Octavia Butler – Yavru Kus

Karanlıkta uyandım. Açtım -hem de ne aç!- ve ıstırap içindeydim. İçimde, dışımda, dünyamda ne benden başka biri ne şimdiden başka zaman ne de açlık ve ıstıraptan başka duygu vardı. Sert, pürüzlü, canımı acıtan bir şeyin üstünde yatıyordum. Bir yanım sıcaktı; yanıyordu. Sıcağın kaynağından, her ne idiyse artık, serinliğe, pürüzsüzlüğe ve daha az ıstıraba ulaşana dek yavaşça sürünerek uzaklaştım. Hareket etmek canımı yakıyordu. Nefes almak bile acı vericiydi. Kafam zonkluyordu; ellerimle kafama dokununca inledim: Ellerimin teması hatta inleyişim bile ıstırabı artınyordu sanki. Kafam gevrek, şiş, neredeyse… Yumuşamış gibiydi. Öyle açtım ki… Açlık şiddetle buruyordu içimi. Bomboştu vücudum… Yaralarla kaplıydı. Büzüldüm; dizlerimi göğsüme dek çekip kollarımla sardım ve bir kez daha acıyla inledim. Üzerinde yattığım şeyi yokladım. Bir süre sonra yatak diye bir şeyin üzerinde yatıyor olmam gerektiğini anlamaya, hatırlamaya başladım.


Yatağın ne olduğunu peyderpey hatırladım. Ellerimin değdiği battaniye, yastık, çarşaf yahut yorgan değil, tanıyamadığım, ilkin tanıyamadığım şeylerdi. Sert, ufalanabilir… Hafif ve kırılgan bir şey. Yerde, taş, toprak ve galiba kuru yapraklar üzerinde yattığımı yine peyderpey anladım. En beteriyse ne yana bakarsam bakayım, en ufak ışık dahi gö-remeyişimdi. Burnumun ucuna getirsem bile ellerimi göremiyor-dum. Çok mu karanlıktı? Gözlerimde bir sorun mu vardı? Kör müydüm yoksa? Titreyerek yattım karanlıkta. Kör müydüm sahiden? Derken bir şeyin, büyük ve sakınmadan ses çıkaran bir şeyin, bir hayvanın bana doğru geldiğini duydum. Göremiyordum ama çok geçmeden kokusunu alabilmeye başladım. Kokusu… Pek hoş denemezdi ama en azından yenebilir gibiydi. Onca açlığıma karşın, avlanacak halim yoktu. Açlığımın verdiği ıstırap iyice büyüyüp diğer her şeyi gölgede bırakana dek yatıp inlemeyi sürdürdüm. Yaratığın yerini, çıkardığı seslerden kestirebiliyordum galiba. Bu durumda, iniltilerimden korkup kaçmazsa belki yakalayabilir, öldürebilir ve yiyebilirdim. Belki.

Doğrulayım dedim, devrildim ve inleyerek vücudumun her noktasının ne denli acıdığını bir kez daha keşfettim. Kımıldamadan, ses çıkarmamaya, gevşemeye ve titrememeye çabalayarak yattım. Yaratık yaklaştı. Bekledim. Kovalayamayacağımı biliyordum ama yeterince yaklaşırsa yakalayabilirdim. Upuzun gelen bir sürenin sonunda buldu beni. Evcil gibiydi; neredeyse tümüyle kontrolden çıkmış, titreyip yutkunarak ve aklımda tek bir şeyle yatmaya devam ettim: Yemek! Hem de ne yemek! Yüzüme, bileğime, boğazıma dokundu; her dokunuşunda mırıltılar çıkardı ve ıstırabımı artırdı. Açlığımın verdiği ıstırap diğer tüm ağnian bastırdı. Onca derdime karşın birden fark ettim: Gayet kuvvetliydim. Hayvanı yakaladım. Direndi, debelendi ama elimdeydi artık. Sımsıkı tuttum, indirdim, gırtlağını buldum, kanını tattım ve korkusunun kokusunu aldım. Dişlerimi gırtlağına geçirdim ve tümden teslim bayrağını çekene kadar bırakmadım. Sonunda gereksindiğim taze ete yüzümü gömerek kamımı doyurdum. Yiyebildiğim kadar yedim.

Derken açlığım geçti, ıstırabım azaldı ve avımın kalıntıları arasında uyuyakaldım. Uyandığımda karanlığım azalmaya başlamıştı. Işığı ve ışığı engelleyen bulanık şekilleri seçebiliyordum şimdi. Neydiler, kavrayamıyordum ama görüyordum. Aklıma gözlerimin bir nedenle zarar gördüğü ve yeni iyileşmeye başladığı fikri düştü. Bir süre sonra ışık çok fazla gelmeye başladı. Sadece gözlerimi değil, tenimi de yakıyordu. Işığa arkamı döndüm ve avımdan kalanları, hemen yakınımdaymış gibi görünmesine rağmen ulaşması epey çaba gerektiren karanlığa sürükledim. Işıktan kurtulacak kadar uzaklaştığımda yeniden yedim, yeniden uyudum, uyandım ve yeniden yedim. Kaç kere böyle yaptım, bilmiyorum. Ama bir süre sonra ette bir tuhaflık baş gösterdi. Öyle beter kokmaya başladı ki onca açlığıma rağmen el süremedim. Dahası, kokusu içimi kaldırmaya başladı. Uzaklaşmalıydım. Çürüdüğünü anlayacak kadar hatırlıyordum: Et bir süre sonra çürür, kokar ve böceklendirdi.

Taze et lazımdı bana. Yaralarım iyileşiyordu galiba; daha kolay hareket edebiliyordum artık. Özellikle ışık azken çok daha iyi görebiliyordum. Öğünlerimden biri sırasında daha az ışık bulunan zamanlara gece dendiğini ve geceyi gündüze yeğlediğimi hatırlamıştım. Sadece iyileşmekle kalmıyor, bir yandan da hatırlıyordum. Ve artık, en azından geceleri, avlanabilirdim… Başım hâlâ ağrıyor, çoğu zaman zonkluyordu ama acı dayanılmayacak gibi değildi artık. Baştaki ıstırap geçmişti. Avımdan kalanların çürümeye devam ettiği sığınağımdan sürünerek çıkar çıkmaz ıslandım. Oturdum ve kendimi ıslaklığa, kafama, sırtıma, bağrıma inen suya bıraktım. Bir süre sonra yağmur yağdığını, hem de sıkı yağdığını kavradım. Yağmuru, gökten inen suyun tenime pek hoş vuruşunu daha önce tattığımı hatırlamıyordum. Hoşuma gittiğine karar verdim. Dizlerimin art arda ıstırap patlamalarıyla sundukları itirazlar eşliğinde yavaşça doğruldum. Tamamen kalkınca bir süreliğine kımıldamadan durdum, dengemi sağlamaya çabaladım. Hemen dibimdeki kayalara tutunup nerede bulunduğumu anlama gayretiyle etrafa bakındım.

Aşağı dimdik uzanan kayalık bir yamaçtaydım. Her şeye ayrı bakıp görüntülerinden adlarını hatırlamam gerekiyordu: yamaç, kayalık, tepeyi kaplayan ağaçlar… Çam? Hepsini görüyordum ama neredeydim veya nerede olmalıydım; buraya nasıl gelmiştim ve ötesi, niye buradaydım, hâlâ bilemiyordum. Çok şey vardı bilmediğim. Yağmur şiddetim artırdı. Gene de hoşuma gitti. Bıraktım kurbanınım kanıyla kendi kanımı ve yattığım yerden üzerime bulaşmış toprağı temizlesin… Biraz temizlenince ellerimi birleştirdim, avuçlarımda su biriktirdim ve içtim. Öyle hoşuma gitti ki avuçlarıma yağmur doldurup içmeye epey vakit harcadım. Neden sonra yağmur hafifleyince gitme vaktimin geldiğine karar verdim. Yamaç aşağı yürümeye koyuldum. Başlangıçta kolay değildi. Dizlerim hâlâ ağrıyordu ve dengemi sağlamakta zorlanıyordum. Bir defa durup arkama baktım. Yamaçtaki bir mağaradan çıkmıştım anlaşılan. Mağaranın ağzı ağaçların arkasında kalmıştı ve artık doğru dürüst görünmüyordu. Gizlenip iyileşmek için uygun bir yerdi.

Ufak bir sığınaktı ve güvende tutmuştu beni. Ama nasıl girmiştim oraya? Nereden gelmiştim? Nasıl yaralanmış ve neden yapayalnız, aç bırakılmıştım? Ve şimdi, iyileşirken, nereye gitmeliydim? Yamaç aşağı haricinde belirli bir hedef seçmeden ilerledim. Kimseyi tanımıyor, kimseyi tanıdığımı hatırlamıyordum. Düşünmeye çabalayarak ağaçların, çalıların, taşların arasında ve üzerinden ıslak zemine ulaştım. Etrafımdakileri, en azından kategorileri bakımından tanımaya başlamıştım. Çalılar, taşlar, çamur… Kendime dair bir şeyler, mağarada uyanmamdan öncesine ait herhangi bir şey hatırlamaya çabaladım. Hiçbir şey gelmedi aklıma. Yürümeye devam ederken birden yalınayak olduğumu fark ettim. Dikkatle yürüyor, canımı yakabilecek şeylere basmama-ya dikkat ediyordum ama ayak ve bacaklarımın çıplaklığını yeni fark etmiştim. Pabuçlarımın olması gerektiğini biliyordum. Hatta giyinik olmam gerektiğim de… Ama üstümde hiçbir şey yoktu işte. Çırılçıplaktım. Durdum ve kendime baktım. Tenim, görebildiğim hemen her yerim yara izleri içindeydi. İzler geniş, kırışık, lekeli ve kızılımsı kara renkte yamalar gibiydi.

Hep böyle yara izleriyle mi kaplıydım peki? Yüzüm de böyle miydi? Karnımdaki büyük izlerden birine, ardından yüzüme dokundum. Aynı hissi verdi. Yüzüm de öyleydi galiba. Nasıl göründüğümü merak ettim. Kafama dokundum ve neredeyse hiç saç taşımadığımı keşfettim. Saç beklentisiyle dokunmuştum kafama; saç olmalıydı. Ama kafamın arkasındaki bir tutam haricinde keldim. Bir de kafamın tepesinde, dokunduğumda acıyan bir girinti buldum; saçsızlığımdan ve yaralarımdan daha tuhaf, daha beter geldi. Mağarada yatarken kafamın, kafatasım çatlamış ve etim hasar görmüşçesine iki yerinden şiş ve yumuşak olduğunu keşfedişimi hatırladım. Yumuşaklık geçmişti. Diğer her yerimle birlikte, kafam da iyileşiyordu. Bir şekilde, bir sebeple ağır yaralanmıştım ama neden ve nasıl, hatırlamıyordum. Hatırlamalı ve bir de, örtünmeliydim. Farkına varana kadar çıplaklık gayet normal gelmişti ama şimdi katlanılır gibi değildi. Ama hepsinden önemlisi, yine kamımı doyurmam gerekiyordu.

Yamaç aşağı yürüyüşüme devam ettim. Sonunda daha düz, açık bir araziye ulaştım. Tarlalarının bazılarında bir şeyler yetişen, bazılarıysa artık her niyeyse hasattan geçmiş veya bomboş, kocaman bir çiftlik arazisi… Yine bir şeyler, bölük pörçük parçalar hatırlıyor, gördüklerimi, belki sırf gördüğüm için az biraz kavrıyordum. Bir tarafta, baktıkça yavaştan kavradığım yanmış ev ve bina kalıntıları vardı. Görebildiğim kadarıyla hepsi öyle özenle yakılmıştı ki hiçbirine sığmamazdım. Tarım arazileri ve ormanla çevrili ufak bir köydü demek burası. Ağıllar vardı ve burnuma yenebilecek hayvanların pek hoş kokuları geliyordu. Ama ağıllar bomboştu. Geçmişte binlerine yuvalık etmişti burası anlaşılan. Hoşuma gitti. Yapayalnız dolanmak yerine başkalarıyla birlikte yaşamak, isteyebileceğim bir şeymiş gibi geldi. Biraz ürktüm ama. Kimseyi, başka birilerini tanımıyordum. Varlıklarından haberdardım ama başkalarını düşünmek, ilgimi çektiği ölçüde ürkütücü geliyordu. Bu evlerde birileri, üstelik yakın zamanlara kadar yaşamıştı.

Şimdiyse bitkiler büyümeye, yanmış yerleri, harabeyi örtmeye başlamışlardı. Nereye gitmişti peki burada yaşayanlar? Ben, buralı mıydım? Buraya bir hayvan öldürüp yiyebilme umuduyla geldiğimi fark ettim. Nedense yiyecek bulmayı beklemiştim. Oysa buraya dair hiçbir anım yoktu. Ağıllan, tarlalan, yanıp yıkılmış binalan genel anlamda tanımak haricinde çevrede aşina gelen hiçbir şey yoktu. Niye burada yiyecek bulmayı ummuştum öyleyse? Buraya gelmeyi nasıl akıl etmiştim? Ya buraya daha önce gelmiştim ya da burası evimdi… Burada yaşamışsam neden yuvam diye tanımamıştım peki? Yaralanm, yara izlerim burayı mahveden yangından mı kalmaydı? Sonsuz sorum vardı ve hiçbir yanıtım yoktu. Ağaçlığa dalıp bir hayvan avlamak üzere döndüğüm anda geyik düştü aklıma birden. Kelime aklıma geldiği anda geyiğin ne olduğunu kavrayıverdim. Büyükçe bir hayvandı; pek çok öğüne yetecek et sağlayabilirdi. Ama durakladım. Yanmış evlere yakından bakma arzum, açlığım kadar kuvvetliydi. Benle bir bağlantıları olmalıydı yoksa böylesine ilgimi çekmezlerdi. Yıkıntılara doğru yürüdüm. En azından giyebilecek bir şey bulabilirdim. Üşümüyordum.

Yağmur altında yürürken bile üşü-memiştim ama feci bir örtünme arzusu çekiyordum. Çıplaklık, savunmasızlık gibi geliyordu. Başkalarını bulduğumda karşılarına çıplak çıkmak istemiyordum ve başkalarını er geç bulacağımı düşünüyordum. Yıkıntılardan sekizi büyükçe evlere aitti. Şömine, lavabo ve küvetlerinden çıkarabildiğim bu kadardı ama. Tanıdık bir şey, bir hatırayı, başkalarını içerebilecek bir hatırayı tetikleyecek bir şey görme umuduyla dolandım. Yıkıntılardan birinde, kömürleşmiş bir döküntü yığının altında sadece paçaları yanmış bir kot pantolonla giyilmeyecek denli yanmamış üç gömlek buldum. Hepsi her anlamda büyüktü… Fazla geniş, fazla uzun… Gömlekleri benim gibi iki kişi rahatça birlikte giyebilirdi. Ayrıca ne iç çamaşırı ne de pabuç vardı. Ve elbette yiyecek de yoktu. Açlığımı gidermek birdenbire her şeye ağır basıverdi. Pantolonla gömleklerden ikisini giydim. Pantolonun düşmesini, üçüncü gömleği belime dolayıp pantolonun bel ağzını dışa kıvırarak engelledim. Paçalarımı sıvayıp ağaçlığa atıldım. Çok geçmeden bir maralın kokusunu aldım.

İzledim, yakaladım, öldürdüm ve yiyebildiğim kadarını yedim. Leşçi hayvanlardan korumak için kalanını bir ağacın tepesine taşıdım. Ağaçta bir süre uyudum. Derken güneş doğdu. Tenim ve gözlerim yandı; ağaçtan indim, kopardığım bir dalla, ardından da ellerimle sığ bir hendek kazdım. Bitince içine yatıp üzerimi dökülmüş yapraklar ve toprakla örttüm. Giysilerimi de kullandım; gömleklerden birini yüzüme kapadım; bu kadarı güneş ışığından korunmama yetti. izleyen üç gün ve geceyi böyle geçirdim. Yedim, avlandım, kalıntıları geceleri inceleyip gündüzleri toprağın içine gizlendim. Bazen uyudum; bazen uyku tutmadı ve yattığım yerden sesleri dinledim. Çoğunun kaynağını kestiremedim ama dinledim. Dördüncü gece sabırsızlığım ve merakıma yenik düştüm. Tatminsizlikle dolmaya başlamıştım; geyik etinden başka bir şeye açtım. Ne istediğimi bilmiyordum ama keşfe çıktım. Hatırladığım kadarıyla başka biriyle ilk karşılaşmam böyle gerçekleşti.

Yine ama bu sefer sakin, süreğen, yumuşacık bir yağmur yağıyordu. Yanmış evlerden köyün dışına uzanan asfalt bir yol keşfettim. “Yol” kelimesini hatırlayana kadar epey yürüdüm. Derken, henüz hiçbirini görmememe rağmen araba ve kamyonları hatırladım. Karşıma metal bir kapı çıktı; tırmandım ve öncekinden biraz daha geniş bir başka yola çıktım. Yön seçmem gerekiyordu; aşağı yöne gider görüneni seçtim ve bir süre memnun yürüdükten sonra üçüncü ve daha da geniş bir yola vardım. Yine yokuş aşağı görünen yönü seçtim. Yolda yürümek, asfaltın çıplak ayaklarımın altındaki katılığına rağmen ağaçların, çalıların arasından geçmekten, taşların, dereciklerin üzerinden aşmaktan daha kolaydı. Arkamdan lacivert bir otomobil geldi; rahatça göreyim ve bana çarpmadan geçsin diye kenara çekildim. Hayatımda ilk gördüğüm araba olamazdı bu. Biliyordum çünkü görür görmez otomobil adıyla tanımış ve şaşırmamıştım. Ama gördüğümü hatırladığım ilk otomobildi. Gelip yanımda durunca şaşakaldım. içindeki şahıs ilk bakışta kafa, omuzlar ve ellerden ibaretti. Derken açık tenli, kumral saçlı, boylu boslu genç bir erkeğe baktığımı anladım.

Saçı, arabanın tavanına değiyordu. Omuzları öyle genişti ki araba, içinde başka biri bulunmamasına rağmen dolu görünüyordu. Otomobili, giysilerimin bana büyük gelmesi kadar küçüktü sanki adama. Camını açtı, bana baktı ve “iyi misin sen?” dedi. Kelimeleri, duydum duymasına ama başta hiçbir anlam veremedim. Sadece sesten ibaretti hepsi. Ama bir an sonra dile dönüşüverdiler. Anlamıştım. Yanıt vermem gerektiğini kavramam birkaç saniye sürdü. Daha önce binleriyle konuştuğumu hatırlamıyordum ve ilkin, konuşmak isteyip istemediğime de emin olamadım. Ağzımı açtım, boğazımı temizledim, öksürdüm ve sonunda, “Ben… Evet, iyiyim,” diyebildim. Sesim kulaklarıma yabancı ve kaba geldi. Sırf daha önce binleriyle konuşup konuşmadığımı değil, konuştuğumu dahi hatırlamıyordum. Ama konuşmayı, kim bilir nasıl ama biliyordum galiba. “Hayır, değilsin,” dedi adam.

“Sırılsıklam ve pislik içindesin ve… Tanrı aşkına, kaç yaşındasın sen?” Ağzımı açtım ve hemen kapadım. Kaç yaşında olduğuma ya da yaşımın ne önem taşıması gerektiğine dair en ufak fikrim yoktu. “Gömleğindeki kan mı?” diye sordu. Önüme baktım. “Bir geyik öldürdüm,” dedim. Toplam iki geyik öldürmüştüm ve gömleğim kanlanna bulanmıştı. Yağmur te-mizlememişti kanı. Birkaç saniye öylece baktı bana. “Seni götürebileceğim bir yer var mı? Civarda bir ailen veya arkadaşların var mı?” Kafa salladım. “Bilmiyorum. Sanmam.” “Gecenin bu saatinde, yağmur altında dolaşmamalısın!” dedi. “On, en fazla on bir yaşındasın sen… Hem nereye gidiyorsun?” “Yürüyordum işte,” dedim. Başka ne diyebileceğimi bilmiyordum çünkü. Nereye gidiyordum? Nereye gittiğimi düşünebilirdi? Belki eve… “Eve,” diye yalan attım.

“Eve gidiyordum.” Derken neden yalan söylediğimi merak ettim. Bu yabancının bir evim olduğunu ve oraya gittiğimi düşünmesi önemli miydi? Yoksa adamın kendi hakkımda, her şey hakkında ne kadar az şey bildiğimi fark etmesini mi istemiyordum? “Ben götürürüm seni evine,” dedi. “Atla.” Derhal onla gitmek istememe şaştım. Otomobilin diğer tarafına geçip kapıyı açtım. Ama kafam karışmıştı; durakladım. “Evim yok aslında,” dedim. Kapıyı kapatıp geri çekildim. Uzanıp açtı kapıyı. “Bak,” dedi, “seni burada bırakamam. Çocuksun yahu! Haydi, gel. En azından kuru bir yere götüreyim seni.” Arka koltuğa uzanıp kocaman, kaim bir kumaş aldı. “Al şu battaniyeyi.

Gir içeri ve sarın.” Rahatsız değildim. Islaklık dert değildi ve üşümüyordum. Buna rağmen arabaya, yanına girmek istedim. Bensiz gitmesini istemedim. Kokusunu biraz daha içime çektiğimde fark ettim ki… Sahiden ilgi çekiciydi. Bir de konuşmaya devam etmek istiyordum. Sohbete, neredeyse yiyecek kadar açtım; birkaç kelime iştahımı anca kabartmaya yaramıştı. Battaniyeye sarınıp otomobilin yolcu koltuğuna oturdum. Aracı çalıştırıp harekete geçirirken, “Biri sana zarar mı verdi?” dedi. “Başka birinin arabasında miydin?” “Yaralıydım,” dedim. “Şimdi iyiyim.” Bana baktı. “Emin misin? Hastaneye götürebilirim istersen.” İlk anda hastanenin ne olduğundan emin olmamama rağmen, “İstemem,” dedim.

Ardından hastanelerde hasta ve yaralı insanlara bakıldığım hatırladım. Bir hastaneye gitmek pek çok başka insanın arasına girmek demekti. Düşüncesi bile ürkütücü geldi. “Hastaneye gerek yok.” Herhangi bir şey söylemeden önce birkaç defa süzdü beni. “Peki, anlatmak istemiyorsun demek,” dedi neden sonra. “Evden mi kaçtın? Ailenden bıkıp yollara mı vurdun kendini?” Kaşlarımı çatarak, “Hiç de bile,” dedim. “Yapmam öyle şeyler ben. Tam hatırlamıyorum ama öyle bir şey yapmazmışım gibi geliyor.” Uzun bir sessizlikten sonra, “Sahiden mi hatırlamıyorsun?” dedi. “Şaka yapmıyorsun yani?” “Yapmıyorum. Yaralarım… Yaralarım iyileşti artık ama hâlâ bazı şeyleri hatırlamıyorum.” Bir süre daha konuşmadık. Derken, “Adını da mı bilmiyorsun?” dedi. “Öyle.

” “O zaman hastaneye gitmen lazım.” “Hayır, değil. Hayır!” “Neden? Doktorlar yardım edebilir sana.” Edebilirler miydi? Öyleyse neden aralarında bulunma fikri ürkütüyordu beni? Kendimi yabancı ellere teslim etmek istemediğimden emindim. Fazla sayıda yabancının yakınına gitmek bile istemiyordum. “Hastaneye gitmem,” dedim. Yine yanıt vermedi ama bu sefer suskunluğunda başlsa, farklı bir şey vardı. Baktım ve birden her halükârda beni hastaneye götüreceği kanısıyla paniğe kapıldım. Takmam için ısrar ettiği emniyet kemerini çözdüm ve battaniyeyi üzerimden attım. Kapıyı açmaya kalktım ama ben daha nasıl açacağımı çözemeden koluma yapışıverdi. Elleri kocamandı ve kolumu sımsıkı tutuyordu. Beni hızla iki koltuk arasındaki dar boşluğa çekti. Korktum. Neredeyse yansı kadardım ve beni, gitmek istemediğim bir yere zorla götürmek niyetindeydi. Elini iterek uzaklaştım, tekrar kapıyı denedim ama yine yakalandım.

Birden bileğini tuttum, sıktım ve elini kolumdan kopanver-dim. Acıyla çığlık atıp, “Hay…” diyerek direksiyonu tutan eliyle bileğini ovuşturdu. “Ne biçim şeysin sen?” dedi. Açmaya uğraşnğım kapıya sırtımı dayadım. “Gitmek istemesem bile götürecek misin beni hastaneye?” dedim. Bileğini ovalarken başıyla onayladı. “Ya hastaneye ya karakola. Seçim senin.” “İkisine de gitmem!” Polise teslim edilmek hastaneden bile ürkütücü gelmişti. Dönüp bir daha kapıyı açmaya çalıştım. Yine kolumu tutup beni kendine çekti. Parmaklarını koluma sımsıkı dolamış, sertçe çekerek kapıdan uzak tutuyordu beni. Bileğini tuttuğumda daha iyi anlamıştım adamı. İstesem bileğini kmverebileceğimi düşündüm. İrikıyımdı ama o kadar kuvvetli değildi.

Ya da daha doğrusu, ben daha kuvvetliydim. Ama kemiklerini kırmak istemiyordum. Nasıl yapacağını bilemese de bana yardım etmek ister görünüyordu. Hem güzel kokuyordu. Ne kadar güzel koktuğunu tanımlayacak keümeyi bulamadım. Kemiklerini kırmak doğru gelmedi. Isırdım. Başparmağının dibindeki etli kısmı çabucak ısırıp bıraktım. “Hay anasını!” diye bağırdı elini sallayarak. Ardından, ben kapıya tam davranamadan bir daha yakalamaya kalkıştı beni. Kapıda bir sürü düğme vardı ve hangisinin açmaya yaradığını bilmiyordum. Duraksamam beni üçüncü defa yakalama fırsatını verdi. “Uslu dur!” diye bağırarak sertçe sarstı beni. “Öldüreceksin kendini! Hızla giden bir otomobilden atlayacak kadar deliysen akıl hastanesine yatırılman gerekir!” Bakışlarım eline açtığım kanayan izlere takılınca birdenbire başka hiçbir şey düşünemez oldum. Eğildim kanı, açtığım yarayı yaladım.

Gerildi, az daha elini çekecekken durakladı; rahatlamıştı sanki. Elini iki elimle tutmama izin verdi. Kafamı kaldırıp yüzüne baktım; bana bakıyordu. Araba hafifçe yalpalamaya başladı. Kaşları çatıldı, elini çekti. Yüzünde kararsız, mutsuz bir ifade vardı. Elini tekrar tuttum. Çekmeye çalıştı. Çabaladı, çekti hatta beni yerimden bile kaldırdı biraz ama bırakmadım. Dişlerimin açtığı kanlı delikleri bir daha yaladım. Heyecanla yutkunur gibi bir ses çıkardı. Aniden direksiyonu kırdı ve aracı, gelip geçen diğer, az sayıda aracı engellemeyecek bir noktaya çekip durdurdu. Serbest kalan eli kocaman bir yumruğa dönüştü. Bana vurmak üzere hazırlanışmı seyrettim. Korkmam, engellemeye çalışmam gerektiğini düşündüm ama tuhaftır, çok sakindim.

Her nasılsa bana vuracağına inanmıyordum. Kaşları çatıldı, kafasını salladı. Derken yumruğu yavaşça indi, yüzüme, geri çekilmeden, istediği ya da en azından istediğini sandığı sertlikle bakarak, “Ne yapıyorsun sen?” dedi. Yanıt vermedim. Elinden yeterince kan alamıyordum. Yine ısırmak istiyordum ama korkmasını veya öfkelenmesini istemiyordum. Neden umurumdaydı, bilmiyordum ama korkmaması ya da öfkelenmemesi önemliymiş gibi geliyordu bana. Hem bilek ve gırtlağın kan içmeye ellerden daha uygun olduklarını da biliyordum. Tekrar yüzüne baktığımda dikkatle beni süzdüğünü gördüm. “Canım acımıyor artık,” dedi. “Hatta iyi geldi… Ki o da tuhaf. Nasıl yaptın bunu?” “Bilmem,” dedim. “Tadın güzel.” “Öyle mi?” Beni kaldırdı, koltuğuma kaydı ve kucağına oturttu. “Bir kez daha ısırmama izin ver,” diye fısıldadım.

Gülümsedi. “Verirsem sen ne yapmama izin vereceksin?” Sesinden rızasını anladım, uzandım, boynunun yanjılı öperken dilim ve burnumla en büyük kan kaynağım aradım. Çok geçmeden dişlerimi boynuna gömdüm. Kasıldı; sımsıkı tuttum. Debelenmedi ama ben içerken beni sımsıkı tuttu. Birkaç saniye öncesine kadar farkına bile varmadığım açlığımı sonlandıracak kadarını içtim. Çok daha fazlasını emebilirdim ama ona zarar vermek istemiyordum. Tadı harikaydı ve kaçmaya ya da bana zarar vermeye kalkışmadan besliyordu beni. Yarayı, kanama durana kadar yaladım. Keşke iyileştirebilsem, yaptığının karşılığım yarasını iyileştirerek ödeyebilsem, diye düşündüm. İç çekerek arkasına yaslandı, beni sarıp bağrına yasladı. Bir süre sonra, “Neydi bu?” dedi. “Nasıl yaptm? Hem neden bu kadar hoşuma gitti?” Hoşuna gitmişti. Belki benim kadar hoşlanmıştı… Sevindim; gülümsediğimi fark ettim. Bir şekilde, doğru bir şey yapmıştım.

Doğru geliyordu… Hatırlamasam da, demek ki daha önce yapmıştım bunu. “Şenle kalayım,” dedim ve dediğim anda cidden bunu istediğimi kavradım. Bir yerde oturuyor olmalıydı. Beni oraya götürürse belki göreceklerim belleğimin geri gelmesine fayda ederdi… Ve bir evim olurdu. “Gerçekten gidecek bir yerin veya seni arayan birileri yok mu?” dedi. “Yok galiba,” dedim. “Hatırlamıyorum. Kim olduğumu, başıma ne geldiğini ve… Ve diğer her şeyi hatırlamam lazım.” “Hep ısırıyor musun böyle?” Tekrar yaslandım göğsüne. “Bilmiyorum.” “Vampirsin sen…” Düşündüm. Kelime hiçbir çağrışım yapmamıştı. “Vampir ne demek?” Güldü. “Sen… Isırıyorsun. Kan içiyorsun…” Yüzünü ekşiterek kafa salladı.

“Aman Tanrım… Kan içiyorsun sen.” “Öyle galiba.” Boynunu yaladım yine. “Ve daha çok küçüksün,” dedi. “Reşit değilsin. Yakın bile değilsin.” Hem ‘Reşit’ ne demek hem de kaç yaşındayım, bilmediğimden yanıt vermedim. “Giysilerine kanın nasıl bulaştığını hatırlıyor musun? Başka kimleri ısırdın?” “Bir geyik öldürdüm. Hatta iki tane…” “Eminim öyledir.” “Yanına al beni.” Bunu söylerken yüzüne baktım. Kararsız ve kaygılı görünmekle birlikte bir kez daha sarıldı bana ve “Peki,” dedi. “Nasıl yapacağım, bilmiyorum ama peki. Yanımda istiyorum seni; seni yanıma almamalıyım… Almamam gerekir, biliyorum ama alacağım.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir