Hans Georg Gadamer – Güzelin Güncelliği

Sanatın meşruiyeti sorusunda yalnızca güncel değil aynı zamanda eski bir konunun söz konusu olması, bence çok anlamlıdır. Bilim adamı olarak ilk yıllarımı bu soruya hasrettim ve bu anlamda ‘T laton und die D ichter” (Platon ve Şairler, 1934) adlı eserimi yayınladım1. Bu, Sokratçılar tarafından savunulan yeni bir felsefi görüş ve bilgiye yönelik istemdi. Bildiğimiz kadarıyla baü tarihinde ilk defa, sanat kendini burada meşruiyet istemi karşısında buldu. Kaba bir tarzda benimseme ve yorum gören geleneksel içerikleri sanatsal veya anlatısal biçiminde aktarılması, istediği hakikat hakkına sahip olmasının doğal olmadığı, ilk defa burada görülür. Hakikate ilişkin yeni istek, geleneksel biçimlerle karşı karşıya geldiği zaman, sık sık ortaya atılan ciddi fakat eski bir konu ortaya çıkar. Söz konusu geleneksel biçim şairane buluşlar veya sanatsal biçim dili şeklinde kendinden bahsettirmeye devam eder. Sık sık şikayet edilen resim düşmanlığı ile geç antik dönemi hatırlayalım. Duvarlar, taş süslemelerle, mozayik ve dekorasyon ile kaplı olduğu zaman, dönemin güzel sanadarla uğraşanları, kendi dönemlerinin sona ermesinden şikayet ediyorlardı. Aynı durum Rom a İmparatorluğu ile birlikte geç antik dönemin üzerine çöken ve Tacitus’un söz sanadannın çöküşüne ilişkin o ünlü diyalogunda (dialogulus de oratoribus) şikayet ettiği konuşma ve edebi yazma özgürlüğünün sınırlandırılması ve sonlandınlması için de geçerlidir. 1 Bakınız, G adam er: P latons dialektische E th ik , H am burg 1 9 6 8 , s. 1 8 1-204 Biraz daha günümüze yaklaşmak için Hristiyanlığın hazır bulduğu sanat geleneğine ilişkin tavrını göz önünde tutalım. İlk bin yılın öncelikle 6. ve 7. yüzyılın Hristiyan kilisesinin sonraki gelişimlerinde yaşanılmış olan resim düşmanlığı savuşturulduğunda, bu dünyevi tarzda bir karardı.


O zaman kilise, güzel sanadarla uğraşan sanatkarların biçim dili için ve daha sonra da şiirin ve sanata yeni bir meşruiyet getiren anlatı sanatının dili için, yeni bir anlamlandırma yolu buldu. Bu, geleneksel biçim dilinin yeniden meşruiyet kazandığı Hristiyanlık öğretisinin yeni içeriği olduğu sürece, haklı bir karar olacaktır. Okuma yazma ve Latince bilmeyen ve bu yüzden söylenilmek istenen iletilerin dilini tamamıyla anlamayan yoksulların İncil’i olan “biblia pauperum”, resimli öyküleri yönüyle, batıda sanatın meşruiyeti için temel leitmotiflerden birisi olmuştur. Eğitim bilincimizin içerisinde, bu kararın meyvelerinden, daha doğrusu O rta Çağ Hristiyan sanatı, Yunan ve Roma sanat ve edebiyatının hümanistlerce yenilenmesi üzerinden, kendi kimliğimiz için ortak bir biçim dili geliştirmiş olan batı sanatının büyük tarihinin uzağında yaşıyoruz. Söz konusu süreç 18. yüzyılın sonuna büyük toplumsal sınıflaşma dönemine ve 19. yüzyılın başladığı siyasal ve dini değişimlerin yaşandığı günlere kadar sürmüştür. Avusturya’da ve Güney Almanya’da Barok eserlerinin büyük yangınlarda gözümüzün önünde yok olan Antik ve Hristiyan içeriğinin sentezini, sözcükler yardımıyla göz önüne sermeye gerek yok. Hristiyan sanatının bu evreni­ nin ve Hristiyan hümanist geleneğin kuşkusuz burada bazı itirazları vardır ve bunlar daha sonra Reformasyonun yol açtığı değişimleri yaşadı. Bu, yeni bir sanat anlayışını özel bir biçimde gündeme getirdi: Sözden harekede müziğin biçim dilini yeniden anlamlandıran müziğin cemaat şarkılarında yaşayan biçimini (Heinrich Schütz ve Johann Sebastian Bach’ı hatırlayalım). Söz konusu müzik, Hristiyan müziğinin muhteşem geleneğine büyük bir yenilik getirdi, hem de koro şarkılarıyla yani son hesapta Latin İlahi dili ve büyük Papa’ya bir yetenek olarak verilmiş bulunan Gregoryan melodisini yücelten geleneği kesintiye uğratmadan. Sorun, daha doğrusu sanatın meşruiyeti sorusu, böyle bir arka planda, belirli bir yönelime öncelikle sahip olur. Böyle bir sorunsal için aynı soru hakkında öteden beri kafa yoranların yardımına ihtiyaç duyabiliriz. İçinde yaşadığımız yüzyılda tanığı olduğumuz sanatın yeni konumunun, son büyük dalgasını 19. yüzyılın sergilemiş olduğu ortak bir geleneğin kırılması olarak geçerli olması inkar edilemez.

Spekülatif felsefenin büyük düşünürü Hegel ilk defa Heidelberg’de daha sonra Berlin’de Estetik Dersleri verdiğinde, bu derslerde ona çıkış noktası sağlayan m otiflerden biri “sanatın geçmişte kalmışlık niteliği”ni ifade eden öğretidir2. Eğer HegePin sorusu indirgenir ve üze2 Bakınız, H egels D ialektik, Tübingen 1971, s. 8 0 ve devam ı, aynca şu m akale tavsiye edilir, “ K u n st und K u nstphilosop hie der G egenw art. Ü berlegungen m it R ücksich t au f H egel” von D ieter H einrich, yayınlandığı yer, Im m an en te A esthetik- A esthetische R eflexion . Lyrik als Paradigm a der M od em e, hrsg. von W olfgang Iser, M ünchen 1966, ve rinde yeniden düşünülürse, bu sorunun, bizim sanata ilişkin kendimize ait sorulan, onun bizden önce sorduğu hayrede anlaşılacaktır. Giriş sayılabilecek bir gözlem halinde bunu çok kısa olarak sunmak istiyorum. Amacım ise, niçin düşüncelerimizin akışında baskın sanat kavramının doğallığının peşine düştüğümüzü ve niçin sanat olgusunun dayandığı ve onun yeni meşruiyetini dayandırmak zorunda olduğumuz antropolojik temelleri keşfetmeye gerek duyduğumuza ilişkin motivasyonu kavramaya çalışmaktır. “Sanatın geçmişte kalmışlık niteliği” Hegel’e ait bir ifadedir ve hakikati tanımamızı, bilgimizin konusu kılmaya ilişkin hakikat bilgimizin kendisini bilmesi ile uğraşan felsefi amacın abartılı ifadesidir. Bir zamanlarki tarihsel gelişimde ortaya çıktığı gibi, eğer felsefe hakikati kendi içinde büyük bir yekûn veya bir ürün olarak kavrarsa, Hegel’in gözünde, felsefenin üsdendiği bu görev ve konumu tamamlanmış olur. Hegel felsefesinin talebi budur, özellikle de Hristiyan iletinin hakikatini kavramsallığa dökmektir. Bu, Hristiyanlık öğretisinin en derin sırrı olan teslis sırrı için geçerlidir. Bence bu, düşünce için yalnızca meydan okuma olarak değil, aynı zamanda insanlığın akıl sınırlarını aşan söz verme olarak, batıda insan düşüncesinin akışını sürekli ve canlı kılar. G erçekte bu Hegel’e ait cesur bir adımdır. Onun felsefesi, yüzyıllardan beri düşünürler kadar teologların da konuya ilişkin benim yazım ise P h ilosop h isch e Rundschau 15 (1968), s.

291 vc devam ı uğraştığı bu açık sım n peşinden gitmiş, bunu derinlemesine ele almış, bütün yönleriyle kapsamış ve Hristiyanlık öğretisinin bütün hakikatini kavram halinde toparlamıştır. Sözüm ona bu felsefî üçlemenin diyalektik sentezini, tinin daimi uyanışını, Hegel’in yol açtığı anlamda, burada ortaya koymadan önce, Hegel’in sanata ilişkin konumu ve sanatın geçmişte kalmışlık niteliği hakkındaki ifadelerin anlaşılması için, bazı düşüncelere burada değinmeliyim. HegePin düşündüğü, öncelikle, düşüncemize göre o zamanlar erişilmiş bulunan batıya ait Hristiyan resim geleneğinin sonu değildir. Onun, çağdaş olarak hissettiği şey, şimdilerde soyut ve konusuz güzel sanadara ait eserlerde yaşadığımız gibi, yabancılaşma veya meydan okumanın içerisine yıkılma değildir. Bu, batının yüksek ve olgun resim sanatını içeren büyük bir sergi salonuna giren ve öncelikle 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başına ait devrim sanatının devrim ve taç giyme sahneleriyle karşılaşan Louvre müzesi ziyaretçilerine, bugün çekici gelmeyen Hegel’e ait bir tepki değildir. Hegel, Barok ve daha sonraki Rokoko dönemi ile birlikte batıya ait son üslubun insanlık tarihinin sahnesinden geçip gittiğini kuşkusuz düşünmüyordu (Nasıl düşünsün ki?). Bizim ancak geriye bakarak bilebildiğimiz gerçeği, yani tarihselci bir dönemin başladığını o anlamamıştı. Ayrıca 20. yüzyılda 19 yüzyılın tarihsel etkilerinden kurtuluşun, bunu, başka bir anlamda, gerçek hale getireceğini fark edemedi, yani o zamana kadar ki sanatın geçmişte kalmış bir şey olarak gözükmesini. Sanatın geçmişte kal­ mışlık niteliğinden bahsettiğinde, Hegel, sanatın Yunan dünyasında ve tannsal olanın anlatılmasında doğal karşılandığı şekilde artık anlaşılamayacağını düşünür. Bu, Yunan dünyasında tanrısal olanın heykel ve tapınaktaki görünümüdür. Tapınak, güneş ışığında açıkça doğaya doğru uzanır ve doğanın sonsuz gücüne karşı asla kendini kapatmaz. Tannsal olanın insan aracılığıyla biçimde ve insan şeklinde kendini görünür kıldığı büyük heykeldir bu.

Hegel’in asıl tezi, Yunan kültürü için tanrı ve tanrısal olanın, sanatsal ve biçimsel söyleşi formunda kendi kendini açığa çıkarması ve Hristiyanlık ve onun tanrıya yönelik yeni derin bakışında, sanatın biçim ve edebi konuşmanın imgesel dilinde, onun kendisine has hakikatinin uygun ifadesinin artık mümkün olmamasıdır. Sanat artık bizim saygı duyduğumuz tannsal olan değildir. Sanatın geçmişte kalmışlık niteliği, antik dönemin bitişi ile birlikte sanatın meşruiyete muhtaç olması gerektiğini de içeren bir tez ileri sürer. İm a etmek istediğim konu, Hristiyan kilisesi ve antik gelenek ve hümanist karışım aracılığıyla bu meşruiyetin başarısı yüzyılların akışında harika olarak sağlanmasıdır, buna da batının Hristiyan Sanatı deriz

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle