Martin Walser – Güzelin Bedeli

27 Mart. Bir yolculuktan sonra yeniden eve gelmekle, henüz geri dönülmüş olunmaz. Kapıdan içeri girildiğinde henüz yalnız kalınmış değildir. İnsan, yeniden yalnız kalabilmek ve kendi başına bir şeye başlayabilmek için, evinden uzakta kaç gün geçirdiyse, bir o kadar güri de odasında oturmalıdır. Yolculukta olup bitenler, birer hayale dönüşür. İnsanı en inatla izleyenler, orada kendisinin sarfettiği tümcelerdir. Onsekizinde tartışma vardı. Berlin’de. Almanya hakkında elbette. Zihnimde, orada söylediğim tümcelerin yerini, söylemeyi tercih edeceğim ama orada aklıma gelmeyen tümceler alalı çok oldu. Tartışma sürüyor, söylenecek tüm tümceler söylenmiş olsa bile. Sahaya yeni sürülen tümcelerin de tutarsız oldukları ortaya çıkıyor. İnsan tam artık kendini susturduğuna inandığı sırada, tam da söylediği ya da yazdığı şeye yönelik bir yazı geliyor eve. Şimdi traş olurken bile hata yapıyor, çünkü yeni körüklenen tartışma ateşi insanın kendisine gelmesine izin vermiyor. Sözümona bilinç, artık sadece görüşler için bir buluşma yeri.


Görüşler, birbirini tutmamalarıyla ve dile dolanmamış olmalarıyla tanımlanıyorlar. Cansıkıcı, gürültülü, tüyler ürpertici. Tahakküm edici de. Başka zaman bıkmadan seyredilecek bir görüntü olan pencerenin önündeki ağaçlar, şimdi yalnızca cansız bir grafik. Eğer güneş sabah buğusu örtüsünün en ince yerini arıyorsa, onu beklemem. Kuşlar şakıyor mu? Belki de ilkbahar mı? Hiç bilgim yok. İçimden dışarıya doğru körüm. Görüş tipisi bana anastezi uyguladı. Görüş tartışması hüküm sürüyor. Çık dışarı, görüş paketi, diye bağırmak istiyor insan. Ama burada diyeceğim bir şey yok. Ama burada bir diyeceğim olmalı. O benim bilincim. Benim işim. Hemen 9 hemen iki yıldır, gece gündüz benim ortamım ve ufkum.

Benim unsurum. Ve şimdi giriş izni yok mu? Görüş soygunculanna av. Bir öykücü için bir görüş bir kısa devredir. Yalnızsan, görüşlere gerek duymazsın. Ancak görüşlerden kurtulduğunda, yalnızsındır. Görüşlerin yeşermediği bir dilsel titizlik derecesinde ısrar etmek! Ola ki, o zaman tümceler, dünyanın öbür yarısına dek uzanamazlar ve her ortaboy görüşün kendini öne sürmesiyle çıkardığı gürültünün binde birini bile yapmazlar. Ne büyük bir esmeden kükremek bu böyle. İmge yanıltıyor. Fırtınaya karşı korunabilinir, görüşlere karşı değil. Algılandıkları anda insanın içindedirler zaten. Söyleşirken onlarla olunur, tartışırken onlarla. Elbette çaresi vardır. Örneğin, Peter Handke. “Dünyanın Ağırlığı”. Daha bu kitabı elime aldığımda, rahatlatıcı bir mütevazilik jestini tadıyorum.

Bu kitaba ilişkin, anılarım: bir homöopati eczanesi gibi zengin içerikli. Ve şimdiden şöyle yazıyor: “Sık sık, sanki o sırada başka birisiyle konuşuyormuş gibi düşündüğüm için, o denli yanlış, o denli geçersiz düşünüyorum ki.” Doğru. Haklı olması gereken bu yanıtlama konuşmasını kesmek. Görüşlerden kaçınmak. Kanıt öne sürme yok, kuram yok, söylem yok, yalnızca, başkalarında da böyle mi olduğu sorusunu fısıldayabilecek kişisel bir zorunluluk. Kaçıp kurtulmak, hepsi bu. Ama, bu arada hemen, deneyimden kaynaklanan güvensizlik kıvılcımı çakıyor. İki yıl önce, şu, bölünmüş ülke hakkında neler duyumsadığını dile getirme çabası; bir görüş bile değil; sadece bir duygu, bu bölünmeye alışamadığın; onu mantıklı bulmadığın; o zamandan beri suçlamalar, hakaretler; ve Doğu Alman devriminden sonra daha da kötü; entelektüel tutarsızlıktan, ahlaki tutarsızlığa, yapılmadık suçlama kalmadı; bu hakaretler hep en şerefli şeyin adına: demokrasi, sosyalizm, aydınlanma; buna karşı ben ucuz duygusallık ve şove- nizm karşısında terliyorum; bilincin kendini “tarih duygusu”nda dile getirdiği için, karşı görüşün kaymakamlarında, benden farklı olarak, düşünebildiklerine ilişkin kesin bir kanaat oluştu. Botho Strauß’un soru soran dizesini aktarmalıydım: “Bunca tarih, böyle bitsin diye mi?” Doğu Almanya’da yumuşak devrim: benim için, yaşamım boyunca gördüğüm en sevdiğim politik devrim, demokrasi-aydınlanma-sosyalizm yanlılan için: “DM milliyetçiliği”. Bunu, bir vejetaryanın, yemek listesindeki et bölümünü algılaması gibi, üstünkörü ve aldınşsızlık içinde algılamalısın. Ama, lütfen, her defasında bir meslektaş, Almanya’nın iki devlet halinde varlığını sürdürmesini, çünkü Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’na neden olduğunu ve bu bölünmenin, bu savaşın bir sonucu olduğunu öne sürerse, insan nasıl sakin kalabilir. Bölünmenin İkinci Dünya Savaşı’nın bir sonucu değil, soğuk savaşın bir ürünü olduğuna bir kez daha işaret etmekten daha anlamsız bir şey yok; bu savaşın cephesinin Almanya’nın içinden geçtiğine; sadece bir sınınn değil, bir cephenin var olduğuna; bu savaşın, kırk yıllık bir din savaşı olduğuna; bu defaki savaşta, cennetin insana ancak ölümden sonra mı yoksa daha ölümden önce mi vaad edileceğinin söz konusu olduğuna; Hıristiyan Batı, komünist dünya devrimine karşı; tektanrıcı hakikat öğretisi olarak Marksizm, Batı’da, çoktandır laikleştirildiğine inanılan arazide, bir kez daha bir din ateşi yaktı; orada ve burada Ortodokslar. Tam ortamızdan geçen bu görüş cephesini, mantıklı bulmamız ve kabul etmemiz mi gerekiyordu? Elbette değil. Eğer Almanya’nın böyle bitkin düşmesi, kendi suçu olmasaydı, tüm kentleri Berlin örneğine göre bölmek zorunda kalırdık.

Münih, Stuttgart, Frankfurt, Köln, Hamburg: kent boyunca bir duvar ve ölüm şeritleri. Bu saçmalığı dile getirmek için. Şimdi ülkenin insanlan kendilerini en büyüleyici bir biçimde özgür- leştirdiler. Şimdi entelektüeller geliyorlar ve, öbür taraftakilerin sosyalizme bir tur daha bağlı kalmalarını söylüyorlar. Bu şaşırtıcı bir talep değil mi? Burada rahat yaşa, burada sosyalizm için doğru dürüst çaba gösterme, ama sosyalizmi öner! “İnsani bir çehreyle” aşağılık formülü de bana Turin’de dokunmuş bir kumaş gibi geliyor. Ve şimdi zavallı bir biçimde çökmüş olan bu ütopyaya üzülmek. Bu konuda aynı şeyi söyleyemem. Bir arzuya gelecek yönünü göstermek söz konusuysa, kötü bir geçmiş bana her zaman yeter. Şundan daha açık bir yolgösterme olabilir mi: Artık böyle değil, bir daha böyle değil, ve böyle de değil, ve şöyle asla değil!? Ama, ütopya-alaborasına artık parmağını sokmak istemiyorsan, ahlaki-estetik bir erginsizleştirme ile tehdit ediliyorsun. İnsan biraz izlendiğini de sanabilir. Ne de olsa bu entelektüelin temel duygusudur. Daha çok, izlenen izleyici. Bazı entelektüeller şimdi, Almanların hangi kütleden sonra kritik bir kitle olduklannı hesaplıyorlar. Bu, en saygın nedenlerle yapılsa da, bana bütünüyle insanlık dışı görünen, fizikselahlaki bir sözde tutumdur. Geleceğin Almanları bir suçu değil bir sorumluluğu miras alıyorlar-.

Avrupa’nın içice geçerek büyümesi ve ekonominin ve yaşamın milletlerarasılaştınlması, bizim bir kâbus olmayacağımızın güvencesidir. Ama kapitalist ekonomiyi beğenmeyen, burada ortaya çıksın ve bunu öbür taraftaki halka yüklemesin. Halkın özgürlük hamlesinin, tüketime yönelik bir hamle olduğundan kuşkulanmak – buna hakkımız var mı? Yüzbinler, daha iyi bir yaşam için gösteri yaptılar. Onlardaki özgürlük isteğini bir tüketim isteğine indirgemek, hele ki, yaşamını iyice güvencelemiş bir batılı ya da sistemin eskiden beri tahammül gösterdiği, her türlü seyahat etme ayrıcalığı olan bir doğulu bunu yapıyorsa, tüyler ürpertici komikliktedir. Bu çirkef suçlamanın, maruz kalanlarda nasıl bir etki yarattığını, kısa süre önce, Magdeburglu bir kadın sayesinde öğrendim. Daha on dakika konuşmamıştık ki, bu konuya girdi. Bu batılı görüşle karşılaşmanın ne denli acı verdiğini söyledi. Kasım ayından bu yana yaşadıklarını, dünyaları verseler değişmezdi. Bu dayanışma, tankların da geldiğini henüz bilmeden, bu birbirine bağlılık. Bu bir alış veriş merkezi uğruna yapılmaz, dedi. Bu tümce, milyonların kendilerini şiddet kullanmadan özgürleştirmelerine DM milliyetçiliği yaftasını yapıştırmak isteyen entelektüeller için. Ve bu yafta, onu başkalarına yapıştırmak isteyenlerde, bir nebze pratik içermeyen bir keşişlik kokusu yayıyor. Hele şu, bizim bir millet olmaya hakkımızın olup olmadığına ilişkin tartışma. Ben milletlerin ortaya çıkışını tarihsel bir şey olarak görüyorum. Milletler ortaya çıkmışlardır, başka biçimlenmeler tarafından da ortadan kaldırılacaklardır.

Ama şu anda henüz varlar. Entelektüellerin, halkı ya da toplumu, tanıtlama yoluyla, millilik sonrası bir duruma aşırtabileceklerine ya da böyle bir durumu siyasal-ahlaksal açıdan daha iyi bir durum olarak isteyebileceklerine inanmaları, bana bir küstahlık gibi geliyor. Evrenselci kürsülerden, insanlara doğru eğilerek vaaz vermek kolay. Aşağıdakiler, bu evrenselci olgunluk sınavını verebilmek için sınıf sınıf geçmek zorundalar. Herkesin, kendini bir dünya vatandaşı olarak duyumsamakta ve bütünüyle dünyalı-monden olmakta özgür olduğunu düşünüyorum. Ama insanın her zaman, başka herkesten de; kendisinin vazgeçemedeği şeyi, olmalarını istemesi niye?! Entelektüelin, başka herkesten daha dindar bir yapısının olduğunu biliyorum. Ama tüm dindar tavırlar içinde, en sefil olanı, misyoner tavrı değil midir? Başkalarına kurtuluşu getirmek – korkunç. Saygıdeğer entelektüeller şimdi suçumuzu sözcüğe ve millet gerçekliğine bağlıyorlar. Almanlar, milli olanın tüm kötüye L3 kullanılmasından sonra, artık millet olamazlar. Kötüye kullanılabilir olduğu anlaşılan şeyi ortadan kaldıracak olsaydık, kurumlarımızdan hangisi kalırdı geriye? Evlilik, aile, kilise, adalet! Hepsi kötüye kullanılabilir. İki yazarın, millet üzerine iki tümcesini aktarmak istiyorum; iki tümce de savaşların başında yazılmıştı; iki yazar da oldukça bu savaşlardan yanaydılar; bu tümcelerin içinde geçtikleri yazılar, bu savaşların propagandasını yapıyor: ve yine de milliliğin duyumsanışında ne büyük bir fark var. Önce Thomas Mann, “Savaşta Düşüncelerden, Eylül 1914: “Bizi, kıstırmak, boğmak, kökümüzü kurutmak istiyorsunuz, ama Almanya, şimdiden görüyorsunuz ya, nefret edilen derin benliğini bir Aslan gibi savunacak, ve sizin vuruşunuz, bizi incelemek zorunda olduğunuzu şaşkınlık içinde görmenizle sonuçlanacak.” Thomas Mann, tam bir yazar gibi, savaşta yenilecek düşmanlara, savaş tazminatı olarak, Almanları, yani elbette Thomas Mann’ı da incelemelerini dayatmanın hayalini kuruyor. Şimdi Heinrich von Kleist, “Bu Savaşta Söz Konusu Olan Nedir?”, Mayıs 1809: Söz konusu olan: “Tahakküm ve fetih ruhuyla tanışmamış bir cemaat, varolmaya ve sabıra herhangi bir cemaat gibi layık olan bir cemaat; kendi ününü düşünemeyen, dünyadaki öteki cemaatlerin ününü ve aynı zamanda iyiliğini düşünmelidir; onun en neşeli ve en olağanüstü düşüncesi hâlâ şairler ve bilgeler tarafından, hayal gücünün kanatlarında satın alınmış, özgür seçimle, tüm kardeş milletlerin oluşturduğu bir dünya yönemitimine tabi olmaktır. En yüksek olanağımız olarak, kardeş milletlerden oluşan bir dünyaya kabul edilmemiz ve orada barınmamız.

Bunu düşünebilirdik. Ama bu tümce, görüş karşıtının fikrini değiştirmeyecek, tersine onda sonunda daha az kardeşçe düşünülmüş Kleist tümcelerini çekebiliriz. Ama düpedüz antişovenist eğilimli bu ulusal tümce de var işte. Thomas Mann: Dünya bizim önümüzde diz çöksün. Heinrich von Kleist; Bizim “bir dünya yönetimine tabi oluşumuz”. 191 4 Eylülü’nde Thomas Mann şöyle de yazdı: “Almanya’nın tüm erdemi ve güzelliği -şimdi görüyoruz ki- ancak savaşta serpiliyor.” Böyle, dünyayı şaşkına çevirecek içerikteki tümceler, ancak Leipzig’deki Pazartesi gösterilerinden sonra kesinlikle hurdalık oldular. Doğu Almanya’daki halk, bu yüzyıldaki, bakan dünyaya, kendisinden barışın yayılabileceği bir resmimizi sunmuş olan ilk Alınanlardır. Bir halkın güzel olması gerektiğini düşünmüyorum. Ama onu çirkin de bulamam. Tüm bu Bogenhaus perspektifi bana yabancı. Bizde, her yerde olduğu gibi, nahoştan iğrence kadar sahneler doğabilir, her yerde olduğu gibi, rezil seçim sonuçları ortaya çıkabilir, her yerde olduğu gibi işler çok insanca yürüyebilir. Ama her rezilliğe bir faşizm kuşkusuyla yaklaşan, konuştuğu şeyin ne olduğunu bilmiyor demektir. Faşizm gökten zembille inmez. Bir Alman geleneği ve güncel koşullar onu yirmili yıllarda bizde ürettiler.

Şimdi bize faşist olduğumuzu söyleyen ya da gelecekte olacağımız kehanetinde bulunan, böyle bir şeyi genlerimizde taşıdığımızı öne sürmüş olur. Yoksa bu tür ifadelere ırkçı deniliyor. Bana saçma geliyorlar. Ve yetmiş milyon Almanın, altmış milyondan daha tehlikeli olduğuna ilişkin, her şeyi engellemek isteyen kehanet, bana amatör militarist bir tahmini hesap gibi geliyor. Teknik açıdan gelişmemiş her on ya da yirmi milyonluk halkın, sıkı çalışırsa, kendine bir atom bombası parası biriktirebileceği günümüzde, böylesi güçlülük tasarımlan, demode oldu. Görevimiz: dünyaya zararsız olmalıyız. Bu bir ev ödevidir. Bu Almanya ne denli federalist yapılanırsa, o denli zararsız olacaktır. Ve, bir Alman birliğinin, oldukça iyi bir görünüşle başlayabilmesi, ilk kez oluyor. Versailles yok, enflasyon yok, en içerlerde bir intikam yemini yok, iflah olmaz 25 bir biçimde incinmişler yok, dünya devrimini ihraç edecek misyoner acentalar yok. Ama öteki devletlerden daha ağır bir sorumluluk var. Bu arada ne olduğunu çok iyi biliyoruz; bu yüzden, suçumuz yanlış anlamaya yer vermeyecek açıklıkta bir yol gösterici. Ne iyi ki hâlâ insanlar var, halk var. Bir insan, son oniki ayda sokaklarda, akıl ve demokrasi için özel bir ehliyet isteyen semtlerde olduğundan daha akıllıca ve daha demokratik davranıldığını düşünemez mi? Ben, her halükârda en çok, oradan bize gelmek için, Prag’a ve Budapeşte’ye yola koyulan gençlikten, ve Doğu Almanya’nın sokaklarındaki ve alanlarındaki insanlardan bir şeyler öğrendim. Demokratik-sosyalist-aydınlanmacı zihniyettekilere, bu yumuşak devrimi, bu yüzyılın demokratik olayını sevinerek selamlamanın bu denli zor geliyor olması şaşırtıcı.

Bunun nedeni, bu devrimin kuram ve görüş olmadan gerçekleşmesi mi acaba? Bir nebze bile MarxMarcuse-Mao olmadan. Bütünüyle başka bir dil. Göstermeden daha az görüş. Ve müthiş çok zorunluluk. Görüşe daha çok yabancı olan bir şey: zorunluluk.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir