Pierdomenico Baccalario – Ulysses Moore XI – Kül Bahçesi

Redaksiyondaki sevgili arkadaşlarım, Size bu mektubu deniz kenarında yazıyorum. Bana hangisi diye sormayın çünkü cevap vermem çok zor olacaktır. Fazla söze ne hacet, durum şöyle: Seyahate çıkmış bazı insanlar var. Ve onları arayan ötekiler. Öyle biri var ki, sizin de bildiğiniz gibi bir köprüden düştü ve talihsiz bir şekilde aramızdan ayrıldı. Fakat biri ortadan kaybolurken başka biri yeniden hikayeye dahil oluyor. Tabiri caizse, on iki seneden uzun bir süredir “tecrit edilmiş” olduğundan dolayı bu hepimiz için büyük bir sürpriz oldu. Açıklama yapmak için gerçekten çok az zamanım var. Internet bağlantısı bir geliyor, bir gidiyor. Çok geç olmadan, size Ulysses Mooréun son el yazmasını göndermek istiyorum. Her zaman olduğu gibi düzeltme yapmam ve eksik kısımları tamamlamama izin verildi. Metnin orasında burasında, yıldız (*) ile işaretlediğim açıklamalarıma rastlayabilirsiniz. Bana ve hemen yanımda oturan Fred Ayaktauyur’a gelecek olursak; bizim bazı ilginç okumalar yaptığımızdan emin olabilirsiniz. Gene de bunu “hoşça zaman geçirme” olarak tanımlayamam. Hala bir tahminde bulunamıyorum ama sizi temin ederim ki, çok rahatsız edici bazı haberler almaktayız.


Bu kadarını kim tahmin edebilirdi ki! Hayranlıklarımla, Pierdomenico Bölüm 1 ALTIN KAPI Tombul Tatlıcı Pastanesi’nin arka tarafındaki koridorun tam ortasında bulunan kapı, yavaşça gıcırdadı. Eski, ahşap bir kapıydı, öteki binlerce eski ahşap kapıyla her santimetrekaresine kadar aynıydı. Daha yakından bakıldığında tek özelliğinin, zengin detaylarla süslenmiş kilidi olduğu görülüyordu, işlenmiş metalden bir yaprak şeklindeydi ve üzerinden sarkan halkalar ve spiral yaylar koridorun alacakaranlığı altında ışıldıyorlardı. Kapı yeniden, bu sefer daha kararlı bir şekilde gıcırdadı. Uğursuz ses boş odanın içinde yankılandı. Gecenin körüydü. Pastanedeki masalar birbiri üstüne konulup bir köşeye yığılmışlardı. Zemin, üzerinde ayak izlerinin görülebildiği bir parmak kalınlığında çamurla kaplıydı. Dükkanın tezgahındaki gümüş kaselerin ve alüminyum pasta kalıplarının içi kırıntıyla doluydu. Pasta kreması ve kuru üzümlü keklerin hiç bitmeyen kokusu havada asılı kalmıştı. Tombul Tatlıcı’nın giriş kapısı aralıktı. Ama dışarıda in cin top oynuyordu. Selle birlikte kasabanın merkezinden kopup gelen iç karartıcı bir enkaz yığını iskeleye kadar uzanıyordu. Kilmore Koyu’nun bütün ışıkları sönüktü: Sahil yolu boyunca uzanan lambaların siyah küreleri, evlerin pencereleri, Peder Phoenix’in adak kabilinden ışıklandırmayı adet haline getirdiği kilisenin çan kulesi, hepsi. Yarımadanın ucundaki Leonard Minaxo’nun deniz feneri bile o gece karanlığa bürünmüştü.

Yıldızların titrek ışığı altında sadece denizdeki dalgaların parlak şeritleri göze çarpıyordu. Kilmore Koyu karanlıktaydı. Ve duyulan çok az sesten biri de pastanenin arka tarafındaki koridordan gelen o gıcırtıydı. Sonra bir vuruş sesi. Bir İkincisi daha. Üçüncü vuruşta köhne kapı açılıverdi. Dışarı sıcak, nemli ve boğucu bir esintiyle birlikte bir sinek bulutu çıktı. Onların ardından da karanlıkta sendeleyerek ilerleyen ve yorgun argın önlerindeki duvara yaslanan iki çocuk. Tek kelime dahi etmeden kapıyı arkalarından kapattılar ve sinekleri uzak tutmak için ellerini yüzlerinin önünde salladılar. Çocuklardan biri, kafasına hindistancevizi şeklinde, yan tarafı ezilmiş, acayip mi acayip demir bir miğfer geçirmişti. Üze­ ^ .____________ ALTIN KAPI____________ . rinde sarı kırmızı damalı, dizlerde iki büyük kemerle biten bir golf pantolonu vardı. Yalın ayaktı. Çizikler ve ısırık izleriyle kaplı ayakları ve bilekleri çamur içindeydi.

“Bıraksan beni canlı canlı yiyecekler!” diye bağırdı öteki, kızarmış boynunu ve kollarını kaşıyarak. Paçavralara bürünmüştü: Esnemiş bir gömlek, toz bezi kumaşından, lime lime olmuş bir pantolon ve eski püskü deri sandaletler. “Bunlar hayatımda gördüğüm en kana susamış tatarcıklar!” “Tatarcıkmış!” diye bağırdı yan tarafı ezilmiş demir bir miğfer takan öteki çocuk ve yanında arkadaşıyla birlikte koşmaya başladı. Koridorun sonuna varınca pastanenin ön tarafına açılan perdeyi kaldırdılar ve dışarı fırladılar. Sadece sokağa çıkar çıkmaz, onları bir gören var mı diye etraflarına bakmak için yavaşladılar. Hemen ardından kumsala doğru kaçmaya devam ettiler. “Yeter!” diye bağırdı yırtık pırtık kıyafetli çocuk. Bir yandan koşuyor, bir yandan da üzerindekileri çıkarıyordu. Süt beyazı rengindeki vücudu küçük kırmızı ısırık izleriyle nokta nokta olmuştu. Sahil yolunun kenarındaki enkaz yığınının üzerine tırmandı, sonra bir sandalyenin ve bir bankın üzerinden atlayıp soğuk kumlara doğru koşmaya devam etti. Ve en sonunda kendisini denize attı. Diğer çocuk, daha rahat hareket ediyordu. Hasarlı miğferini çıkardı, kızıl renkli, terli saçlarını düzeltti ve suların çekilip kumların ortaya çıktığı yerde arkadaşına yetişti. “Delirmek üzereydim.” “Cangıl böcekleri.

” “Evet, ama…” Çocuk, nefret dolu bakışlarım pastanenin ahşaptan yapılma, zarif süslemeleri olan alçak binasına doğru çevirdi. “Bu kadar kana susamış olmalarını beklemiyordum. Şu ısırık izlerine bir bak!” Havuç kafalı çocuk esnedi, yorgunluk izleriyle dolu gözlerini kırpıştırdı ve arkadaşının denize dalıp çıkmasını bekledi. “Artık gidebilir miyiz?” diye sordu sonunda. “Gözlerimi zor açık tutuyorum.” Öteki bunu kabul etti. Lime lime olmuş kıyafetlerini toparladı ve yeniden üzerine geçirmeden önce içlerindeki kumları silkeledi. Ardından iki genç gerisingeri geldikleri yöne doğru yürümeye başladılar ve sessizce ana yola çıktılar. Trank!¿.iye bir ses yükseldi pastanenin içinden. “Sen de duydun mu?” Kızıl saçlı çocuk zınk diye durmuştu. Bir martı çığlığı. Dalgaların mırıltısı. Ama başka ses yoktu. “Ne duymam gerekiyordu?” Kızıl saçlı çocuk ötekisine beklemesini işaret etti ve pastanenin vitrinine yaklaştı.

Gece havası kesif ve balmumu kadar hareketsizdi. Kilmore Koyu’nun ana caddesi önlerinde dümdüz uzanıyor, önce kasabanın eski kısımlarına, oradan da daha yukarıya, terk edilmiş tren garına doğru çıkıyordu. Yol boyunca uzanan bütün dükkanların kepenkleri inikti. Veteriner kliniği haricinde hepsinin. Onun camlarından birkaç mumun ve kandilin ışığı sızıyordu. Son günlerde meydana gelen korkunç selden yaralı kurtulanlar orada tedavi ediliyorlardı. Kasabada ^ .____________ ALTIN KAPI____________ . ^ elektrikler kesildiği için eski aydınlatma yöntemlerine geri dönülmüştü. Yolun köşesinde bulunan Tombul Tatlıcı, selden mucize eseri kurtulmuştu. Trank! Pastanenin içinden yine aynı ses gelmişti. İki çocuk önce birbirlerine sonra arkalarına baktılar. Tezgahın üzerindeki gölgelerin arasında bir şey hareket ediyordu. “Gözlerime inanamıyorum!” diye bağırdı kızıl kafalı. “Bizi buraya kadar takip etmeyi nasıl başardı?” dedi ötekisi kuşkuyla.

Gümüş kaselerden birinin içinde, yüzünde, İngiltere’nin en iyi pasta kremasını yalamış birinin şaşkın ve mutlu ifadesiyle oturan küçük bir tüy yumağı vardı. Daha kesin konuşmak gerekirse, bu bir puma yavrusuydu. “Biz kapıyı kapatmadan hemen önce içeri sızmış olmalı!” Yavru hayvan tezgahtan aşağı atladı ve eski püskü kıyafetler giyen çocuğun baldırlarına sürtündü. “Bu imkansız!” diye fısıldadı çocuk ve bezmiş bir ifadeyle başını kapının kirişine yasladı. “Pumaların ve sineklerin seni her yerde takip ettiklerini hesaba katacak olursak…” diye fısıldadı ötekisi hasarlı miğferini yeniden kafasına geçirirken, “Zaman Kapıları’ndan geçerek seyahat etmenin sana göre bir iş olmadığını söyleyebilirim.” “Şimdi ne yapacağız?” diye sordu arkadaşı. Endişeyle ayaklarının dibinde yuvarlanan puma yavrusunu izliyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir