Pierdomenico Baccalario – Ulysses Moore XIII – Zaman Gemisi

Ço k seyrek girilen bir odaydı. Soluk perdelerinin kırılgan ■ gölgelerinde, eprimiş gri halılarında ve pencerenin altınXfc_Vdaki büyük kâsede kummaya bırakılmış çiçeklerden yayı- ^ lan o narin, antika kokusunda esrarengiz bir şeyler vardı. Kapıyı her aralık buluşunda Murray orada durup içeriye bakıyordu. Sanki daha evvel fark etmediği bir şeyi görmeyi bekler gibiydi. Bir tablo. Yeri değiştirilmiş bir porselen vazo. Duvar kâğıdında yeni bir leke. Oysa Murray’in annesi o odaya asla girmezdi. Eğer zorunda kalırsa, mesela odayı temizlemesi gerekiyorsa da bunu çabucak halleder ve hemen çıkıp kapıyı ardından kapardı. Ama o çıkar çıkmaz kapı kendi kendine açılırdı. Sıkıca kapatılmış olsa bile. Cereyan olmadığı halde. Kimsenin yukarı çıkmamasına rağmen. Oda, tavan arasının hemen altındaydı. İlk katta Murray ve annesinin odaları, bir de banyo vardı.


Geri kalan her şey zemin kattaydı. Odanın içinde dikkate değer hiçbir şey yoktu. Yazı masası hariç. Murray’in babası onu mahallenin eskicisi o serseri Fanny’den satın almıştı, çünkü Murray’in yazı yazacak ve ödev yapacak bir yere ihtiyacı vardı. At gibi oflaya puflaya ağır masayı yukarı kata çıkarmışlardı. Murray onu bir kez bile kullanmamıştı. Odada yazı masasının dışında uzun ince bacaklı, sırt kısmı örülmüş saz dallarından yapılmış sandalyeler vardı. Köşelerden birinde, evin eski sahibinin kolçaklarını kemirdiği bir koltuk ve YAZIHANE koyu renkli ahşaptan antika bir köşe dolabı duruyordu. Murray bir defasında dolabı açmış ve öylece bakakalmıştı. İçinde sadece ince kâğıtlara sarılmış gümüşten biblolar vardı. Odanın çok büyük bir penceresi vardı; camları çok az temizlendiğinden olacak kirden parşömen rengi almıştı. Ama yine de Kuzey yönündeki heybetli gökyüzünü ve rıhtımın ötesindeki denizin bir parçacığını görmek mümkündü. Odanın esrarengiz veya korkunç bir tarafı yoktu. Gene de Murray’i büyülemeye yetiyordu. Odanın oğlana kendisini davetsiz misafir gibi hissettiren bir gücü vardı.

Sanki kapıyı bir saniye önce açsa yazı masasının başında oturan biriyle karşılaşacakmış gibi hissediyordu. Ama sıradan bir hayalet değildi söz konusu olan. Her seferinde onun yüzünden gitmek zorunda kalan bir hayaletti. O gün de Murray aynı şeyi hissetmişti. Oysa her şey yerli yerindeydi. Eprimiş halı. Kolçakları lime lime olmuş divan. Pencereden sarkan eski püskü perdeler. Ve uzun, kavisli bacaklarıyla yazı masası. Yüzeyi koyu yeşil deriyle kaplıydı ve çekmeceleri kimsenin dokunmaya tenezzül etmediği kalemlerle doluydu. O ve babası yazı masasının gizli bir çekmecesi* olduğuna eminlerdi ama onu aslında hiç bulamamışlardı. Gördün mü?” diye kendini ikna etmeye çalıştı. “Burası * Çevirmenin notu: El yazmalarının sahibinin burada K enneth G raham e’ın A ltın Çağ adlı kitabındaki “Gizli Çekmece” adlı öyküye gönderme yaptığını düşünüyorum . esrarengiz bir yer değil. Bu odada sır diye bir şey yok.

” Belki. Yazı masasının sandalyesi biraz yerinden oynamıştı. Sanki bir saniye önce biri oraya oturup gizli bir mektup yazmış gibi. Ve hemen ardından kaybolmuş. Murray gülümsedi. Merdivenden aşağı baktı. Kulağına bir ses çalınmıştı. Biri giriş kapısına bir mektup sıkıştırıyordu. “Gizli bir mektup,” diye düşündü. Aceleyle yazıhanenin kapısını kapatıp merdivenlerden aşağı koştu. “Murray?” diye seslendi annesi mutfaktan. “Postayı sen mi alıyorsun?” Yerde, hemen kapının önünde büyük, sarı bir zarf vardı. Murray çabucak kilidin üzerindeki altın zinciri çıkardı, giriş kapısını açtı ve dışarıda kimsenin olmadığını zannedip bağırdı: “Seni yakaladıııım!” “Hey, Murray!” diyerek onu selamladı postacı. Henüz evin önündeki bahçeden çıkmamıştı. Murray hemen terbiyesini takındı.

“Günaydın Pete.” İçeriden, “Pete Amca,” diyen sesi geldi annesinin. “Pete Amca,” diye düzeltti Murray. Postacı elindeki küçük bir paketi mektuplarla dolu çantasına yerleştiriyordu. “Bugün okul yok mu?” “Bu pazartesi tatil,” diye cevap verdi Murray. Fakat tam olarak neyi kutladıklarını hatırlamıyordu. Bir ülkeyi, bir savaşı veya belki de bir kraliçeyi. “Maalesef postacılar için değil.” Pete Amca oğlana göz kırptı. “Galiba bu zarf sana gelmiş.” Murray bir asker selamı çakıp kapıyı ardından kapattı. “Kilidi de tak!” diye seslendi annesi. Murray altın zinciri takıp yerde duran zarfı inceledi. Kendisine geldiğine hiç şüphe yoktu. Adres kısmında Murray yazıyordu.

Zarfın içindeki her neyse kaskatı bir şeydi. İki parmak kalınlığındaydı. Değerli şeyleri korumak için kullanılan korumalı zarflardandı. Murray onu alıp piyanonun yanındaki tabureye oturdu ve zarfı nota defterlerinin konulduğu desteğin üzerine koyup dikkatlice inceledi. İçinde ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyordu. O nu kim yollamıştı? Ve nereden? Ne zaman? Bir parmağını beyaz bir tuşa, ikinci parmağını siyah bir tuşa koydu. Ve hatırladı. Tabii ya. Başka kim olabilirdi ki… Notalara hızlı hızlı bastı. “Söylesene? İlginç bir şey mi gelmiş?” diye sordu annesi. Murray cevap vermedi. Kırış kırış olmuş ceketini divandan aldı. Çantasındaki kitabı ve fotoğraf makinesini kontrol ettikten sonra, zarfı da onların yanına koydu ve merdivenin dibinde durdu. İkinci kattan gelen bir ses duymuştu sanki. Parmak uçlarında yürüyen birinin çıkardığı gıcırtılar da olabilirdi duyduğu.

Ama tabii ki bu mümkün değildi, çünkü evde sadece o ve annesi vardı. Kadın koridorun öteki ucunda belirdi. “Dışarı mı çıkıyorsun?” diye sordu. “Evet,” diye cevap verdi Murray. Eğilip ayakkabıları giydi. “Nereye gidiyorsun?” “Shane’i almaya. Sonra da Connor’lara gideceğiz.” “Gene nehirdeki o korkunç yere mi?” “O kadar korkunç değil.” Murray yukarı çıkan basamaklara baktı. Eski ahşap ev devamlı gıcırdıyordu. “Akşam yemeğine dönmüş olurum,” diye ekledi. Sonra çıktı. Evin fısıltıları sokâğın gri gürültüsünde kaybolup gitti.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir