Mehmet Gureli – Hayaller ve Sokaklar

Monica, çift katlı otobüste, güneşin tutulduğu gün doğduğu kente giden bir kadının anılarını okurken, ilk kez mesleğindeki çöküşün tüm boyutlarını atlayarak yeni bir sayfa açması gerektiğini düşündü. Bu arada gözleri hafifçe kapanırken, başını yanındaki koltukta oturan adamın omzuna bırakıverdi. Hava kararmaya başlamıştı ve romanın atmosferine belki de en uygun saatti. Hayalinde uçuşanlar, okuduğu anıların ne ifade ettiği, yazarı Anna’nın onu nereye götüreceğinden çok, kendi yolculuğuyla ilgiliydi. Benzerlikler onu ürkütüyordu. Bir sayfa sonra yaşanacakları görür gibi kitabı kapatıp, yummuştu gözlerini. Sanki okuyacaklarını bildiğinden emindi, anıların kurgusal niteliğini düşünmek bile istemedi. Ateşler içinde yananları görüyordu düşünde. İçlerinden biri ona doğru ilerliyordu: “Ben Anna, evime dönüp elinde tuttuğun kitabı yazacağım…” Ve dumanlar her yanı sardığında her yönden esen rüzgâr kızıl saçlarını tutuşturuyordu. Önce elleri düşüyordu toprağa, sonra onu göremiyordu. “Bir faciayı yaşamış biri nasıl yazabilir ki?” diyordu biri düşünde Anna’ya. Anna da, “Bir fidana anlatırsın her şeyi, gömersin toprağa ve beklersin, yağmurlar yağar, güneş açar, zamanı gelince dökülür kelimeler birer birer sayfalara, yolculuk başlar…” Kazayı görüyordu. Bir otobüsün uçurumdan yuvarlanışını. Bunu, biraz geç de olsa, Anna’ya birinin anlatması gerekiyordu. İçinden bir ses, anıları anlatanın Anna olamayacağını söylese bile, tecrübe, temel gerilimlerden ustalıkla kaçınmamız gerektiğini, oyun ve zenginlik ekseninde uçurum kenarında yürümemiz gerektiğini dikte ediyordu.


Bir ses duyuyordu… Evine dönemeyen Anna’ydı bu. Durmadan yazıyordu rüyasında… Birden uyandı Monica… Otobüs sessizdi, yanındaki adam hâlâ uyuyordu… Tam kitabını okumaya devam edecekti ki otobüs bir tesisin önünde duruverdi, yarım saat burada kalacaklardı. Monica, çantasını aldı, yanındaki adamı hafifçe dürterek, “Mola verildi, belki bilmek istersiniz,” dedi. Ağır bir uykudan uyanan adam, boğuk bir sesle teşekkür etti. Hava çok soğuktu, Monica bir kahve alıp cam kenarında bir yere oturdu, biraz sonra adamın da otobüsten indiğini gördü. “Karşınıza oturabilir miyim?” dedi adam. “Tabii, böyle işletmelerin yeri kalitesinin önüne geçer daima, bir dağın eteklerinde bizi donmaktan kurtarırlar, hayata döndürürler, bazen de sıkıntımızı birkaç dakikalığına üzerimizden alır, yolculuktan düşerler. Ne dersiniz, haksız mıyım? Her yerde, her zaman bunları duyarım…” “Ne okuyorsunuz? Anna’nın anıları, daha başındasınız demek… Bitirmiş olsaydınız, size bir şeylerden söz edebilirdim, ama şimdi çok zor. Babamın doğduğu kentte geçiyor bazı bölümler, benim hiç bilmediğim, ilk kez gittiğim bir yer. Anna’nın seyahate çıkmadan yazdığı yer. Durduğu yer de tam burası, size bunları anlattığım yer.” “Oraya hiç gidemediğini bilerek okumak çok zor olacak, ama kazayı da gördüğüme göre…” “Hangi kazadan söz ediyorsunuz?” “Anılarındaki kazadan tabii…” “Öyle bir bölüm yok ki kitapta…” “Belki düşlerim beni yanıltıyor; kazanın kitapta olduğunu düşünüyorum, korkuyorum ve Anna’nın her satırında bir ürperti içimi sarıyor, sanki beni uyarıyor…” “Bilemem, Anna’nın kitabı beni hep çocukluğuma taşımıştır. Şimdi de oralarda dolaşacağım için çok heyecanlıyım, siz de mi oraya gidiyorsunuz?” “Evet, ama sadece iki günlüğüne, şimdi ise bu geziyi burada kesmek istiyorum, içimde kötü bir his var, bu otobüsle devam etmek istemiyorum, size de şunu söylemek isterim ki siz de binmeyin, başka bir otobüsle gidersiniz. “Lütfen vazgeçin, erteleyin…” “Hayır, ben gitmek zorundayım…” Adam, masadan kalktı, ağır adımlarla otobüse doğru yürüdü, yol arkadaşının koltuğuna oturdu. Monica, pencereden otobüsün gidişini izlerken bir kahve daha almak için yerinden kalktı.

Kırmızı Balıklar… Boris öyle bir düşünceye ulaşmıştı ki birçok tarihi kişiliği artık hikâyeleştirmeye başlamıştı. En çok da Stefan Zweig’dan etkilenmişti. Yapıtları arasında dikkati çeken Samuel de başlı başına bir roman ya da tarihi çağrışımları olan bir anı kitabı olarak düşünülebilirdi. Boris, ayrı bir deftere yazmıştı bu özel kitabı… Henüz tanımadığımız Samuel, diye yazmıştı Boris. Anılarını iki cilt olarak tasarlamıştı. Şöyle başlıyordu kitap: Beni unutmuş gibiydiler odada. Aralarında bulunmaktan hiç hoşnut değildim. Çalışmalara biraz ara verdiklerini sandığım bir anda, bir de gördüm ki hepsi uyuyordu masanın başında. Bedrufi’nin tüm yapıtlarını gözden geçiren kurul üyeleri, aylar süren çalışmalar sonucunda bazı bölümleri yeniden yazdılar, sonra da basılamaz kararını verdiler. Yapacak hiçbir şey yoktu. Baharın ilk günleri… Bir masala başlar gibi sevinçle bahçede dolaşıyordum, ceviz ağaçlarıyla çevrilmiş havuzun kenarından geçerken kırmızı balıklardan üçünün bir dans gösterisi yapar gibi bana doğru geldiklerini gördüm. Öyle ahenkli, öyle ritmik bir yüzüşleri vardı ki gözlerimi ayıramadım uzun süre. Dikkatlice onları seyrediyordum, bir gölge düştü üstlerine, bir anda karşı karşıya geldiğim yüzümün aksi beni ürküttü; sendeledim, kendimi bir banka bıraktım, yorgun balıklarla hayallere daldım… Bir dizi masal kahramanı canlandı beynimin hücrelerinde, beni geçmişe götürdüler, ama küçük kırmızı yaratıklar hep öne geçiyordu hayatımda, onları hiç unutamıyordum. Çok iddialı sayılmazsa, yanlış anlamaları sorgulayan bir dünya özlemiyle, suya ayaklarını değdirmeye çalışan, adını bile bilmediğim o çocuk için aktarmalıyım bir şeyleri… En sonunda düşlerim dağılıyor, ellerim soğuyor. Uyandırıyor beni dişi örümcek.

Kendi çizgimin içine çekiyor dalgalar, bulanık sular, dosyaları, binlerce kâğıdı mürekkepleriyle birlikte sürüklüyor. Ne hareketleri dansa benziyor, ne de renkleri kırmızıya. Benzemek istiyorlar, ama nafile. Çocuğun hikâyesi kalıyor bir tek geride. Suların içinde duyulmayı bekleyen bir çığlık, ellerin arasından sıyrılmaya çalışıyor. Sesler, bahçenin duvarlarına ulaşamıyor bile. Tuğlalar sararıyor zamanla… Temizlenmiş, üstleri çizilmiş önyargılar, yönlendirilmeye muhtaç duygular, kendini göstermeye yarayacak tezler, aranan dış simgeler ve evlere doldurulmuş gereksiz eşyalar, tozlu fotoğraf albümleri… Elini tuttu sevgilisinin, akademinin dev kapısına yazılmış çeşit çeşit sloganlar arasında “ilk bakışta gözüme çarpanlardan sadece birkaçı bunlar” dedi. Yaşamın her sayfası sarı duvarlarda yaşıyordu. * * * Boris, perdelerden sızan ışınlarla sabaha kadar uyumadığı bir gecenin daha sonuna vardığını üzülerek fark etti. Çalışmalarına birkaç saat ara vermek bile onu üzüyordu. Yazdıklarını tekrar gözden geçirirken, notları da defterlere sığamayacak kadar çoğalıyordu. Yine not defterinin sihrine dalmıştı. Yazdıklarından birilerinin rahatsız olacağını, Samuel’in anlattığı çocuğun boğuluşunu düşündü tekrar. Zaman zaman yazdıklarını yayımlayamayacağı aklına geliyor ve hafifçe ürküyor. Sonra yazmış olduğu için seviniyor, bir gün iyi birilerinin eline geçer diye düşünüyor.

Ve sonunda her söylediğimiz şarkı, bize daha önce hiç rastlamamış bir şiirden kopup gelmiş olabilir. En azından duygusunu yollamıştır sessizce. Anlamadığımız her şey, diyordu Bedrufi, bir öncesinde çözemediğimiz bir problemden arta kalandır. Yakaladığımız anlık sevinç de, yitirdiğimiz şeylerin toplamı sayılamaz. Hatta zerresi bile değildir. Garip bir ziyaretçi… Artık pek sesi çıkmayan eski, tanıdık bir çıngırak karşılamıştı onu. Hem de öyle bir anda ki rasgele amaçsızca sokak sokak dolaşırken. Adımları onu eski yaşadığı yere bir mıknatıs gibi çekmişti. Yıllarca top koşturduğu, kaldırımlarında dokuztaş, sessiz sinema oynadıkları, hiç unutamadığı sokakta buldu kendini. Sokağa girer girmez, çevresine daha dikkatli bakmasına rağmen, tanıdık kimseler yoktu görünürde. Aradığı biri olsa da, kapısını çalıp çalamayacağını bilmiyordu. Hatta nasıl karşılanacağını da. Yolun sonuna doğru yürümeye devam etti, eski evlerinin yıkılmamış olduğunu görünce çok heyecanlandı, defterleri geldi gözünün önüne. Ağaçların gölgeleriyle canlanıyordu her şey, kanayan dizkapakları, kırmızı güller, boş arsalar, rayların kıvrımları, denize kaçan toplar ve tarantulanın bir benzeri tek tek sahne alıyordu. Vahit Bey’in udu başlıyordu önce, sonra Fatma Hanım’ın gönül şarkıları… Akıyordu önünde zaman… Bahçenin duvarından kapıya yaklaştıkça, sayfalar, adımlarına yol gösteriyor, silik, biçare panjurlar eski renklerine kavuşuyorlardı.

Kapıdan usulca girmişti, belleğinde belki de en çok yer etmiş, duvardan süzülen, odasının bir rengi saydığı, ondan hiç kaçmayan semenderi arıyordu gözleri. Bahçenin kapısını hafifçe araladı, adımları toprağa her dokunuşunda bir zamanı yaşatıyordu ona, bıraktığı izler bir oyun getiriyordu aklına. Kuşların cıvıltıları eşliğinde biber kokuları yayılıyordu etrafa. Domatesler de köftelere yanaşıyordu geceleri ve tren sisler içinden ağaçları selamlıyordu. Yaz geceleri böyleydi o zamanlar. Ve sık sık Del Shannon çalardı radyolar o sıralar. Fransız komşuları Jacques, Poe okurdu; Baudelaire’in çevirisinden. Evde kimse yoktu, bundan emindi, ama karşısına biri çıksa, sadece, “Ben eskiden burada otururdum,” demekle yetinecekti. Sonrası ne gösterir, bilemezdi. Ona göre korkacak bir şey de yoktu. Yıllarca oturduğu eve, on yıl sonra ilk kez geliyordu. Böyle bir şeyin şimdiye kadar hiç aklına gelmemiş olmasına hayıflandı. Zili uzun uzun çaldı ve mutfak kapısından içeri süzüldü. Sessizce zamana uzandığında, en çok bahçeyi tekrar görmek istediğini, geçmişini bu ağaçların yanında bıraktığını söyleyecekti bir çırpıda kendine. Sanki o duyguyu tekrar yaşayacağından emindi şimdi.

Havuz boştu ve güllerden eser yoktu. Panjurlar kırık dökük, düşmemek için direniyorlardı. Ama az da olsa evin mütevazı görünümü eski halini hâlâ koruyordu. Acaba şimdi kimler yaşıyordu burada, onlarla konuşsa ona ne anlatırlardı? Onun anlatacaklarını dinlerler miydi? Koridoru geçerken heyecanını çoktan üzerinden atmış, kendini yine evindeymiş gibi hissediyordu. Salona girdiğinde ise her şey uçuverdi birden. Sanki perdelerin renkleri ya da koltukların duruşu küçültüyordu alanı. Başka bir evde gibiydi, masa bahçeye itiyordu onu, belki de sürüklüyordu. Mekândan kendini dışarı atmak, kaçmak istiyordu. Bir süre daha bahçede dolaştı, sonra sıkıldı, eskiden yaşadığı ev de olsa, izinsiz girmemesi gerektiğini düşündü. Hava kararırken yine sokaklardaydı… Evine vardığında, küçük bir yolculuktan dönmüş gibi, masasına oturdu, daldı gitti. Ertesi sabah eski evde, Volt, telefonun çalmasıyla hiç istifini bozmadan Dor’a, “Sen bakar mısın,” dedi. Düşündüğü, odanın içinde her geçen gün biraz daha büyüyen semenderden hiç söz etmemekti. Bir nedeni olduğunu da düşünmüyordu, ama bu konuda Dor’la bir şey paylaşmak niyetinde değildi ya da bize öyle aktarılmıştı. Kahvesini aldı, bahçeye çıktı ve yabancı ayak izlerini hemen fark etti, ama pek umursamadı ve bundan da kimseye hiç söz etmedi. Yolculuk… Kamarasında, Stevenson’ın Define Adası kitabını okurken görüyordu kendini.

Yıllar önceye yaptığı bir yolculuktu bu. Kimseyle bir şeyler paylaşamadığı zamanlar geliyordu gözünün önüne. Kumsalda üşüyor, gözlerini ayıramıyordu gemilerden. Bir mayıs günü kırgınlık yoktu gidişinde, istemeden veda etmişti sessizce. Denizlere açılmayı hayal eden bir çocuk, dalgaların sesleriyle uyumlu, bilmediği bir gemiye doğru uzaklaşıyordu sahilden. Tabii haritada adalara çarpıyordu kalbi ilk seferde, gülüyordu halatların üzerinde tayfalar. İlk yolculuğun heyecanını, seçiminin ona neler hazırladığını hesaba katmadan her şeyi göze alışını birleştiriyordu zaman. Kare kare çekiyordu kürekleri, yorulmuyordu kolları. Merdivenlerden çıkarken bir Nat King Cole şarkısı bekliyordu güvertede. Fısıldıyordu, sen de benim gibisin, derinlerde sen de benim gibisin… Sandal dönüyordu. Kitabına gömüldüğü anlar yansıyordu camlardan. Ve yağmur tanelerinin pencereye ilk düştüğü saniye, yastığının altına bıraktığı, bir türlü kopamadığı bir hazineyi bulduğu sayfalarda yaşıyordu. Bir selam bile veremeden geçtiği liman kentleri, kaptandan her gece dinlediği maceraların burukluğu ile bütünleşiyordu. Maria’nın her seferinde bir şarap kadehine bıraktığı gözyaşları da cabası… Derinlerde sen de benim gibisin. Tüm çocukluğunun sevinçlerini düşünmeye başladığında, bir kadın özellikle düşlerinde onu sıkça ziyarete geliyordu.

Merdivenden süzülüyordu yavaşça, kapıyı açıyor ve hızlı adımlarla yanına geliyordu. Onunla her zaman çok kısa görüşüyor, kadın ona bazı yiyecekler sunuyor ve her göründüğünde bir kitap bırakıp gidiyordu. Bir türlü adını söyleyemiyor, ama bir benzerlik var, diyordu. Tadını bir türlü hatırlayamadığı her şeyde olduğu gibi, hatta bazen farklı bulduğuna yemin edeceği Marsilya’daki o küçük kafede yediği peynirde bile. En azından ışıkların yüzüne bıraktığı o korkunç nağmelerin hüznünde görülebilir o izler. Bir yara gibi olmasa da, belirgin, kazınmış hücrelerine. Yeni bir gün mü doğuyor şimdi? En beklenmedik saatte, geç vakitte. Bıçağını görmek arzusuyla, en az yüz kez bileklerini kestiğin dakikalar, kaybetmesi gereken büyük bir iyilik sunuyor masalarda. Deneylerimiz bizi alıp götürüyor dudaklardan uzaklara. Sabah olduğunda yazmaya başlıyordu. Jack, Herman ya da Joseph oluyordu kalemi. Stevenson’un adasındaki büyüden söz ediyordu kelimeler. O çocuğun gölgesinde nefes alıp veriyordu adalar. Bir canlı olmanın kutsallığını hissedemeyenler için çalıyordu tamtamlar. Reçele bulanmıştı kedi… Geminin bir köşesinde öylece oturmuş, güneşin batışını seyrediyordu.

Gerçeğin titreşimlerine inanmak zordu artık onun için, yüzüne vuran ışıkla okyanusun ortasında kendini sulara bırakmış, nefes almanın denize açılmakla aynı anlama geldiğini tekrarlıyordu. Oturduğu yerde dikmişti gözlerini takvime, evden deniz de görülüyordu. Bazen evini gözlüyordu düşleri, bazı geceler limanları. Işıklar da benziyordu karanlıkta birbirine, kol kola dolaşan gölgeler de… Her yürüyüşünde sayıyordu adımlarını, yağmur ulaşmıştı kıyıya. Islak kaldırımlara karşı koyamıyordu. Bunu her akşam yapmaya çalışıyordu. Jean, bir yerde, yaşadığı dönemde bir yeri olmadığı için kaybedenlerden söz ediyordu. Ayrıca sormuyor, kesin bir dille ifade ediyordu: “Sadece senden söz etmiyorum, bütün kayıp çizgilerden bahsediyorum. Eğri, düz ya da yoldan çıkmış ne varsa… Hepsini toplamak istiyorum yola çıkmadan önce. Pencereden gemilere bakıyorum…”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir