Rick Riordan – Kirmizi Piramit

Sadece birkaç saatimiz kaldı, o yüzden beni iyi dinleyin. Bu öyküyü dinlemeye başladıysanız çoktan tehlikedesiniz demektir. Sadie ve ben kurtuluşunuz için tek çare olabiliriz. Okula gidin. Dolabı bulun. Size hangi okul ya da dolap olduğunu söylemeyeceğim. Çünkü doğru kişiyseniz onu zaten bulacaksınız. Dolabın şifresi 13/32/33. Bu öyküyü dinlemeyi bitirdiğiniz zaman bu rakamların ne anlama geldiğini de bileceksiniz. Ancak size anlatmak üzere olduğumuz öykünün henüz tamamlanmadığını da unutmayın. Öykünün nasıl sona ereceği size bağlı. En önemlisi de şu: Paketi açtıktan sonra içindeki şeyi bir haftadan fazla üzerinizde taşımayın. Bu şey size kesinlikle sonsuz bir güç verecek ancak bunu uzun süre taşırsanız eninde sonunda sizi tüketir. Tıpkı Sadie’yle benim yaptığımız gibi bunu bir sonraki kişi için saklayın. Sonra da hayatınızın çok ama çok ilginç bir hale gelmesine hazırlıklı olun.


Tamam, Sadie daha fazla oyalanmadan öyküyü anlatmamı istiyor. Sanırım öykünün Londra’da, babamızın British Museum’u havaya uçurduğu gece başladığını söyleyebilirim. Adım Carter Kane. On dört yaşındayım. Evimse tek bir valizden ibaret. Şaka yaptığımı sanıyorsunuz, değil mi? Sekiz yaşımdan beri babamla birlikte dünyayı geziyorum. Los Angeles’ta doğdum, ancak babam bir arkeolog olduğu için birçok ülkeye seyahat ederiz. Uzmanlık dalı Antik Mısır olduğu için de genellikle oraya gideriz. Bir kitapçıya gidin, elinize Antik Mısır’la ilgili bir kitap alın. Bunun büyük bir ihtimalle Dr. Julius Kane tarafından yazılmış olduğunu göreceksiniz. Antik Mısırlıların mumyaların beyinlerini kafataslarından nasıl çıkardıklarını, piramitleri nasıl inşa ettiklerini ya da Kral Tutankamon’un mezarını nasıl lanetlediklerini mi öğrenmek istiyorsunuz? Babamdan başkasına sormanıza gerek yok. Tabii, babamın sürekli bir yerlere gidip gelmesinin başka nedenleri de varmış ama ben o zamanlar babamın sırrını bilmiyordum. Ben diğer çocuklar gibi okula gitmedim. Babam beni evde yetiştirdi.

Aslında, insanın sürekli bir evi olmadığında, aldığı eğitime de ‘ev eğitimi’ denir mi bilmiyorum. Babam bana önemli olduğunu düşündüğü her şeyi öğretti. O yüzden Mısır, basket atışları ve babamın en sevdiği müzisyenler hakkında çok şey öğrendim. Bu arada iyi bir okuyucumdur. Babamın tarih kitaplarından fantezi romanlarına kadar elime ne geçerse okurum. Çünkü vaktimin çoğunu kimseyi tanımadığım yabancı ülkelerdeki otel odalarında, havaalanlarında ve kazı alanlarında geçiririm. Babam bana hep kitapları bir kenara koyup basket oynamamı söyler. Hiç Mısır’ın Asvan şehrinde sokağa çıkıp da basket oynamayı denediniz mi? Kolay olmadığını söyleyeyim. Her neyse, babam beni, tüm eşyalarımı uçakta koltukların üstündeki bölmeye girecek tek bir valize sığdıracak biçimde eğitti. Kendisi de valizini aynı şekilde hazırlar. Ama onun arkeoloji araç gereçlerini muhafaza ettiği ayrı bir çantası daha vardır. Bir numaralı kuralımız: bu çantayı karıştırmam yasak. Patlamanın meydana geldiği güne dek bu yasağı hiç çiğnememiştim. Patlama Noel gecesi oldu. O gün Londra’da kız kardeşim Sadie’yi ziyaret edecektik.

Babam kız kardeşimi bir kışın, bir de yazın olmak üzere yılda ancak iki kez görebiliyor. Çünkü anneannem ve dedem babamdan nefret ederler. Annemiz öldükten sonra kız kardeşimin velileri (yani anneannem ve dedem) babama dava açtılar. Bu dava çok geçmeden bir aile içi savaşa dönüştü. Altı avukat, iki yumruk yumruğa kavga ve bir spatül tarafından neredeyse birisinin ölümüne neden ola cak bir darbeden sonra (bunun nasıl olduğunu sakın sormayın), anneannemle dedem Sadie’nin velayetini kazandılar. Bunun üzerine Sadie İngiltere’de yaşamaya başladı. Benden iki yaş küçük olan Sadie, o zamanlar altı yaşındaydı. İkimize birden bakamayacakları için bir tek onun vesayetini almışlardı. En azından öne sürdükleri mazeret buydu. Böylece Sadie bir İngiliz gibi yetişti, ben de babamla birlikte dünyayı dolaştım. Sadie’yi yılda sadece iki kez görebiliyorduk ama bana göre hava hoştu. [Kes sesini Sadie. Evet, o bölüme geliyorum.] Neyse babamla ben birkaç rötardan sonra nihayet Heathrow Havaalanı’na inebilmiştik. Yağışlı ve soğuk bir öğleden sonraydı.

Babam taksiye binip şehre doğru yola çıktığımızda biraz endişeli görünüyordu. Unutmadan söyleyeyim, babam bayağı iri yarı bir adamdır. Yani, onu öyle kolay kolay hiçbir şey endişelendirmez. Benim gibi koyu tenlidir, insanı delip geçen kahverengi gözleri, kel bir kafası ve keçisakalı vardır. Bütün bunlar bir araya gelince güçlü kuvvetli ve kötü kalpli bir bilim adamı gibi görünür. Babam o gün üstüne kaşmir paltosunu ve en iyi kahverengi takım elbisesini giymişti. Bunu konuşma yapacağı zamanlarda giyerdi. Genellikle öyle kendine güvenen bir hali vardır ki bir yere girdiğinde bütün gözler ona çevrilir. Ama bazen -o öğleden sonra olduğu gibi- hiç bilmediğim bir yanıyla karşılaşırım. Babam o gün peşimizde birileri varmış gibi sürekli arkasına bakıyordu. Uçaktan inerken “Baba, bir sorun mu var?” diye sordum. “Ortalıkta yoklar,” diye mırıldandı. Sonra bunu yüksek sesle söylediğini fark etmiş olacak ki şaşkın şaşkın bana baktı. “Bir şey yok Carter,” dedi. “Her şey yolunda.

” Babamın yanıtı beni biraz huzursuz etti çünkü yalan söylemeyi hiç beceremez. Yalan söylediğini şıp diye anlarım. Ama ne kadar ısrar etsem de ağzından tek kelime çıkmayacağını da bilirim. Muhtemelen beni korumaya çalışıyordu ama bunun ne olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Bazen geçmişinde saklı büyük bir sırrı olup olmadığını, eski bir düşmanının onu takip edip etmediğini düşünürdüm; ama yine de böylesi bir ihtimal bana hep gülünç gelirdi. Babam bir arkeologdu. Beni rahatsız eden bir şey daha vardı: iş çantasını sıkı sıkı tutuyordu. Bunu yaptığı zamanlar tehlikede olduğumuzu anlıyordum. Bir keresinde Kahire’de kaldığımız oteli eli silahlı adamlar basmıştı. Lobiden gelen silah seslerini duyar duymaz babamı bulmak için aşağı inmiştim. Lobiye vardığımda, babam sakin sakin iş çantasının fermuarını çekerken üç silahlı adam da baygın bir biçimde avizeden sallanıyorlardı. Üstlerindeki uzun elbiseler kafalarından aşağı sarktığı için iç çamaşırlarını görebiliyordunuz. Babam polise hiçbir şey görmediğini iddia etti ve polis de avizede bir elektrik kaçağı olduğunu söyleyerek olayı ört bas etti. Bir başka sefer de kendimizi Paris’te bir isyanın ortasında bulduk. Babam beni yakınlarda park etmiş bir aracın arka koltuğuna atıp kafamı kaldırmadan arabada kal mamı söyledi.

Hemen arabanın zeminine yatıp gözlerimi sımsıkı yumdum. Babamın sürücü koltuğuna oturup kendi kendine homurdandığını, iş çantasında bir şeyler aradığını ve isyancıların dışarıda her yeri talan ettiklerini duyabiliyordum. Birkaç dakika sonra babam bana kalkabileceğimi söyledi. Sokaktaki diğer arabaların tümü ters yüz edilmiş ve ateşe verilmişti. Bizim arabamızsa yeni yıkanmış ve cilalanmıştı. Hatta sileceklerin altına da birkaç tane yirmi avroluk banknot iliştirilmişti. Her neyse, gel zaman git zaman, babamın iş çantasma saygı duymaya başladım. O çanta tılsımımız gibiydi. Babam çantasını açmadığında şansa ihtiyacımız olacağını biliyordum. Arabayla şehir merkezine, yani anneannemle dedemin doğu bölgesindeki evine doğru yol almaya başladık. Buckingham Sarayı’nın altın renkli kapılarından ve Trafalgar Meydanı’ndaki o kocaman taş sütunun oradan geçtik. Londra oldukça havalı bir yer ama uzun süre yolculuk ettikten sonra dünyadaki tüm şehirler iç içe geçmiş gibi geliyor insana. Tanıdığım bazı çocuklar “Vay canına, bu kadar çok seyahat ettiğin için çok şanslısın,” falan diyorlar. Ama başka ülkelere gittiğimizde sıradan turistler gibi etrafı gezmiyoruz ki. Zaten lüks yolculuklar yapacak kadar paramız da yok.

Bazen berbat yerlerde kaldığımız da oluyor. Üstelik gittiğimiz hiçbir yerde birkaç günden fazla kalmıyoruz. Çoğu zaman turist değil de kaçak olduğumuzu hissediyorum. Yani, babamın işinin tehlikeli olabileceği pek kimsenin aklına gelmez. “Mısır Büyüleri Sizi Öldürebilir mi?”, “Mısır Yeraltı Dünyası’nın En Favori Cezaları” ve benzeri konularda konuşmalar yapar. Bu konular da çoğu kişinin ilgisini çekmez. Ama daha önce de dediğim gibi, babamın bir de çok iyi bilmediğim bir yanı var. Her zaman çok tedbirlidir; kalacağımız otelleri ben girmeden önce kendisi kontrol eder. Birkaç sanat eseri görmek için bir müzeye dalar, biraz not tutar, sonra da güvenlik kameralarına yakalanmaktan korkuyormuş gibi hemen dışarı çıkar. Bir keresinde daha ben küçükken, Paris’teki Charles de Gaulle Havaalanı’nda, uçağa yetişmek için koşturuyorduk. Babam uçak kalkana dek rahatlayamamıştı. Saf saf ona neden kaçtığımızı sorduğumda, bana sanki bir el bombasının pimini çekmişim gibi bakmıştı. Bir an için bana gerçeği söyleyebileceğinden korkmuştum. Sonra bana “Carter, bir şey yok,” dedi. Ama bunu öyle bir söylemişti ki sanki ‘hiçbir şey’ dünyanın en berbat şeyiydi.

O günden sonra ona soru sormamanın daha iyi olacağına karar verdim. Anneannemle dedem, yani Faustlar, Thames Nehri kıyısında, Canary İskelesi yakınlarında bir kooperatif mahallesinde yaşıyorlar. O gün taksi kaldırıma yanaştı. Arabadan indik ama babam şoföre beklemesini söyledi. Tam eve doğru yürürken babam yarı yolda kalakaldı. Arkasını dönüp etrafa bakındı. “Ne oldu?” diye sordum. Sonra pardösülü o adamı gördüm. Adam sokağın karşı tarafında, kurumuş koca bir ağaca yaslanmıştı. Bedeni fıçı gibi, teniyse kavrulmuş kahve rengindeydi. Üstündeki pardösü ve içine giydiği ince çizgili siyah takım elbise oldukça pahalı görünüyordu. Uzun saçları örgü örgüydü. Koyu renk camlı gözlüklerinin üstüne siyah bir fötr şapka geçirmişti. Nedense bana babamın hep sözünü ettiği caz müzisyenlerini anımsatmıştı. Belki de adam babamın eski bir arkadaşı ya da meslektaşıydı.

Her gittiğimiz yerde babam tanıdığı insanlara rastlardı. Ama adamın anneannemle dedemin evinin önünde bekliyor olması biraz tuhaftı doğrusu. Adam hiç de mutlu görünmüyordu. “Carter, sen önden git,” dedi babam. “Ama… ” Babam hemen sokağın karşısına, adamın beklediği yöne doğru gitti. İki seçeneğim vardı: Ya babamın peşine takılıp neler olduğunu anlamaya çalışacaktım ya da bana söyleneni yapacaktım. Gözüme daha az tehlikeli görünen seçenekte karar kıldım. Kız kardeşimi almaya gittim. Sadie daha ben çalmadan kapıyı açıverdi. “Her zamanki gibi geç kaldın,” dedi. Kucağında kedisi Çörek vardı. Çörek ona babamın ‘ayrılış’ hediyesiydi. Kediyi ona tam altı yıl önce vermişti. Çörek onu ilk gördüğüm günden beri ne büyümüş ne de yaşlanmıştı. Gür, sarılı siyahlı tüyleri vardı.

Tıpkı minik bir leopar gibiydi. Sarı renkli gözleri her zaman fıldır fıl- dırdı, sivri kulaklarıysa kafasına büyük geliyordu. Tasmasından gümüş renkli bir Mısır tılsımı sarkıyordu. Aslında, lıiç de bir çöreği andırır yanı yoktu ama Sadie ona bu ismi verdiği zaman çok küçüktü. Bu yüzden, onu mazur görmek gerek. Sadie de onu geçen yazdan beri gördüğümden beri fazla değişmemişti. [Ben bunları kaydederken Sadie yanımda dikilmiş, gözlerinden alevler saçarak bana bakıyor. Sanırım onu tarif ederken biraz daha dikkatli olmalıyım.] İkimiz yan yana durduğumuzda asla kardeş olduğumuzu tahmin edemezsiniz. Bir kere bunca yıldır İngiltere’de yaşadığı için Sadie İngiliz aksanıyla konuşur. İkincisi o anneme çekmiş. Peynir beyazı bir teni var. Benden çok daha açık renkli. Karamel renkli düz saçları ne sarı renge ııe de kahverengine yakın. Ama saçlarını genellikle parlak renklere boyar.

O gün saçlarını tutam tutam kırmızı renge boyamıştı. Gözleri mavidir. Ciddiyim. Tıpkı anneminkiler gibi masmavidir. Henüz on iki yaşında olduğu halde benimle aynı boyda. Bu durumun çok sinir bozucu olduğunu söylememe gerek yok herhalde. O gün her zamanki gibi sakız çiğniyordu. Üstünde deri bir ceket, ayaklarındaysa asker postalları vardı. Sanki bir konsere gidecek de orada nisanları ezecekmiş gibi duruyordu. Sanırım, bizden sıkılacağını düşünüp müzik dinlemek için müzik çalarının kulaklıklarını boynundan sarkıtmıştı. [Tamam, hala bana vurmadığına göre onu hakkıyla tarif etmişim demektir.] “Uçak rötar yaptı,” dedim. Sadie sakızını patlatıp Çörek’in kafasını okşadı. Sonra da kediyi içeri doğru fırlattı. “Anneanne, dışarı çıkıyorum!” diye seslendi.

Anneannem içeriden tam olarak anlayamadığım bir şey söyledi. Sanırım “Onları sakın içeri alma!” dedi. Sadie kapıyı kapatıp bana kedisinin avladığı ölü bir fareymişim gibi baktı. “Demek geri geldin,” dedi. “Evet.” “Gel bakalım.” İçini çekti. “Haydi, gidelim.” Sadie böyledir işte. Hayatta “Selam, son altı aydır neler yapıyordun? Seni gördüğüme çok sevindim!” gibi şeyler söylemez. Ama bana göre hava hoş tabii. Yılda sadece iki kez görüştüğümüz için birbirimizi kardeş gibi değil de uzaktan birer akraba gibi görüyorduk. Annemizle babamız haricinde hiçbir ortak yanımız yoktu. Bezgin bezgin merdivenlerden aşağı indik. Sadie’nin kokusunun yaşlı insanların eviyle sakız karışımı gibi bir şey olduğunu düşünüyordum ki aniden durdu.

Ben de ona çarptım. “O kim?” diye sordu. Pardösülü adamı tamamıyla unutmuştum. Babamla birlikte sokağın karşı tarafında, koca ağacın önünde duruyorlardı. Hararetli hararetli bir şeyler tartışıyorlardı. Babamın sırtı bize dönük olduğundan surat ifadesini göremiyordum ama ellerini kollarını tıpkı öfkelendiği zamanlardaki gibi sallıyordu. Diğer adamsa suratını ekşitmiş, kafasını sallıyordu. “Bilmiyorum,” dedim. “Biz geldiğimizde buradaydı.” “Tanıdık geldi.” Sadie sanki adamın kim olduğunu hamlamaya çalışıyormuş gibi suratını buruşturdu. “Haydi gel.” “Babam onu takside beklememizi istedi,” dedim ama bııııu söylemenin hiçbir faydası olmayacağını biliyordum. Sadie çoktan babama doğru yürümeye başlamıştı. Ama sokağın karşı tarafına geçmek yerine, kaldırımın kenarına park etmiş arabaların arkasına saklana saklana diğer tarafa geçti ve alçak bir duvarın altına çömeldi.

Sonra da yavaş yavaş babama doğru ilerlemeye başladı. Kendimi bir salak gibi hissetsem de onun peşinden gitmekten başka çarem yoktu. “Kız kardeşim altı yıl İngiltere’de yaşadıktan sonra kendini James Bond sanıyor,” diye homurdandım. Sadie ardına dahi bakmadan bana dirsek attı. Sonra bakıma doğru ilerlemeye devam etti. Birkaç adım sonra koca ağacın tam arkasındaydık. Bakımın ağacın diğer tarafından “…Bunu yapmak zorundayım Amos,” dediğini duydum. “Doğru olanın bu olduğunu sen de biliyorsun.” Adı Amos olan diğer adam “Hayır,” dedi. Sesi kalındı. Dediğim dedik bir hali vardı. Amerikan aksanıyla konu şuyordu. “Seni ben durdurmazsam onlar durduracaklar Julius,” dedi. “Per Ankh seni adım adım izliyor.” Sadie bana dönüp sessizce “Per ne?” diye sordu.

Ben de en az onun kadar şaşırmıştım. Bilmiyorum anlamında başımı salladım. “Gel gidelim,” diye fısıldadım. Babamla Amos bizi her an görebilirdi. Ve işte o zaman başımız derde girerdi. Sadie her zamanki gibi beni duymazdan geldi. Babam “Planımdan habersizler,” diyordu. “Ne yapacağımı anladıklarında… ” “Çocuklar ne olacak?” diye sordu Amos. Tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. “Onlar ne olacak?” “Onları korumak için bir anlaşma yaptım,” dedi babam. “Hem bunu yapmazsam hepimizin hayatı tehlikeye girecek. Şimdi bırak da işimi göreyim.” “Yapamam Julius.” Babam son derece ciddi bir sesle “Düello mu istiyorsun yani?” dedi. “Beni asla yenemezsin Amos.

” Babamın şu daha önce de bahsettiğim Ulu Spatül olayından beri şiddete başvurduğuna şahit olmamıştım. O olayın tekrarını izlemek istemiyordum ama ikisi her an kapışacak gibiydiler. Ben daha bir şey yapmaya fırsat bulamadan Sadie öne atılıp “Baba!” diye bağırdı. Sadie ona arkadan sarıldığında babam şaşırdı ama diğer adam ondan da şaşırmış gibiydi. Hızla geri geri giderken pardösünün eteğine takılıp yere düştü. Gözlüklerini çıkarmıştı. Sadie’nin haklı olduğunu düşünmeden edemiyordum. Amos gerçekten de tanıdık geliyordu. Sanki küçükken ona bir yerlerde rastlamıştık. “Gi-gitmem gerek,” dedi. Fötr şapkasını düzeltip sokaktan aşağı yürümeye koyuldu. Babam Amos denen adamın ardından bakakaldı. Bir kolunu Sadie’yi korumak ister gibi onun omzuna atmıştı. Diğer eliyle de omzuna astığı çantayı karıştırıyordu. Amos nihayet gözden kaybolunca babam da gözle görülür bir biçimde rahatladı.

Elini çantasından çıkarıp Sadie’ye gülümsedi. “Merhaba tatlım.” Sadie babamın kolundan kurtulup kollarını göğsünde kavuşturdu. “Hah, demek şimdi bana tatlım diyorsun. Geç kaldın,” dedi. “Ziyaret günün neredeyse bitmek üzere! Hem az önce neler oldu? Amos kim, şu Per Ankh denen şey ne?” Babam huzursuz oldu. Sanki Amos’la arasında geçen konuşmanın ne kadarını duyduğumuzu anlamak istermiş gibi bana baktı. Neşeli bir sesle konuşmaya gayret ederek “Hiçbir sorun yok,” dedi. “Üçümüz için harika bir gece planladım. Kim British Museum’u özel bir turla gezmek ister bakalım?” Sadie taksinin arka koltuğunda babamla aramıza oturdu. “Buna inanamıyorum,” diye homurdandı. “Birlikte tek bir gecemiz var ama aklın hala araştırma yapmakta.” Babam gülümsemeye çalıştı. “Tatlım, çok eğleneceğiz ama,” dedi. “Mısır koleksiyonuyla ilgilenen müze müdürü beni özel olarak davet-” “Aman ne kadar şaşırtıcı,” dedi Sadie suratına düşen bir tutam kırmızı renkli saçı geriye atıp.

“Noel gecesinde Mısır’dan gelen birtakım eski püskü şeyleri göreceğiz. Senin aklına başka bir şey gelmez mi?” Babam ona kızmadı. Zaten Sadie’ye asla kızmaz. Pencereden dışarı bakıp kararmakta olan havaya ve yağmura bakmakla yetindi. “Hayır,” dedi alçak bir sesle. “Zaman zaman gelir.” Babam ne vakit böyle sus pus kesilse, gözlerini boşluğa dikse, annemizi düşündüğünü anlarım. Son birkaç aydır sık sık sessizleşiyordu. Bazen kaldığımız otelde odasına girdiğimde cep telefonunu açtığını ve annemin gülümseyen fotoğrafına baktığını görürdüm. Bu fotoğrafta annem saçlarını pembe renkli bir fularla örtmüştü. Masmavi gözleri arka plandaki çöl manzarasıyla bir tezat oluşturuyordu. Ya da ne bileyim, bir kazı alanında olurduk. Babam gözlerini ufka diker, uzun süre öylece kalırdı. O an annemle tanıştıkları günü düşündüğünü anlardım. İkisi de genç birer bilim insanıyken Krallar Vadisi’nde kayıp bir mezar ortaya çıkarıldığında tanışmışlardı.

Babam bir Antik Mısır Bilimcisiydi. Annemse eski DNA’larla ilgili araştırmalar yapan bir antropologdu. Babam bu öyküyü bana yüzlerce kez anlatmıştı. Bindiğimiz taksi Thames Nehri kıyısında, kıvrılarak ilerleyen yolda gidiyordu. Tam Waterloo Köprüsü’nün altına geldiğimizde babam yine gerildi. “Şoför bey, burada durabilir miyiz?” diye sordu. Şoför arabayı Victoria Rıhtımı’nın kenarına çekti. “Ne oldu baba?” dedim. Beni duymamış gibi arabadan indi. Sadie’yle birlikte peşinden gittik. Babam Kleopatra’nın îğnesi’ne bakıyordu. Kleopatra’nın İğnesi’ni hiç görmediyseniz hemen tarif etmeye çalışayım: bu bir dikilitaş, yani iğne falan değil.Dahası, Kleopatra’yla da hiçbir ilgisi yok. Sanırım İngilizler dikilitaşı İngiltere’ye getirdiklerinde bunun havalı bir isim olacağını düşünmüşler. Dikilitaş yaklaşık olarak yirmi metre yüksekliğinde.

Eski Mısır’da bir hayli heybetli göründüğünden eminim ama Thames Nehri’nin kenarında, civardaki onca yüksek binanın arasında ufak ve kederli bir görünümü var. Londra’nın kendisinden bin sene daha eski bir şeyin yanından geçtiğinizi fark etmeyebilirsiniz bile. Sadie sıkıntıyla dikilitaşın etrafında dolandı. “Öf, her dakika. bir şeye bakmak için duracak mıyız böyle?” Babam dikilitaşın tepesine baktı. “Bunu tekrar görmeliydim,” diye mırıldandı. “Olayın olduğu yeri…” Nehir tarafından buz gibi bir rüzgar esiyordu. Taksiye geri dönmek istiyordum ama babamın tuhaf hali beni ciddi ciddi endişelendirmeye başlamıştı. Onu hiç bu kadar dalgın görmemiştim. “Hangi olaydan bahsediyorsun baba?” diye sordum.Burada ne oldu?” “Onu son kez burada görmüştüm.” Sadie dolanıp durmayı kesti. Tereddütle bana bakıp suratını buruşturdu. Sonra babama baktı. “Bir dakika.

Annemden mi söz ediyorsun?” Babam, Sadie’nin saçlarını kulaklarının arkasına sıkıştırdı. Sadie onun bu hareketine o kadar şaşırmıştı ki babamın elini geri itmeye dahi yeltenmedi. İliklerime işleyen yağmurun altında donup kaldığımı hissediyordum. Annemin ölümü hiç sözünü etmediğimiz bir şeydi. Onun Londra’da geçirdiği bir kazada hayatını kaybettiğini biliyordum. Anneannemle dedem bu olaydan babamı sorumlu tutuyorlardı. Ama kimse bize olayın nasıl meydana geldiğini anlatmamıştı. Bir süre sonra babama bu konu hakkında soru sormaktan vazgeçmiştim çünkü hem çok üzülüyordu hem de bana kesinlikle hiçbir şey anlatmıyordu. Sadece “Büyüdüğünde anlatırım,” gibi bir yanıt veriyordu. Bunun beni ne kadar kızdırdığını anlatamam. “Bize annemin burada öldüğünü söylüyorsun,” dedim. “Kleopatra’nın İğnesi’nde mi kaza geçirmişti? Ne olmuştu?” Babam başını önüne eğdi. Sadie “Baba!” diye bağırdı. “Her gün bu dikilitaşın yanından geçiyorum. Bunca zamandır annemin burada öldüğünden habersizmişim demek!” Babam “Kedin duruyor mu?” diye sordu.

O anda sorulacak en aptalca soruydu herhalde. “Tabii ki duruyor!” dedi Sadie. “Bunun konuyla ne alakası var?” “Ya tılsımın?” Sadie elini boynuna götürdü. Sadie, anneannem ve dedemle birlikte yaşamaya gitmeden kısa bir süre önce bakım her ikimize de birer Mısır tılsımı vermişti. Benimki Horus’un Gözü’ydü. Bu, Antik Mısır’da yaygın olarak kullanılmış ve koruyucu güçleri olduğuna inanılan bir semboldür. Aslında, babam günümüzde eczacılıkta kullanılan sembolün (R) Horus’un Gözü’nün daha basit bir taklidi olduğunu söyler. Tıbbın insanı koruması gerektiği düşünülür ya, o hesap işte. Her neyse. Tılsımımı ben hep boynumda taşırım ama nedense Sadie’nin kendi tılsımını takmayı unuttuğunu yada kaybettiğini sanıyordum. Sadie beni hayretler içinde bırakarak evet manasında başını salladı. “Tabii ki tılsımım da boynumda baba,” dedi “Ama lütfen konuyu değiştirme. Anneannem hep annemin ölümünden sorumlu olduğunu söyler durur. Bu doğru değil, değil mi?” Babamın yanıt vermesini beklemeye başladık. Hayatımızda ilk kez ikimiz de aynı sorunun yanıtını merak ediyorduk.

Babam “Anneniz burada, Kleopatra’nın İğnesi’nde öldüğünde…’ diye açıklama yapmaya başladı. Derken bir ışık her yeri aydınlattı. Gözlerim ışıktan kamaşmış halde arkamı dönüp bakınca biraz ötede iki kişi gördüm. Adamlardan biri uzun boylu, açık tenli ve keçisakallı bir adamdı. Üstünde krem rengi, cüppeye benzer bir giysi vardı. Diğeriyse lacivert renkli, uzun bir elbise giymiş, başına da aynı renk bir başörtüsü takmış, esmer bir kızdı. Bu tür giysileri Mısır’da yüzlerce kez görmüştüm. İkisi birkaç metre ötede durmuş, bizi izliyorlardı. Işık bir anda kayboldu. Adamla kız bulanık, ardıl bir görüntü haline geldiler. Gözlerim karanlığa tekrar alıştığında ikisinin de ortadan kaybolduğunu fark ettim. Sadie endişeyle “Şey,” dedi, “onları siz de gördünüz mü?” Babam telaşla bizi taksiye doğru götürerek “Hemen arabaya binin,” dedi. “Vaktimiz daralıyor.” İşte bundan sonra babam iyice içine kapandı. Arkasına bakarak “Burada konuşamayız,” dedi.

Bizi müzeye beş dakikada götürdüğü takdirde şoföre fazladan on sterlin daha vereceğini söyledi. Şoför de elinden geleni yapmaya başladı. “Baba, nehir kenarındaki o iki kişi…” diyecek oldum. “Bir de şu diğer adam, Amos,” dedi Sadie. “Onlar Mısır polis teşkilatından falan mı?” “Bakın,” dedi babam, “bu gece yardımınıza ihtiyacım olacak. Bunun zor olduğunu biliyorum ama ikinizin de sabırlı olması gerek. Müzeye gider gitmez her şeyi açıklayacağım. Her şey yoluna girecek, merak etmeyin.” Sadie ısrarla “Nasıl yani? Ne yoluna girecek?” diye sordu. Babam sırf üzgün değil, oldukça da pişman görünüyordu. Sadie’nin, anneannemle dedemin babamı annemin ölümünden sorumlu tuttuklarını söylediğini hatırlayınca ürperdim. Babam bundan söz ediyor olamazdı, değil mi? Taksi, Great Russell Sokağı’na saptı ve müzenin ana kapısının önünde fren yaparak durdu. “Beni takip edin,” dedi babam. “Müze müdürüyle karşılaştığımızda normal davranın.” İçimden Sadie’nin asla normal davranmadığını düşünüyordum ama bir şey dememeye karar verdim.

Arabadan indik. Babam şoföre ücretini öderken bagajdan valizlerimizi aldık. Derken, babam tuhaf bir şey yaptı. Arabanın arka koltuğuna bir şeyler fırlattı. Bunlar taşa benziyordu ama hava epey karanlıktı, emin olamadım, şoföre “Arabayı sürmeye devam et,” dedi. “Bizi Chelsea’ye götür.” Arabadan inmiş olduğumuz için babamın söylediği şey bana anlamsız geldi. Ama şoför hızla yola koyuldu. Önce babama sonra taksiye baktım. Araba köşeyi dönmeden önce arabanın arka koltuğunda üç kişi gördüm. Bir adam ve iki çocuk! Gözlerimi kırpıştırdım. Şoförün kaşla göz arasında yeni müşteriler almış olması mümkün değildi. “Baba… ” Babam samimi bir tavırla “Londra’daki taksiler uzun süre boş kalmıyor,” dedi. “Haydi, gelin çocuklar.” Sonra demir kapıdan içeri girdi.

Sadie’yle ben bir an için ne yapacağımızı bilemedik. “Carter, neler oluyor?” Başımı salladım. “Bilmek istediğimden emin değilim,” dedim. “Eh, istersen burada soğukta bekleyebilirsin ama ben bir açıklama duyana kadar buradan gitmeyeceğim,” dedi Sadie. Arkasını döndüğü gibi babamın peşine takıldı. Şimdi o anı düşününce yapmam gerekenin oradan kaçmak olduğunu anlıyorum. Sadie’yi de kolundan tuttuğum gibi oradan mümkün olduğunca uzağa kaçırmalıydım. Ama bunu yapmak yerine peşinden gittim. 2. Noel Hediyemiz Bir Patlama C A R T E R British Museum’a daha önce gitmiştim. Aslında şunu hemen itiraf edeyim: O güne dek ancak ‘inek’ dediğimiz türden öğrenciler gibi çok fazla sayıda müzeye gitmişimi. [Sadie arkamda durmuş, bana inek diyor. Teşekkürler, kardeşim.] İler neyse, müze kapalıydı, ışıkları da yanmıyordu. Ama müze müdürüyle iki nöbetçi bizi ön basamaklarda bekliyorlardı.

“Dr. Kane!” Müdür ufak tefek, üstünde ucuz bir takım elbise olan bir adamdı. Ondan çok daha fazla saçı ve daha güzel dişleri olan mumyalar gördüğümü söyleyebilirim. Adam sanki babam bir rock yıldızıymış gibi hararetle elini sıktı. “İmhotep hakkında yazdığınız son yazı tek kelimeyle harikaydı!” dedi. “O büyüleri İngilizceye nasıl çevirdiğinizi hala anlayamadım!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir