Muzaffer Oruçoğlu – Baba Ishak Destanı

Köknar ateşi gibi gülümsüyordu toprak. Göğüsleri, gagaları ve pençeleri yakut rengine bürünmüş, milyonlarca şahin uçuşuyordu yıldız mahşerinin altında. Gümüş sisler içinde kuluçkaya yatmıştı kumrular. İnci katarı gibi dizilmişti uçurum kıyılarına ceylanlar. Kurt avazı ve kanla yüklüydü kuzey küzgârları. Tohumun ve tomurcuğun çatlamasını bekliyordu demir. Karınca uğultuları yayılıyordu, ayakta ölen ağaçların gövdelerinden, kumlara. Korkuyu kalkan gibi kuşanmıştı kuşku. Çıngırak sesli ötleğenleri arıyordu, demir ayaklı insanlar. Buzun ateşle çiftleştiği rivayetini yayıyordu dilsizler. Keçi yemişi, keklik otu ve bataklık süsenlerinin bürüdüğü derin vadilerden, tüylenmemiş, sarı ağızlı çığlıklar yükseliyordu. Cesaretin canı, ilk vuruştadır. Kuzusunu kurda, uykusunu horozun cüretine parçalatmayan ulu çobanları dinliyordu sular. Keçelerde, değnek düğümlerinde ve kaval deliklerinde, narin, mor çiçekli ılgınlar, keklik çiğdemleri, hercai menekşeler filizleniyordu. Başlamak üzereydi suların aşkı.


Kendi dilsizliğini iptal etmek üzereydi taş. Yok olmamak için kıpırdanmaya hazırlanıyordu her şey. ?u güvercinin gözüne bak. Yükünü, zilletini nasıl da kusuyor sabır. Gökkuşağına dönüşmüş merhametin kılıcı. Sıcak cemre soluğuyla yaşıyor, terkedilmiş bu serçe yumurtasındaki civciv. Koca, koskoca bir evren sığmış, şu güvercinin gözüne. Nil turnalarının sökünü başlamış güneyden. Küpeli keçi sürülerinin sökünü. Destursuz, uğultulu ve mağrur. Tüm güzellikleri ilk hamlende birleştir. Her hamlenle bir güzelliği ikna et hiç değilse. Yeni doğmuş bir bebeğin süt kokan geğirtisinde ve derdinde mayalansın vicdanın. Ey gümüş tüylü, pırlanta bakışlı, ulu tilki, çık şu zirveye, ufuk çizgisine bak! Bizi kamburlaştıran, kümbet kemeri gibi eğen ağır gecelerin ufuk çizgisi olmaz deme! Tüm firari kıvılcımlar, ipe çekilmiş arzular, mengene malulu sırlar, yediverenler, doğmamış gelecekler, o çizgide gizlidir. Sakalları derviş teberleri gibi ışıldayan insanların alınlarını göreceksin ki, dilin açılacak.

Sus diye bağıracak gece, susmayacaksın. Suskunluğun başladığı yerde mayalanmaya başlar, yeryüzünün tüm bereketli geceleri. Rahimi olmayan bir tek gece yoktur. Rahimdeki bereketin cüssesini ve gelişim yasalarını kavramadan yaşamak. İşte zilletin en dayanılmazı. Üzerinde sekizyüzbin parmak olan, seksenbin çıplak ayakla nakışlandı bağrım. Büyük ateşler yaktılar. Sakallarının kızıllaşan şavkı vurdu salara. Irklar sofrasıyla kuşattılar ateşleri. Yükselen alevlerin aynasında, seyrederken kendilerini, “Enelhak!” diye bağırdılar. Yıldızlar, toprak ve ateş, “Enelhak!” diye yankılandı. Irkları, dilleri, renkleri birleştiren, birlik nağrasının doğurduğu büyük zenginlikten, bereket yağdı toprağa. Destan bereketi… Menzilsiz, kör edici bir ışık seli… Ve anadan üryan, bismillahsız, günahını kabzasında taşıyan, ağır bir kılıçla ayağa kalktım. Cehennem gibi ısınmıştı toprak. Güneyde başlayan büyük yangınlara doğru yürüyordum.

Destanın başladığı ufuk çizgisine doğru. I. BÖLÜM Fırtınanın ormanda gök gibi gürlediği; ilk yaz yağmurlarının haşin, uslu, güzel ve hesapsız boşandığı bir geceydi. Terliyordum, hırsımdan yumruğumu sıkıyor, sabrımı yiyordum. Yüreğim Nesimi‟nin çığlığını kuşanmıştı sanki: “Bende sığar iki cihan Ben bu cihana sığmazam” Sonunda ipek gibi yumuşak, ama derin bir uykuya daldım. Sıkıntım, toprağa serin soluğuyla yayılan, şirin, pembemsi bir mercan çiçeği gibi dineldi. Ve bu uyku beni büyük serüvenlere, yaşamımda tatmadığım görkemli bir düşün maviliklerine götürdü. Ağır bir kilit şakırtısıyla birlikte, demir kapım açıldı. İçeri akça sakallı, kızıl börklü, çarıklı bir koca Simavna kadısı oğlu ?eyh Bedreddin girdi. Aynı anda sağ kulağımın memesi bilincime şu dört soruyu üfledi: Aydın ellerinde ceran gezer mi? Analar al yeşil tuğra bezer mi? Bacılar tuğraya sedef dizer mi? Sedefin üstüne ayet yazar mı? Bedreddin‟in eğninde ibrişimle teğellenmiş halis deve tüyü dokuması bir çerkez kaftanı, elinde ise yeşil bir asa vardı. ?eyhin hemen ardında ünlü mülhid Burak Baba‟nın gülümseyen zeki gözlerini farkettim. İrice gövdesinin belden yukarısı çıplak olup, aşağısına kırmızı bezden bir futan bağlamıştı. Başına ise hafif, al bir sarık şeklinde tülbent sarmış ve iki tarafına manda boynuzu raptetmişti. Babanın elinde gayet uzun ve heybetli bir nefir vardı. Hemen ayağa kalktım, buyur ettim ranzama.

Hayretimden hayalarım titriyor, göğsümden göbeğime kızgın ter damlaları sızıyordu. Burak Baba torbasından aluç çiçeği kokan alımlı bir kalender iklimi çıkardı, alıp ranzama serdim. Kilimin göbeğinde narin bir kar çiçeği vardı. Taze gelin hüneri ve eşek teri kokuyordu. Geçip karşılıklı bağdaş kurdular. Hal hatır sorduktan sonra, Bedreddin ziyaretinin nedenini şöyle açıkladı: “Bir aydır ki bu mağrur, bu mahzun, bu ağlamaklı hücreden, senin geceler boyu „Baba Ishak! Baba İlyas!‟ diye yükselen sayıklamalarını duyarım. Avazın kabrimi, kabrim bilincimi uyardı. Anladım ki sen tüm sıfatlar saltanatını kaldırmaya ant içen, zamanın gerçek sahibi Ishak‟ın serüvenini okuyor, fakat bir türlü bu düğümü çözemiyorsun. Ruhum bu meseleyi sana anlatmamı buyurdu. Kalktım, Sind mülhidleri gibi üryan ve giryan geçinen, güzeli sevip güzele inanan ve inancının ateşinde yanan Derviş Burak‟a vardım. Ishak‟ın hurucunu iyi bilen bir derviş olması sebebiyle yanıma alıp, bu viranhaneye yöneldim.” “Işığın yönelmediği karanlık var mı? Çok iyi ettiniz. Bana Baba‟nın destanını dilinizden dinleme fırsatını verdiniz. Dahası, mavi gecelerin, vahşi bozkırların, toygarların, ördeklerin, turaçların, kazların ve küçük su kuşlarının selamını ilettiniz, hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.” Bedreddin, daracık hücremi, iri, ela gözleriyle şöyle bir süzdükten sonra, Burak Baba‟ya: “?u hale bak Derviş Burak” dedi.

“Asırlar geçmiş aradan, bilincimiz, yaratıcı gücümüz, gönencimiz kurtulamamış hâlâ… Kurtulamamış şu lanetli şehvetin, servetin ve şiddetin hükmünden.” Burak Baba, kurnaz, şirin, şeytani bir edayla hücreyi süzerek gülümsedi. Bedreddin, “Başla anlatmaya Derviş başla, vaktimiz dardır” dedi. “Nereden başlayalım; Ishak‟ın şafağı öylesine muhteşemdir ki, onu dil hüneriyle tasvir etmek, hakkıyla renklendirmek, Sultan Süleyman‟ın harcı ancak.” Bedreddin, “Haklısın” dedi. “Huruç ki, yaratan insanlığın gönlünde harmanlanan tüm zenginliklerin, tüm çirkinliklerin ve tüm güzelliklerin yalın bir hançer gibi ışığa çıktığı ve inancın sancaklaştığı ince bir sanattır. Zordur elbet böyle bir sanatın anlatılması, ama sen yine de bir başla bakalım. Türkmen‟in Anadolu‟ya göçünden başla ki, Ishak‟ın hurucu daha iyi anlaşılsın. Zaten bu işi birlikte kotaracağız.” Derviş Burak, ensesini tatlı tatlı kaşıdıktan sonra, yorgunluğunu usulca duvara yasladı ve başladı anlatmaya: Günahın defne filiziyle beslendiği Deccalın arza indiği Işığın gizlendiği Bir vakit Kan kılıca meftun oldu. Harzemin harlı şeşberi Karahıtayı vurdu. Ki ol cümle tahtların tahtı Büyük Selçuk‟un bahtı Nağralar nallar altında Turab oldu. Uç verince sonra muhteşem Moğol Asya sahralarından Ürktü yuvalarından Horasan‟dan Fergana‟dan Azerbaycan ve Errandan Türkmen kolları. Halaçlar kıpçaklar Karluklar kanklılar Envai çeşit Türk tarikatları Yeseviler Hayderiler Kalenderiler Aktılar oymak oymak urum illerine. *** Urum ki O zamanlar Bir kavimler seccadesi Çiçek destesi gibi Elvan elvan idi.

Uluğ Keykubat‟ın Bu sırlar seccadesine Hükmettiği bir seher vakti Arifler Sultanı Baba İlyas Tacını hırkasını Tesbihini asasını Ve aynasını alıp Horasan‟dan Sökün eyledi Rum‟a. Ve bir uludoğan gibi süzülüp Çat Köyü‟ne Amasya‟nın Serdi postunu. Güneşe ve yeşil ovalara gülen Geniş pencereli Bir tekke yaptırdı Çimenler doruğuna. Tam bu sırada, yanar-dönere çalan bir çift mercan bakışlı kumru kondu mazgalımıza. Kumrulardan birisi: “Ey Bedreddin, ateş palalı erenlerin piri Bedreddin! Ben ki, Gırnata Sultanı İbni Ahmer‟in zındıklıkla suçlayıp zındanda boğdurduğu ?air Lisanuddin Bin Hatib‟im; İbni Haldun‟un dostu…” Diğeri: “Beni tanıdın mı Bedreddin? Ben ki Memlük Sultanı Müeyyeddin‟in „derisi yüzülsün, ölüsü yedi gün halka gösterilsin‟ diye ferman buyurduğu Ozan Nesimi‟yim.” İkisi birden: “Sükutumuzu som altın eyleyip, dinlemeye geldik kılıcın aşkını; terleyen nabzın, kitabın ve prangalı inancın aşkını…”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir