, gerçekten yaşamış bir denizcinin hayatını, kitabına esas olarak almıştır. Bu denizci, anlatılana göre, bir gemide ayaklanmaya önayak olduğu için okyanusun ortasında ıssız bir adaya çıkarılmış. Yıllar sonra adaya gelen gezginler, adada tek başına yaşamış olan denizciyi büsbütün yabanileşmiş bir halde bulmuşlar. İhtiyar denizci, konuşmayı bile hemen hemen unutmuş, insandan çok hayvana benziyormuş. Çağdaş insanın bile tek başına insan olarak kalabilmesi pek kolay değildir. Ya ilkel insana ne denir? İlkel insanı insan yapan, birlikte yaşamaları, birlikte avlanmaları ve alet yapmalarıydı. İnsanlar mamuta sürü halinde çullanırlardı.

Mamutun kıllı gövdesine bir değil, onlarca kargı saplarlardı. Mamutu kovalayan insan sürüsü, çok ayaklı ve çok elli bir varlığa benzerdi. Hatta yalnız onlarca el, onlarca ayak değil, bir o kadar da insan kafası işlerdi mamut avında. Mamut, insandan kat kat büyük ve güçlüydü, ama insanlar ondan akıllıydılar. Mamut o kadar ağırdı ki, insanı ezmesi işten bile değildi. Ne var ki insanlar da bu devi yenmek için, asıl onun bu ağırlığından faydalanıyorlardı. İnsanlar mamutu kuşatıp stepi tutuşturuyorlardı. Ateşin parıltısından çılgına dönen ve dağlanan mamut, ateşin kovduğu tarafa doğru kaçıyordu. Ateşse, insanın sinsice tertibine göre, mamutu bataklığa doğru kovuyordu. Mamut oraya varınca, bataklık yerde kurulmuş kâgir bir bina gibi çöküveriyordu. Etrafı gök gürlemesini andıran böğürmeleriyle sarsarak, kâh bir ayağını kâh diğerini bataklıktan çıkarmaya çabalıyor, çabaladıkça da daha derine batıyordu. Artık insanlara sadece mamutu öldürmek kalıyordu. Mamutu tuzağa düşürüp öldürmek kolay değildi, ama öldürdükten sonra, yaşadıkları yere sürüklemek daha güçtü. İlkel insanın yaşadığı yerler genel olarak bir ırmağın su basmayan yüksek kıyısında bulunurdu. Irmak insanın hem su ihtiyaçlarını karşılar, hem de kıyılarında ateş yakmak için gerekli malzemeyi, yani taş sağlardı.

Öyle ki, mamutu en alçak yerden, bataklıktan yukarıya sürüklemek gerekiyordu. Bu işte de yine bir çift değil, onlarca çift el çalışırdı. Mamutun kalın derisi, sert sinirleri, güçlü adaleleri, keskin taşlarla kesilir, parçalanırdı. Tecrübeli ihtiyarlar, hayvanın başını ve ayaklarını gövdeden daha çabuk ayırmak için nereden kesmek gerektiğini öğretirlerdi. Mamut parçalara bölündükten sonra, onu yaşadıkları yere taşımaya koyulurlardı. İşin elbirliğiyle yürümesi için insanlar hep bir ağızdan bağırır ve onlarca insan, kıllı büyük bir ayağı ya da uzun hortumlu başı sürükleye sürükleye götürürlerdi. Avcılar kan ter içinde, bitkin bir halde kulübelerine varırlardı. Bundan sonra başlayan büyük şenlik görülmeye değerdi. İnsanlar, dört gözle bekledikleri mamutu avlayınca bayram yapıyorlardı. Uzun bir zaman için yiyecek sağladıklarına seviniyorlardı. İnsanın öbür hayvanlarla yarışması sona ermişti. İnsan, hayvanların en büyüğünü yenerek yarışmanın sonuna galip olarak gelmişti. Yeryüzünde insanlar, daha büyük bir hızla çoğalmaya başladılar. Zamanla bu çoğalma daha da arttı, insanlar bütün dünyaya yayıldılar. Böylece başka hiçbir hayvana kısmet olmayan bir şey insana kısmet oldu.

Tavşanların da sayıları çoğalıp insanlarınki kadar olabilir mi? Olamaz. Çünkü tavşanlar çoğalınca, bunları yiyen yırtıcı hayvanlar daha da çoğalır ki bu da tavşanların yeniden azalmasına sebep olur. Demek oluyor ki, yabani hayvanların sayısı alabildiğine artamaz. Bunların kolay kolay aşamadıkları sınırlar vardır. İnsan kendisi gibi, hayvanları da çevreleyen doğal sınırları çoktan aşmıştı: Alet yapmayı öğrenerek önceleri yemediği şeylerle beslenmeye başlamış, doğayı kendisine karşı daha cömert olmaya zorlamıştı. Önceleri tek bir insan sürüsünün geçinebileceği yerde, sonraları iki, hatta üç insan topluluğu geçinebilir olmuştu. Daha sonraları, büyük hayvanları avlamaya başlamakla insan doğadaki etkinliğini ve yaşam alanını daha da genişletti. Artık insanın, bitkisel yiyecekler toplayarak beslenmesine gerek kalmamıştı. Otlama işini insan hesabına bizonlar, atlar, mamutlar yapıyorlardı. Bu hayvan sürüleri, steplerde otluyor ve tonlarca otu ete çevirerek semiriyorlardı. Öyle ki, insan bir bizonu ya da mamutu vurmakla, yıllarca yığılmış besin ve enerji kaynağına sahip oluyordu. Yediği besin insana son derece gerekliydi. Fırtınalı, tipili, soğuk günlerde yiyecek aramaya gidilemezdi. Yazı da kışı da sıcak olan o bolluk zamanları geçmişe karışmıştı çünkü. Bir değişiklik, başka bir değişikliği doğuruyordu.

İnsan, yiyecek malları yapmaya başlayınca, aynı yerde daha uzun müddet yaşamak zorunda kalmıştı. Çünkü mamutu beraberinde kolayca taşıyamazdı. Başka sebepler de insanın artık avarelikten kurtulmasına yol açtı. Önceleri her ağaç insana, yırtıcı hayvanlardan korunmak için sığınak olabilirdi. Artık insanın yırtıcı hayvanlardan korkusu azalmıştı. Ama yeni bir düşman belirmişti: Soğuk. Soğuktan ve kar fırtınasından korunmak için, insanın güvenebileceği bir barınağı olmalıydı. İnsan İkinci Bir Doğa Yaratıyor Öyle bir zaman geldi ki, insan, kocaman soğuk dünyada, kendisi için küçücük, sıcak bir dünya kurmaya koyuldu. Mağara ağızlarında ya da kaya diplerinde, deri ve dallardan yaptığı ve ne yağmur, ne kar, ne de yelin girebileceği bir çatı altına sığındı. Küçük dünyasının ortasında yaktığı ateş, geceleri aydınlatıyor, kışın da ısıtıyordu. Eski insanların avlanmak için yerleştikleri yerlerde, kulübenin çatısını tutan direkler vardı. Bunların izlerine bugün bile rastlanır. Direkler arasında ocak, yani yapma güneşi çevreleyen kömürleşmiş taşlar bulunmuştur. Duvarlar çoktan çöküp çürümüşse de yerleri bellidir. İşte buradaki topraktan, bu dünyayı kuran insan hakkında birçok bilgi edinilir.

Taş bıçaklar, çakmaktaşı parçaları, parçalanmış hayvan kemikleri, ocaktaki kül ve kömür, toprak ve kumla karışarak, doğada bulunmayan bir bütün meydana getirmiştir. Ancak izleri kalmış bu evden çıkıp birkaç adım öteye gidilecek olursa, insan emeğinden eser görülmez. Ne alet bulunur, ne ocak, ne ocakta kömür ve kül, ne de kemik. İnsan emeğinin izlerini saklayan toprağı kazarken, bulunan taş bıçak ve kazma araçlarını gözden geçirirken, çoktan sönmüş ocağın kömürlerini eşelerken, önceki dünyanın insan için son dünya olmadığını apaçık görürüz. Çünkü insan kendi özel, küçük dünyasını kurmuştur. 2 Geçmiş Zamanlara İlk Gezi Bizon ve mamut avcılarının yaşadıkları yerlerde en çok iki taş alete rastlanır. Bunlardan biri, iki ucu sivri bir üçgen, diğeriyse yarım daire şeklinde keskin bir levhadır. Bu aletlerin başka başka işlerde kullanıldığı besbellidir. Yoksa bu kadar farklı olmazlardı. Bu aletlerle ne işler görüldüğünü nasıl anlamalı? Aletler gözden geçirilince bazı şeyler anlaşılabilir, ama en iyisi zihnen taş devrine dönüp insanların taş aletlerle neleri ve nasıl işlediklerini görmektir. Romanlarda sık sık: “On yıl geriye dönelim” gibi sözlere rastlanır. Romancılara kim ne diyebilir? İstedikleri şekilde dönebilirler. Üstelik kahramanları hakkında da istediklerini yazmakta serbesttirler. Peki, yazdığımız bu gerçek hikâyede biz nasıl hareket etmeliyiz? Uydurmaya hakkımız yok. Sonra bizim on yıl değil, on binlerce yıl geriye dönmemiz gerekiyor.

Yine de, Taş Devri’ne dönmek mümkündür. Taş Devri’ne gitmek isterseniz, her şeyden önce yanınıza uzak yolculuklarda gerekli olan şeyleri almalısınız. Başta çadır gelir. Çadır; katlanabilir bambu değnekler, yere bağlandığı kazıklar ve bunları çakacak çekiçle birlikte, küçük bir çantaya sığar. Çadırdan başka daha bir yığın şey gerekir: Başınızı güneşten koruyacak bir şapka, balta, tencere, gazocağı, matara, kaşık, pusula ve harita. Bütün bunları bir bavula yerleştirip yanınıza silah da aldıktan sonra (Taş Devri’nde avlanmadan geçinilemez) en yakın limana gidip gemiye bilet almak kalır. Ancak bilet alırken Taş Devri’ne gideceğinizi söylemeyin. Söylerseniz, gemiye bineyim derken tımarhaneye düşersiniz. Bilette: “Taş Devri’ne gidiş-geliş” sözleri yerine, basbayağı başka bir yazı olacak: “Melbourne”. Bu biletle Avustralya’ya giden transatlantiğe binebilirsiniz. Birkaç hafta sonra gemi sizi gezinizin amacı olan yerlere ulaştıracak. Bütün mesele şu ki, XX. yy.’da bile insanlar bazı yerlerde, mesela Avustralya’da, taş aletler kullanırlar. Uzak geçmiş zamanlara gidilemeyeceğine göre, dünyamızda bugün de aynı şartlarda yaşanan bir yere gidilebilir.

Bilginler insanların eski çağlarda nasıl yaşadıklarını öğrenmek istedikleri zaman böyle yaparlar. Avustralya’da bugüne kadar taş aletleri kullanan insanlar yaşamaktadır. Bunların nasıl çalıştıklarını görebilmek için, yaşadıkları yerlere gitmeliyiz. Avustralyalı avcıların yaşadıkları yerlere giden yol, yer yer dikenli çalılıklarla kaplı, susuz, çorak steplerden geçip kıtanın içerilerine doğru götürür. Irmak kıyılarında bulunan ağaçların altında, ağaç kabuğu ve dallardan yapılmış kulübeler göreceğiz. Kulübelerin yanında çocuklar oynaşır, kadın ve erkekler çalışır. Saçı sakalı uzamış bir ihtiyar, avda vurulmuş bir kangurunun derisini yüzer. İhtiyarın elinde üçgen şeklinde bir taş bıçak görürüz. Bize bu uzun geziyi yaptıran şey de işte bu taş aletin ta kendisidir. Çağdaş Avustralya yerlileri elbette ilkel değiller. İlkel insanlarla aralarında binlerce kuşak var. Kullandıkları taş aletler, geçmişin kalıntıları olup bize birçok şeyi aydınlatabilir. Avustralya yerlilerinin çalışmalarına dikkat edilirse, taş üçgenin avcı silahı olduğu görülür. Üçgen biçimli böyle bıçaklarla avda hayvan öldürülüyor, derisi yüzülüp bağırsakları temizleniyor. İkinci eski alet, yani yarım daire şeklindeki bıçağı görebilmek için daha da uzaklara, Avustralya’nın güneyindeki Tazmanya Adası’na gitmek gerek.

Orada kadınlar böyle bıçaklarla, pek uzak olmayan bir geçmişe kadar elbise biçer, deri yüzer ve keserlerdi. Aletler arasındaki bu işbölümü, insanlar arasındaki işbölümünü gösterir ki bu, daha avcılıkla geçinen ilkel insanlarla başlamıştı. Daha çok iş çıkarabilmek için, bir işbölümü gerekiyordu. Erkekler avlanırken, kadınlar boş durmuyor, kulübe kuruyor, elbise dikiyor, kök topluyor, yiyecek hazırlıyorlardı. Yaşlılarla gençler arasında da işbölümü vardır. Bin Yıllık Okul Her iş ustalık ister. Ama onu bir kimseden öğrenmek gerekir. Eğer her dülger baltayı, bıçkı ve rendeyi kendisi bulmak, üstelik bunlarla nasıl işlemek gerektiğini düşünmek zorunda olsaydı dünyada tek bir dülger bulunmazdı. Coğrafya öğrenmek için herkesin dünyayı dolaşması, Amerika’yı yeniden keşfetmesi, Afrika’yı incelemesi, Everest Tepesi’ne tırmanması gerekseydi ve bütün bunları birer birer anlatsaydı, buna bir insanın ömrü yetmezdi. İnsanların gittikçe daha çok şey öğrenmesi gerekiyor. İki yüz yıl önce on altı yaşında profesör olanlar vardı. Sovyetler Birliği’nde yalnız lise öğrenimi tam on yıldır. Ve ileride daha uzun süre okumak zorunluluğu baş gösterecek herhalde. Çünkü her yeni yıl, bilime birçok yenilik getiriyor. Üstelik bilimlerin sayısı da artıyor.

Bir zamanlar yalnızca fizik vardı. Oysa şimdi jeofizik, astrofizik var. Önceleri yalnız kimya vardı, bugünse jeokimya, biyokimya ve ziraat mühendisliği de var. Yeni buluşların etkisiyle bilimler, canlı hücreler gibi gelişip çoğalıyorlar. Taş Devri’nde bilim diye bir şey yoktu. İnsan tecrübesi yeni yeni birikmeye başlamıştı. İnsanın emeği de şimdiki gibi bileşik değildi. Bunun için, öğrenmeye az zaman harcanıyordu. Ama o zaman da öğrenmek gerekliydi. Vahşi hayvanların izini gütmek, vurulan hayvanın derisini yüzmek, kulübe kurmak, taş bıçak yapmak, bütün bunlar hüner ve ustalık isterdi. Hüner, ustalık nereden alınırdı? İnsan, usta olarak doğmaz, ustalık sonradan öğrenilir. İnsanın hayvandan ne kadar uzaklaştığı, ondan ne kadar farklı olduğu asıl burada görülür. Hayvanlar, derilerinin rengi ya da gövdelerinin şekli gibi, doğal aletleri ve bunları kullanma yetisini de ana babalarından soyaçekim yoluyla alırlar. Domuzun toprak kazmayı öğrenmesine lüzum yoktur. Çünkü burnu bu işe elverişli bir şekilde doğar.

Kemirgenler de ağaç kemirmeyi ve kesmeyi kolayca öğrenirler. Çünkü kemirmeye ve kesmeye elverişli dişleri vardır. Bunun için hayvanların ne aletleri vardır, ne de okulları. Ördek yavrusu yumurtadan çıkar çıkmaz, sinek ve yengeç avlamaya başlar. Oysa bunu kendisine kimse öğretmemiştir. Yabancı kuşların yuvalarında, ana babadan uzak büyüyen guguk kuşu yavruları, sonbaharda yalnız başlarına yola çıkar ve Afrika yolunu elleriyle koymuş gibi bulurlar. Hayvanlar, ana babalarından birtakım bilgiler alırlarsa da bunlar için okul, şüphesiz söz konusu olamaz. İnsana gelince iş değişir. İnsan, aletlerini kendisi yapar, onlarla doğmaz. Bunun için de onları kullanma yetisini, ana babasından miras olarak değil, öğretmenlerinden ve tecrübe sahibi insanlardan alır. İnsan, gramer kurallarını ve aritmetik problemlerini çözme usullerini doğuştan bilseydi, bu tembellerin pek hoşuna giderdi herhalde. O zaman insanların okula ihtiyaçları kalmazdı, ama bu da insanın pek yararına olmazdı. Okulsuz hiçbir şey öğrenilemez. İnsana özgü hüner ve yeti, bir noktada donup kalır, bir sincabınkinden farksız olurdu. Bereket versin insan, hazır hüner ve yetilerle doğmaz.

Öğrenir ve öğretir: Her kuşak, insanlığın ortak tecrübe hazinesine yeni bir şeyler katar. Böylece tecrübe gittikçe artar. İnsanlığın bilgi sınırları gittikçe genişliyor. İnsanı insan yapan, ona bilim, teknik, sanat ve kültür veren, hep o bin yıllık okul, yani emek okuludur. İnsan bin yıllık okulda öğrenime taş devrinde başlamıştı. Tecrübeli avcılar, gençlere zor avcılık mesleğini, yani yabani hayvanların toprak üzerinde bıraktıkları izleri tanımayı, ürkütmeden ava nasıl yaklaşmak gerektiğini öğretegelmişlerdir. Av ustalık ister ama şimdi avcı olmak daha kolaydır. Bunun bir nedeni artık avcıların silahlarını kendilerinin yapmamalarıdır. Taş Devri’ndeyse topuzundan bıçağına ve mızrak uçlarına kadar her şeyi kendileri yaparlardı. Bu işte yaşlı bir usta, gençlere çok şey öğretebilirdi. Ev işlerinde de bilgi ve tecrübe gerekti. Kadın, ev işlerinden başka, kulübe kurmayı da becermeliydi. Odun kesmeyi de, terziliği de. Her insan topluluğunda, ömürleri boyunca edindikleri iş tecrübelerini gençlere aktaran, bilgili, yaşlı erkekler ve kadınlar olmuştur. Peki, ama kendi ustalığını, bilgi ve tecrübesini, insan başkasına nasıl verebilir? Göstermek ve anlatmakla.

Bunun içinse dil gereklidir. Hayvanların yavrularına, doğal birer alet olan pençe ve dişlerinden faydalanmayı öğretmeleri gerekmez. Bunun için de hayvanların konuşmayı becermeleri hiç de gerekli değildir. İnsan için konuşmak zorunluydu. Dil, hem ortaklaşa çalışma, hem de yaşlıların tecrübe ve ustalıklarını gençlere öğretmeleri için gerekliydi. Peki, Taş Devri insanı nasıl konuşurdu?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir