Miguel de Cervantes Saavedra – La Mancha’li Yaratici Asilzade

Birinci kısmının basıldığı 1605 yılından beri en çok okunan, en çok sevilen, en çok yorumlanan ve yeniden en çok yazılan La Man-cha’lı Şövalye Don Quijote ve silahtarı Sancho Panza’nın serüvenleri, güzel bir çeviriyle, Türkçe’ye kazandırılmış bulunuyor. Romanın “öz” babası Miguel de Cervantes Saavedra, kendisini izleyen tüm romancıları yapıtlarının “üvey” babası konumuna düşüreceğini –çünkü Don Quijote’den şu ya da bu biçimde etkilenmemiş tek büyük romancı yoktur– okuruna şu mütevazi önsözle seslenirken bilebilir miydi? Aylak okur: Bu kitabın, zihnin, düşünülebilecek en güzel, en zarif, en akıllıca ürünü olmasını isterdim; buna yeminsiz inanabilirsin. Ancak, tabiat kanununa karşı çıkamadım; tabiatta her şey, benzerini doğurur. Benim kısır, gelişmemiş zekâm da, her türlü rahatsızlığın hâkim olduğu, her türlü hazin sesin duyulduğu bir hapishanede doğmuşçasına kuru, kırışık, maymun iştahlı ve çok çeşitli, kimsenin aklına gelmeyecek düşüncelere boğulmuş bir evlâttan başka ne doğurabilir?. Ama Don Quijote’nin babası gibi görünsem de, üvey babası olan ben, âdetlere uyup, başkalarının yaptığı gibi, neredeyse gözlerimde yaşlarla, oğlumda göreceğin kusurları affetmen veya görmezden gelmen için sana yalvarmayacağım, sevgili okur. Cervantes’in kuru, kırışık, maymun iştahlı diye takdim ettiği Don Quijote, edebiyat dünyasında yer aldığı günden zamanımıza en zengin yorumlara vesile oldu. On sekizinci yüzyılda aklın ve gerçekçiliğin övgüsü olarak baş tacı edildi. On dokuzuncu yüzyıl romantikleri bu yorumu tam anlamıyla ters yüz edip, Don Quijote’nin kişiliğinde yenilmez idealizmi, dışlanmış yaratıcılığı, giderek, horgörülmüş diğergâmlığın İseviliğini buldular. Yirminci yüzyıl varoluşçuları için o, abes yaşamın benlik arayışından ödün vermeyen vakur kahramanıydı. Daha felsefi okumalarda Sancho’yla birlikte, idealizmle materyalizmin diyalektiğini simgeliyordu; politik eğilimliler ise bu anlatıda ütopyen sosyalizmin ilk örneklerinden birini gördüklerini düşündüler. Ve bütün yüzyıllar için, sanatın sanatla, sanatın yaşamla, ve sanatın insanla ilişkisini irdeleyen en baştan çıkarıcı anlatı olarak kabul edildi. Feodal düzenden merkantilist düzene geçişin örnek kitabı olarak sosyolojik ve tarihsel okumalara konu olurken, başkişisi Don Quijote’nin deliliği psikolojik tahlil ve teşhislere tabi tutuldu. Onun bu deliliğinin nedeni olarak gördüğü şövalye edebiyatının yergisinden yola çıkarak Cervantes’in gerçekleştirdiği edebi türler parodisi ise, edebiyatta metinlararası doğurganlık sorunsalının paradigmatik anlatısı sayıldı.


Bu yorum zenginliği Ortega y Gasset’den Jorge Louis Borges’e kadar hiçbir yazarın gözünden kaçmamıştır. Geç bir yaşta, ve artık neredeyse şan şöhretten umudunu kestiği bir noktada Don Quijote’yi okur dünyasına sunan Cervantes’in, kuşkusuz buluşmaya çalıştığı bir “ideal” okuru vardı: Sen onun [Don Quijote’nin] ne akrabasısın, ne arkadaşı; ruhun kendi bedeninde; gayet yetenekli, hür bir iraden var; evindesin ve kralın vergilerinin efendisi olduğu kadar, sen de evinin efendisisin; bilirsin, herkes kendi evinde kraldır. Bütün bunlar, seni her türlü saygı ve mecburiyetten azade kılıyor; kısacası, hikâye hakkında, kötü söylersen karalanmaktan, iyi söylersen ödüllendirilmekten korkmadan, istediğini söyleyebilirsin. Her ne kadar Cervantes önsözünde böyle dese de, daha kitabın başında onun okurunun yakasını kolay bırakmaya niyeti olmayan bir yazar olduğunu anlarız. Çünkü Cervantes, Shakespeare’le birlikte belki de ilk kez, “modern” okuru düşlemiştir. Ve düşlediği bu okur, neredeyse düşlediği “yaratıcı” şövalye Don Quijote kadar, romanının içindedir. Baş oyuncu Don Quijote, kendi yarattığı oyunlar girdabında kayboladursun, Cervantes de okuruyla oynadığı oyunlarla bu girdabı tepeden gözler. Okur, Don Quijote’de edilgen bir dinleyici değil, etkin bir yorumcu olarak düşlenmiştir. Bu okur, kendi yargılarına özgürce varan, otoriteden kurtulmuş okurdur. Bu okurla kurmak istediği çok özel bağ gereği, Cervantes kitabına klasik metinlerden alıntılarla başlamak yerine onu “kupkuru” sunmayı yeğler. Çünkü bir şekilde sezmiş olmalıdır ki, bu kupkuru dediği dal üzerinde edebiyatın en özgür türü, yani roman yeşerecektir. Cervantes’in Önsöz’deki “sözde” kaygılarının tam üzerine gelen “arkadaş” aslında kitapta okurun oynadığı ilk etkin rolü gerçekleştirir. Arkadaş bu kitabı okuyup ne anlaması gerekiyorsa onu anlayacak “akıllı” ya da “ideal” okurdur. Cervantes’in “saman gibi kupkuru, yenilikten yoksun, üslubu güdük, kavram yoksulu bir hikâye” dediği La Manchalı Don Quijote’nin öyküsüyle “halk denilen eski kanun koyucu”nun karşısına çıkmaktan duyduğu kaygıyı bu arkadaş/okur şöyle giderir: Önemli olan tek şey yazılanlarda taklitten yararlanmaktır; taklit ne kadar mükemmel olursa, yazılan da o kadar iyi olacaktır. Sizin bu kitabınızın amacı, şövalyelik kitaplarının dünyadaki ve halk üzerindeki otoritesini, etkisini kırmak olduğuna göre, filozoflardan cümleler, Kutsal Kitap’tan nasihatler, şairlerden efsaneler, retorikçilerden söylevler, azizlerden mucizeler dilenmenize gerek yok; aksine, cümlelerinizin, paragraflarınızın, sade bir şekilde, anlamlı, açık, yerinde kelimelerle, fikrinizi mümkün olduğunca canlandırması, düzgün ve renkli olması için uğraşın; kavramlarınızı karmaşık, karanlık hale getirmeden anlatın. Ayrıca, hikâyenizle hüzünlü kimseleri neşelendirmeye, neşelilerin neşesini arttırmaya çalışın; saf kimseleri kızdırmayın, zeki kimseleri yeniliğine hayran bırakın, ciddi kimseler küçümsemesin, ihtiyatlı kimseler de övmeyi ihmal etmesin. Bu tavsiyede arkadaş/okur’un gösterdiği yol, taklit, yani Aristoteles kuramının mimesis kavramıdır.

Aslında okurunu, sanat yoluyla gerçekliğin temsili diye açıklayabileceğiniz bu kavramın çok ötesine geçmiş bir uygulamayla karşı karşıya bıraktığını biliyordu Cervantes. “Şövalyelik kitaplarının dünyadaki ve halk üzerindeki otoritesini, etkisini kırmak” bir yana, Don Quijote Rönesans’ta kullanılan bütün türlerin otoritesini yıktı. Eğer kitapta parodisi yapılan türlerin bir listesini yaparsak, bu listenin, Cervantes’in çağındaki tüm edebiyat türlerini kapsadığını görürüz. Don Quijote’de Orlando Furioso’nun (I, 26), Marcela ve Grisóstomo’nun öyküsünde pastoral romansın (I, 13), Ginés de Pasamonte’nin bitmemiş kitabında pikareskin (I, 22), Münasebetsiz Meraklının Hikâyesi’nde Rönesans ibret öykülerinin (I, 33-34), Dorotea’nın serüveninde Bizans romanının (I, 30), Esirin Hikâyesi’nde Doğu öykülerinin (I, 39-41), Sancho’nun ruhlardan korkarak geçirdiği gecede halk mizahının (I, 20), Sancho’nun yöneticiliğe soyunduğu serüvende adil yönetim risalelerinin (II, 42-43), yönetimi sırasında Sancho’ya oynanan oyunlarda karnaval mizahının (II, 51, 53), Montesinos mağarasına inişte epik yeraltı yolculuğunun (II, 22), Dulcinea del Toboso övgülerinde ruhani aşkın, Katedral Üyesi’yle sohbette çağın edebiyat anlayışının (I, 48) düz ya da alaylı parodileri yapılır. La Mancha’lı “yaratıcı” şövalye Don Quijote yalnızca Montiel ovalarında değil, çağının düşgücünün ifade bulduğu tüm yaratıcı ve düşünsel söylemlerde de dolaşır. Bu tür ve söylemlerin sınırlarını sürekli genişletir, içeriklerini bulandırır, kurallarını bozar, ya da girdiği derin tartışmalarda (askerlik mi sanat mı daha yararlıdır bir toplum için, gibi) birbirleriyle yarıştırır. Sonunda hiçbirini benimsemez; ölüm döşeğinde yatarken başucunda ağlayan Sancho Panza’nın çobanıl ütopya’ya kaçma yakarışlarına bile kulaklarını tıkar ve İyi İnsan Alonso Quijano olarak ölür: La Mancha’lı Şövalye Don Quijote’nin öyküsü de böylece onun ölümüyle biter. Ama arkasında bitmemiş birçok öykü bırakarak. Bunlardan birisi kitapta hem serüvenci, hem yazar, hem sanatçı, hem de desdichado (bahtsız) olarak bir parça da Cervantes’i çağrıştıran Ginés de Pasamonte’nin öyküsüdür. Ginés hapisteyken hayatının hikâyesini yazmıştır ama sıkışınca iki yüz riyal karşılığında kitabı rehin bırakmıştır. Ama durumu düzelir düzelmez, ne bahasına olursa olsun, kitabını kurtarmaya kararlıdır. Ve Ginés bu kitabın henüz bitmediğini söyler meraklı dinleyicisi (ve potansiyel okuru) Don Quijote’ye. Çünkü henüz yaşamı bitmemiştir. “Bu kitap gerçektir,” der Ginés, “hiçbir uydurma öykü de onunla boy ölçüşemez.” Ginés’in sürmekte olan yaşamına bağlı bu gerçeklik, romanın peşine düşeceği gerçekliktir.

Bireyler, toplumsal sınıf temsilcileri (dük, düşes, Ricote, Yeşil Şovalye, Asker, Yahudi, vb), söylemler ve edebiyat türleri arasında sürekli sorgulayan, irdeleyen, kâh olumlayan, kâh olumsuzlayan bir diyalog Don Quijote’nin ana eksenidir. Daha Önsöz’le birlikte okur da bu diyaloğa çekilir. Önsöz’ün “ben”iyle –ki bu “ben”in Cervantes olduğunu varsayabiliriz– arkadaş/okur arasındaki bu diyaloğun açısı anlatı boyunca sürekli genişleyecektir, öyle ki 360 derecelik bir tam açıyla tekrar okur/yazar özdeşliğinde tamamlanıncaya kadar. Don Quijote’nin hermönetik dairesi de bence budur. Nitekim Borges de böyle düşünmüş olmalı ki “Don Quijote’nin Yazarı Piérre Menard” öyküsünde Don Quijote gibi bir metin yazma saplantısındaki kahramanına bu daireyi tamamlatır. Öykünün sonunda Piérre Menard’ın yazdığı metni okuduğumuzda, bu metnin Cervantes’in metniyle noktası ve virgülüne dek aynı olduğunu görürüz. Bunun anlamı şudur: Her yazar bir parodist, her yazın metni bir parodidir; ama en büyük parodist okurdur çünkü her okuma, okunan metnin yeniden yorumlanması, dolayısıyla yeniden yaratılmasıdır. Şimdi, Önsözde başlayan okur/yazar diyaloğunun açısının nasıl genişleyip tam açıya dönüştüğüne ve kitabın kurgusunda bunun hangi yorum katmanlarını geliştirdiğine bakalım. Don Quijote’nin ilk cümlesinde birincil bir anlatıcıyla karşı karşıya olduğumuzu düşünürüz: “La Mancha’nın, adını hatırlamadığım bir köyünde” diye başlar çünkü öykü. Ama çok geçmeden bu anlatıcının hikâyesini birinci elden değil, ikinci elden anlattığını keşfederiz: “Soyadının Quijada ya da Quesada olduğu söylenir; yazarlar arasında (abç) bu konuda farklı görüşler bulunmaktaysa da, güvenilir kaynaklardan (abç), soyadının Quejana olduğu anlaşılmaktadır.” Buradan anlarız ki anlatıcı hikâyeyi birinci elden anlatmıyor, onun da başvurduğu kaynaklar var. Ve birkaç sayfa sonra görürüz ki Don Quijote, şövalye olmaya karar verdiği anda, yaşamının bir çok anlatıya konu olacağını da bilmektedir; ileriye bir atıfla bu anlatıcılarla hemen bir diyaloğa girer; bu diyaloğu kitap boyunca da hiç kesmemek üzere: “Bu eşsiz öyküyü nakledecek olan ey bilge büyücü, kim olursan ol, sana yalvarırım, sevgili Rocinante’mi, bütün yolculuklarımda bana eşlik eden ezelî dostumu unutma.” Başlangıçtaki anlatıcı, böylece, kendinden önceki anlatıcılarla (geçmiş) sonraki anlatıcılar (gelecek) arasında yalnızca bir halka oluşturur. Bu, yazarlık bağlamında, anlatının düz-zamansal eksenidir. Ama olaylar çok ilerlemeden, Vizcaya’lıyla Don Quijote arasındaki çatışmada, bu halka ansızın kopar.

Don Quijote, dediğimiz gibi, kılıcı havada, ortadan ikiye bölmeye kararlı bir şekilde hazır bekleyen Vizcaya’lının üzerine geliyordu. Vizcayalı da aynı şekilde, kılıcı havada, minderi siper etmiş bekliyordu; . Ama işin acıklı yanı şu ki; tam bu noktada ve bu yerde, bu hikâyenin yazarı, Don Quijote’nin bu kahramanlıklarıyla ilgili, aktardıkları dışında bir kayıt bulamadığından ötürü, özür dileyerek, bu çarpışmayı askıda bırakıyor. Gerçek şu ki, bu eserin ikinci yazarı, bu kadar ilginç bir öykünün, unutuluşa terkedildiğine, La Mancha’lı dâhilerin bu kadar meraksız olup arşivlerinde, bu ünlü şövalyeye dair birtakım belgeler bulundurmadıklarına inanamadı ve bu düşünceyle, bu hoş öykünün sonunu bulmaktan umudunu kesmedi (abç). Bu çok klasik bir okuru meraklandırma numarasıdır. Ama anlatıyı dondurup okuru tekrar, aktif olarak anlatının içine çekme işlevini de görür. Sanki okura rahat vermemektir amaç, onun da anlatının kurgulanmasına katılımını sağlamaktır. Bunu izleyen bölümde kayıp metnin arayışı başlar. Anlatıcı çok mutsuzdur, çünkü . bu kadar az bir kısmı okumanın zevki (abç), bu kadar hoş bir öykünün kanımca çok olan eksiğini tamamlamanın zorluğunu düşündükçe, sıkıntıya dönüşüyordu (abç). Bu kadar iyi bir şövalyenin hiç görülmemiş kahramanlıklarını yazma görevini üstlenmiş bir bilginin olmaması, bana imkânsız ve geleneğe aykırı gibi geliyordu. Burada ilk anlatıcı artık okurla özdeştir. Italo Calvino’nun Eğer Bir Kış Gecesi Bir Yolcu’sunda olduğu gibi, bu metin arayışı yolculuğu aynı zamanda bir okuma, hattâ düşleme davetidir. Öykünün durduğu bu an, her türlü öyküye gebe bir andır çünkü. Çok geçmeden meraklı okur, ya da ilk anlatıcı, aradığı öykünün devamını bulur.

Bulur da, sıkıntısı burada bitmez, çünkü bulduğu metin Arapça’dır ve o Arapça bilmez. Arapça metnin sahibi Seyyid Hâmid Badincani isminde bir yazardır. Meraklı okur çareyi bu metni çevirtmekte bulur. Artık ilk anlatıcıyla okur, asıl metne eşit uzaklıktadır. İkisi de öyküyü çeviriden izlemektedirler. Ve ikisi de araya karışması muhtemel sonsuz sayıda başka yazara hazırlıklıdırlar. Bunlar, diğer arşiv yazarları, Avellanada, Piérre Menard, Italo Calvino, Orhan Pamuk olabilir. (Beyaz Kale’nin çıkış noktasının Esirin Hikâyesi’nin anlatılmamış kısmı olduğunu düşünüyorum.) Dolayısıyla, Vizcaya’lı kesintisinden sonra tamamlanan hermönetik daire, kapalı bir daire değildir. Sonsuz sayıda yorum ve yeni metin katmanlarının üzerine bina edileceği bir silindirin tabanını oluşturan daire gibi düşünebiliriz belki bunu. Bu silindirin dairelerini tabandan tavana doğru izlersek kurmaca ve üst kurmaca katmanlarının her an birbiri üzerinde biriktiğini farkederiz. Cervantes’in okuru kurmacanın içine çekip, onunla bu kurmacalığı paylaştığı, değişik taktik ve stratejilerini sergilediği, uydurduğu çeşitli yazar maskeleri ardına gizlendiği yerlerde anlatı üst kurmaca, bütün bu kurgunun sahibinin kendisi, Miguel de Cervantes Saavedra olduğuna dair ipuçları verdiği yerlerde de anlatı kurmaca olarak ilerler. Üst Kurmaca Olarak Don Quijote Kitabın ilk sayfalarında gerçekten şaşırtıcı, yaratıcı kahramanımızla tanışırız. O güne dek kendi halinde bir asılzade olarak yaşayan Alonso Quijana, okuduğu şövalye romanlarının etkisinde kalarak tek başına dünyayı değiştirmeye, haklıyı savunup haksızı cezalandırmaya, ama bu işi de kitabına, yani şövalye romanlarına, uygun bir biçimde yapmaya karar vermiştir. Gerçeği değil kurguyu taklit edecektir.

Alonso Quijana’nın bu kararını uygulamaya karar verip Don Quijote’ye dönüşmesini betimleyen sayfalar bir tiyatro sahnesi gibi yazılmıştır; sanki başoyuncu, sahne ışıkları altında giysilerini değiştirip, oyundaki rolüne hazırlanmakta ve bunu da neredeyse Brechtvari bir biçimde, sahne arkasında değil de, seyircinin gözleri önünde yapmaktadır, Büyükdedelerinden kalma, paslanmış, küf tutmuş zırhı bir güzel temizleyip parlatır ve giyer; miğferin kullanılamaz halde olduğunu görünce kendine kartondan bir miğfer yapar. Dayanıklılığını sınadığında sonuçtan pek memnun kalmaz ama ikinci bir denemeye de girmez, elindekiyle yetinmeye karar verir. Bundan sonrası için de sözcüklerin büyüsüne başvurur. Karton miğferin güvenilmezliğinin karşısına Don Quijote de La Mancha sözcüklerinin ritmini, Dulcinea del Toboso’nun sevdalı müziğini, Rocinante’nin kafiyesini diker. Artık “yaratıcı” şövalyemiz sözcüklerden kurulu oyununa hazırdır. Bu kostümden ve bu dilden hiç vazgeçmeyecektir. O, defalarca gözlemlendiği gibi, yalnızca edebiyatın en tutarlı yanılsama ustası değil, sanal gerçekliğin de ilk sahneleyicisidir. Bu sanal gerçeklik sahnelerinde berber leğeni Mambrino’nun miğferi, eşek üstündeki köylü kızlar Dulcinea ve nedimeleri, hanlar şato, hancılar prens, han hizmetçileri prenseslerdir. Yeni kıyafetiyle köyünden çıkmaya hazırlanan Don Quijote, yaratılışı böyle okurun gözleri önünde gerçekleşen ilk kahramandır. Kendini yarattıktan sonra sahneden inen ve yollara düşen Yaratıcı Şövalye, aynı zamanda sürekli kendi metnini de üretecek ve bu metni başka metinlerin karşısına koyacaktır. Ona kim olduğunu anımsatmaya kalkan çiftçiyi fena halde azarlar: “Bakın saygıdeğer efendim, ne yazık ki ben Don Rodrigo de Narvaéz de değilim, Mantova Markisi de, ben komşunuz Pedro Alonso’yum. Zat-ı âliniz de ne Baudouin’siniz, ne İbn-is-Serrac; siz dürüst asilzade Señor Quijana’sınız.” “Ben kim olduğunu biliyorum,” dedi Don Quijote. “Ne olabileceğimi de biliyorum; yalnız söylediklerim değil, Fransa’nın On İki Asilzadesinin hepsi, hattâ Meşhur Dokuzların hepsi; her birinin tek tek ve hepsinin birlikte gösterdiği kahramanlıkları geçecek benim kahramanlıklarım.” On yıl sonra yazdığı Don Quijote II’de Cervantes okurla oynadığı oyunlarla anlatıyı tümüyle metnin içine hapseder.

Bu kitapta çevirmene de daha aktif bir rol düşer, “sözümona” çevirmen sürekli okurla Badincani ve ilk anlatıcı arasına girer. (II, 8, 10) Birinci Kitabın son fiyaskosundan sonra İkinci Kitabın başında Don Quijote’yi gene köyünde buluruz. Bir yandan dinlenmekte, bir yandan da, yeğeni ve bakıcısının önlemleriyle, şövalyelik sevdasından kurtarılmaya çalışılmaktadır. Bu arada ünü tüm İspanya’ya yayılmıştır. Üstelik Birinci Kitapta anlatılan seüvenlerin sahte devamları yazılmaktadır. Kendinin ve kendi metinlerinin tek yaratıcısı olma iddiasındaki Don Quijote’yi bunları duymak çok rahatsız eder. Salamanca’da öğrenim görmüş Sansón Carrasco’yu çağırarak kulağına gelenlerin doğru olup olmadığını sorar. Don Quijote, Sancho, Sansón Carrasco birinci kitabı konuşmaya başlarlar; bu aynı zamanda metin içinde metin değerlendirmesidir. Cervantes bu fırsatı birinci kitapta yaptığı bazı dalgınlıkları düzeltmek için kullanır: Örneğin, Sancho’nun Karakaçanının kaybolduğunu unutması ve Sancho’nun eline geçen yüz altını ne yaptığını söylememesi gibi. Ayrıca kahramanlarımız Sancho ve Don Quijote birinci kitapta herşeyin anlatılmış olmasına da burkulurlar, çünkü serüvenlerinin içinde bilinmesi işlerine gelmeyenler vardır. Yanguaslardan yedikleri dayaklar, Sancho’nun battaniyeyle altı okka edilmesi gibi. Münasebetsiz Meraklı öyküsünün kitapta yer almasını tümüyle Seyyid Hâmid’in kaprisine bağlarlar; sırf canı çektiği için, uysa da uymasa da kitaba katmıştır bu öyküyü Badincani. Roman karakterlerinin yazarlarına karşı ayaklandıkları bu bölüm tam bir üst kurmaca oyunudur ve sonradan Pirandello’nun Altı Karakter Yazarını Arıyor, ya da belki Ahmet Mithat Efendi’nin Müşahedat gibi yapıtlarına ilham kaynağı olacaktır. Ayrıca Sancho Panza’nın ağzından kitabın birinci kısmına okurun tepkisini de dinleriz: “Halk zat-ı âlinizi zırdeli, beni de en az o kadar sersem kabul ediyor. Asilzadeler, zat-ı âlinizin asilzadelik sınırları dışına çıkarak Don lâkabı aldığınızı, üç bağ kütüğü, iki dönüm arazi, sırtınızda bir çulla, şövalyeliğe kalkıştığınızı söylüyorlar.

Şövalyeler ise, küçük asilzadelerin, özellikle pabuçlarını isle parlatıp siyah çoraplarını yeşil ipekle onaran silahtar asilzadelerin, kendileriyle rekabete girmelerini istemediklerini söylüyorlar.” Don Quijote’nin, yazarın bir ikinci kısım planlayıp planlamadığına ilişkin sorusuna Sansón olumlu yanıt verir. Oysa o ikinci kısım zaten o anda okuduğunuz kısımdır. Hapsedildiğimiz metinsellik içinde sanki merkezçek bir kuvvetin elinde bir metinler ve oyunlar girdabına sürükleniriz. Sancho’nun El Toboso’da Dulcinea’yı aramasıyla Salamanca’da Sansón Carrasco’yu araması arasındaki fark nedir? Böyle bir fark var mıdır? Bu arada anlatının duraksamaları sıklaşmış, sahte yazarlar (anlatıcı, çevirmen, Badincani) daha aktif ve oyunbaz bir ilişki içine girmişlerdir. Don Quijote ise ciddi kaygılar içindedir: Yaşamını kaleme almış olan tarihçi acaba dürüst bir yazar mıdır, yoksa o da düşmanı büyücülerle işbirliği halinde midir? Anlatıcının ona düzdüğü övgüleri hakeden biri midir, yoksa bir yerde Allah’a dua ederken, başka bir yerde katolik bir Hırıstiyan olarak yemin eden üçkâğıtçının biri midir? Burada işleri daha da karıştırmak için araya çevirmen girer ve çelişkili gibi görünen bu iki ayrı yemin için pek de ikna edici olmayan bir açıklama getirir: Bu müthiş hikâyenin yazarı . her şeyi olduğu gibi, gerçekten bir nebze olsun ayrılmadan, bir şey ekleyip çıkarmadan, kendisine yalancı diye yapılabilecek suçlamalara aldırmadan, yazmıştır; iyi de etmiştir, çünkü gerçek incelse de kopmaz ve zeytinyağının suyun üstüne çıktığı gibi, daima yalanın üstüne çıkar. İkinci Kitabın ilk önemli serüveni Sancho ve Don Quijote’nin Dulcinea’yı bulmak üzere El Toboso’ya gitmeleridir. Bu yolculukta Sancho zor durumdadır, çünkü Dulcinea’yı görüp konuştuğuna dair evvelce uydurduğu yalanların ortaya çıkmasından korkmaktadır. Sonunda tek çıkar yolun yalanlarına devam etmek olduğuna karar veren Sancho Panza, ilk gördüğü köylü kızını Don Quijote’ye Dulcinea diye yutturarak bu işten yakasını sıyırmaya çalışır. Metinsellikte tümüyle yitmiş Don Quijote ise tombul, çirkin ve kaba köylü kızını bir prenses olarak, yani “gerçek”te olduğu gibi görememesinin şanssızlığını düşmanı büyücülere atfederken, kız katırından düştüğü zaman yerden kaldırmak üzere yanına yaklaştığında duyduğu ağır sarımsak kokusuna bile kulak asmaz. Duyuların askıya alındığı bu kurgu dünyasının bir sonraki misafirleri, Rönesans’ın en popüler kurgu türünün ustaları tiyatrocular olacaktır. Bu yanılsama üstatlarının işlevi “adım başı karşımıza bir ayna koyup insan hayatındaki olayları canlı olarak bize göstermek” olarak, yani kelimesi kelimesine Aristoteles’in mimesis kavramına göre tanımlandıktan sonra, izleyen serüvende, Cervantes bu munis yanılsama açısını genişletir; mimetik ayna metaforu yerini yaşamı değil durmaksızın kurgusallığı yansıtarak çoğaltan aynalar metaforuna bırakır. Çünkü tiyatrocuların hemen ardından Don Quijote’nin karşısına zırhına aynalar nakşolmuş Aynalar Şövalyesi kılığındaki Sansón Carrasco çıkacaktır. Sözümona amacı Don Quijote’yi teke tek dövüşte yenip köyüne dönmeye zorlamaktır.

Ama beklediğinin aksine yenilen kendisi olur. Bundan sonraki serüvenler de Dük ve Düşes’in şatosunda baş döndürücü bir hız kazanacak donkişotluk oyunlarıdır. Dük ve Düşes’in şatosunda sırf bu soyluların can sıkıntısı geçsin diye düzenlenen donkişotluk senaryoları giderek aşağılayıcı, anlamsız şakalara dönüşürken, kitabın baştan beri izlediği yanılsama/gerçeklik çatışması ekseni de yerini yalnızca yanılsama eksenlerine bırakır. Delice de olsa Don Quijote’nin savunduğu şövalyelik ahlâkı Dük ve Düşes’in oyuncağı haline gelir. Don Quijote’nin ikinci seferinin son seferi olacağını sezmeye başlarız, çünkü donkişotluğun getirdiği bu aynalar labirentinden tek çıkış yolu donkişotluğun terkedilmesiyle olabilir. Nitekim Don Quijote bu ikinci seferden köyüne üçüncü kez döndüğünde aklı başına gelir; Don Quijote değil İyi Yürekli Alonso Quijana olarak ruhunu teslim eder. Don Quijote’yi bir daha sefere çıkamamak üzere köyüne döndüren, onunla bu kez Beyaz Ay Şövalyesi kılığına girip çarpışan Sansón Carrasco’dur. Bu başarısıyla övünmeye kalktığında Don Antonio ona şöyle cevap verir: “Ah beyefendi,” dedi Don Antonio, “dünyadaki en hoş deliyi uslandırmak istemekle bütün dünyaya vermiş olduğunuz zarar yüzünden Tanrı sizi affetsin! Don Quijote’nin uslanmasının faydası, asla çılgınlıklarının verdiği zevk kadar büyük olamaz; bunu anlamıyor musunuz beyefendi?” Bu elbette okur’un sesi, okur’un itirazıdır. Yazar (Cervantes/Badincani) ve okur’un da kitaptaki son diyaloğudur. Hangi okur istemez ki Don Quijote ve Sancho Panza’nın donkişotluklarını daha bir bu kadar okumayı? Ama yazar “buraya kadar” demiştir ve bunu demek onun “yazarlık” önceliğidir: Don Quijote sadece benim, ben de onun için yaratıldık; o yapabildi, ben yazabildim. Sadece ikimiz birbirimizle beraber olabiliriz; benim yiğit şövalyemin kahramanlıklarını kaba, yontulmamış devekuşu tüyüyle yazmaya cüret eden, bir daha cüret etmeye kalkabilecek sahte Tordesillas’lı yazar bozuntusuna rağmen. Bu onun omuzlarının taşıyabileceği bir yük, onun donuk hayalgücünün harcı değil. Olur da kendisiyle tanışırsan, söyle ona, Don Quijote’nin yorgun, artık çürümüş kemiklerini mezarında rahat bıraksın, ölümün bütün yasalarını çiğneyip onu Eski Kastilya’ya götürmeye kalkmasın. Gerçekten, üçüncü bir sefere çıkmasına imkân olmadan, boydan boya uzanmış yatmakta olduğu mezarından onu kaldırmasın. Bu son yazar/okur diyaloğuyla Cervantes’in gerçekleştirdiği bütün kurgusal ironilerin sonuna geldiğimiz doğrudur.

Ama tam bu noktada tarihin ironisi başlayacaktır; çünkü Cervantes ne derse desin, geçen dört yüz yıl bize onu izleyen romancıların Don Quijote’yi mezarında rahat uyumaya bırakmaya hiç de niyetli olmadıklarını kanıtlamıştır. Don Quijote kim bilir kaç kez ete kemiğe bürünüp, Fielding, Sterne, Lennox, Austen, Dickens, Stendhal, Dostoyevski, Flaubert, Mark Twain gibi yazarların (liste uzatılabilir) romanlarında karşımıza dikilmiştir. Kurmaca Olarak Don Quijote Don Quijote’nin birinci kitabının son kısmı bütün karakterlerin toplandığı bir handa geçer. Buradaki Hancı da en az diğerleri kadar renkli bir karakterdir; üstelik bir miktar da donkişotluk bulaşmıştır bu Hancı’ya, çünkü şövalye romanlarındaki olayların gerçek olduğuna inanmaktadır. Hancının bu tür kitaplardan oluşan bir de küçük hazinesi vardır. Rahip’in ısrarıyla asma kilitli eski bir valiz içinde sakladığı kitapları getirir. Bunlar, Trakya’lı Don Cirongilio, Hirkanya’lı Felixmarte, Büyük Komutan Gonzale Fernández de Córdoba’nın Öyküsü ve Diego Garcia de Parédes’in Hayatı’yla bir de el yazması olarak saklanmış olan Münasebetsiz Meraklının Hikâyesi’dir. İlk iki kitap abuk sabuk şövalye romanlarındandır, sonuncusu bir sonraki bölümde okuyacağımız öykü, yani elimizde tuttuğumuz metnin bir parçasıdır. Üçüncüsü ise Cervantes’in yazdığı bir öykü olup, metin dışı bir gerçeğe göndermedir. Kısacası, böyle bir metin gerçekten vardır ve elinizde tuttuğumuz kitabın yazarı tarafından yazılmıştır. İşte Don Quijote’nin en kayda değer yanı, bir yandan yukarda sözünü ettiğim türden metin içi oyunlarla ilerlerken, bir yandan da metin dışı toplumsal ve tarihsel gerçeklerle bağını sürdürmesidir. Anlatıcı-Çevirmen-Badincani üçlüsünün oluşturduğu yazar karakterlerin yanısıra, okura sık sık, bazan doğrudan, bazan dolaylı olarak, asıl yazar Miguel de Cervantes Saavedra’nın varlığı anımsatılır. Bu anımsatmaların en bilineni Birinci Kitabın altıncı bölümündeki kitap yakma eylemindedir. Don Quijote’nin ruh sağlığını korumak için onun kütüphanesinde “titiz bir incelemeye” giren ve zararlı buldukları kitapları yakılmak üzere seçen Berber ve Rahip, belirli bazı kitapları korumak üzere bir kenara ayırırlar. Bu kitaplardan biri de Cervantes’in Platonik bir pastoral romans olarak yazılmış, ama henüz tamamlanmamış La Galatea’sıdır.

“. Peki yanındaki bu kitap ne?” “Miguel de Cervantes’in La Galatea’sı,” dedi berber. “Cervantes benim çok eski arkadaşımdır; şiirden çok talihsizlikte tecrübeli olduğunu bilirim. Kitabı yenilik bakımından fena sayılmaz; ancak başlangıçta kendine koyduğu hedefe ulaşamamıştır. Yazacağını vaat ettiği ikinci bölümünü beklemek gerek, belki bu düzeltmeyle, şimdilik kendisinden esirgenen hoşgörüyü elde edebilir. Bu arada, evinizde saklı dursun sevgili dostum.” Cervantes’in yukarıdaki alıntıda Rahip’e söylettikleri, bildiğimiz kadarıyla, tümüyle otobiyografik gerçeklerdir. Cervantes 1547 yılında, orta sınıf bir ailenin yedi çocuğundan biri olarak doğdu. Babası doktordu. Fakat pek hesap kitap bilmediği anlaşılan, bilse de düşük geliri ve dokuz kişilik ailesiyle iki yakası bir türlü bir araya gelmeyen Rodrigo de Cervantes’in çareyi borca girmekte, borçlarını ödeyemediği zaman da bir şehirden diğerine göçmekte bulduğu anlaşılıyor. (Esir’in Hikâyesi’nde esirin babası da böyle hesap kitap bilmeyen bir adamdır. Bir de Don Quijote’nin Sancho ve Ginés de Pasamonte dışında hiç kimseye borç ödememekteki inadı, acaba hayalde olsun, borç yüzünden çok mihnet çeken babasının intikamını alma arzusu mudur?) Bu yüzden Cervantes’in çocukluğu İspanya’da bir şehirden diğerine dolaşarak geçer. Sevilla’da bir Cizvit okulunda okuduktan sonra ailesiyle Madrid’e gelir, Burada üniversiteye devam ederken çağın büyük hümanisti Erasmus’un öğrencilerinden López de Hoyos’un öğrencisi olur. Bir çok Cervantesçinin onun Rönesans’ta Erasmus hümanizmasının son temsilcisi, Don Quijote’nin ise Deliliğe Övgü’nün son izleksel dönüşümü olduğunu söylemeleri boşuna değildir. Gerçekten de Don Quijote’nin Dulcinea del Toboso’ya olan platonik aşkı (“sırf gezgin şövalyelerin âşık olması zorunlu olduğu için âşığım; âşıksam, ahlaksız âşıklardan değil, nefsine hâkim, platonik âşıklardanım”) zayıfı savunmak ve zorbayı cezalandırmaktaki diğergâm kararlılığı, Rönesans hümanist geleneğinin önde gelen değerleridir, Üniversiteden sonra, zamanın sanat ve edebiyat merkezi İtalya’ya giden Cervantes, daha sonra İspanya ordusuna katılacak ve İspanyol donanmasıyla İnebahtı Savaşında savaşacaktır.

İtalya ve İnebahtı Don Quijote’ye askerlik mi kalem mi yararlıdır tartışmalarıyla yansır. Ayrıca bu tartışma, Rönesansın önemli bir ikilem olarak gördüğü siyasi etkinlik mi, düşünürlük mü yararlıdır tartışmasıyla da örtüşür. İnebahtı Savaşı’nda aldığı yaradan ötürü sol eli felç olan Cervantes, üzerinde üstlerinden aldığı taltif mektuplarıyla kardeşi Rodrigo ile birlikte İspanya’ya dönerken Türk korsanlarına esir düşer. Mektuplar korsanlara onun önemli biri olduğu izlenimini verdiği için, fidye almak amacıyla beş yıl esir tutulur. Bu beş yıllık esaretten sonra onu bir Yunanlı satın alır. Birkaç başarısız kaçma girişimini tam on iki yıl sonra kurtarılarak vatanına dönüşü izler. Otuz iki yaşına gelmiştir ve artık başarı ve ün istemektedir. Önce oyun yazarlığı ve pastoral romans türünü (La Galatea’da) dener, ama beklediği üne kavuşamaz. Bu arada Catalina de Salazar ile mutsuz bir evlilik yapar, La Mancha’da yerleşirler ve Cervantes küçük bir mubayaa memuru olarak çalışmaya başlar. Bu sırada emanetindeki paraları kullandırdığı bir banker batınca zimmetine para geçirmekten hapse mahkûm olur ve Sevilla hapishanesinde yatar. Yaptığı küçük usulsüzlükler yüzünden bir kez daha hapse girer (1602) ve iki yıla yakın bir süre yatar. Don Quijote’nin Birinci Kitabının önemli bir kısmını bu sırada yazdığı düşünülür (Ginés de Pasamonte’nin hapisteyken yazdığı kitap buna bir atıftır). 1605 yılında, Cervantes unutulmuş bir asker, hayatın sillesini yemiş bir küçük memur, başarısız bir edebiyatçı, yani bir desdichado sayarken kendini, Don Quijote’nin yayımlanması ve bir anda İspanya’da (kısa süre sonra da Avrupa’da) en çok okunan kitap haline gelmesiyle, paraya olmasa da üne kavuşur. Cervantes’in Don Quijote’nin çeşitli baskılarından hemen hemen hiç para kazanamaması, o yüzyılda henüz önü alınamamış korsan yayıncılık yüzündendir. Gerek İnebahtı Savaşı’ndan sonra esarette, gerekse La Mancha’ya yerleştikten sonra hapishanede geçirdiği yıllar Don Quijote’de Cervantes’in özgürlüğe verdiği özel önem ve değerin nedenidir kuşkusuz.

Diğergâm şövalyenin kürek mahkûmlarını serbest bırakmasının sebebi, bunların, “zorla, istemedikleri bir yere götürülüyor” olmalarıdır. Esirin Hikâyesi’nde Esir, birlikte yakalandıkları Don Pedro Aguilar’ın kurtulduğunu duyunca şöyle der: “Ona bağışladığı lütuflar için Tanrı’ya şükürler olsun, . Bana sorarsanız, yeryüzünde, insanın kaybettiği hürriyetine kavuşması kadar büyük bir mutluluk yoktur.” Ayrıca Esir, kendi öyküsünü anlatırken, Türk efendisinin şerrinden kurtulabilen bir başka esirden sözeder. Bu esirin adı Saavedra’dır. “Bu adam, hürriyetine kavuşabilmek için, o insanların hatırında uzun yıllar kalacak olan şeyler yaptığı halde, sahibim ona asla sopa vurmadı, . Zamanımız olsaydı, o askerin yaptıklarını size anlatırdım; benim hikâyemden çok daha eğlenceli ve şaşırtıcı bulurdunuz.” Özgürlük izleği, Don Quijote boyunca sık sık karşımıza çıkacaktır; Sancho’nun özgürlük uğruna sonunda kazandığı valilikten vazgeçmesinden tutun da, Ricote’nin öyküsüne ve Don Quijote’nin özgürlük üzerine çektiği son nutka (II, 63) kadar bu izlek her vesileyle sürdürülmüştür.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir