Rick Riordan – Percy Jackson ve Olimposlular 5 – son olimposlu

B i r pegasus gelip de arabamın kaputuna konduğunda dünyanın sonu gelmişti. O vakte kadar harika bir öğleden sonra geçirmiştim. As-lında, teknik olarak araba kullanmamam gerekiyordu çün-kü on altı yaşıma basmama daha bir hafta vardı. Ama annemle üvey babam Paul, arkadaşım Rachel ile beni Güney Kıyısı’ndaki uçsuz bucaksız özel bir plaja götürmüşlerdi ve Paul biraz hırlayayım diye Prius marka arabasını ödünç almama izin vermişti. Ne düşündüğünüzü biliyorum. İçinizden Vay canına, adama bak, ne kadar sorumsuz, falan diyorsunuzdur ama Paul beni çok iyi tanır. İblis doğrayıp patlayan okul binalarından dışarı fırladığıma şahit olduğundan, arabasını yüz-yüz elli metre sürmemin hayaümda yapacağım en tehlikeli iş olmadığına kanaat getirmiş olmalıydı. Her neyse, Rachel’la birlikte arabada gidiyorduk. Kavu-rucu bir Ağustos günüydü. Rachel kızıl saçlarını atkuyruğu biçiminde toplamış, mayosunun üstüne de beyaz bir bluz geçirmişti. Onu hep paspal tişörtlerin ve boya lekeleriyle kaplı blucinlerin içinde gördüğümden, o gün gözüme bir milyon drahmi gibi gözükmüştü doğrusu. “Hah, şuraya çek!” dedi aniden. 1 NymphE Atlantik Okyanusu’nu gören bir tepeye park ettik. Deniz kıyısı hep en sevdiğim yer olmuştur ama o gün karşımıza çıkan manzara enfesti. Deniz parlak yeşil bir renge bürün-müş, süt liman bir görüntü sergiliyordu.


Sanki babam denizi sırf bizim için sakin tutuyordu. Ha, bu arada, babam Poseidon. Onun bu tür güçleri var. Rachel bana bakıp gülümsedi. “Eee, davetime ne yanıt vereceksin?” diye sordu. “Ha…doğru ya,” dedim. Heyecanlanmış gibi rol kesiyordum. Rachel beni üç günlüğüne ailesinin St. Thomas’taki yazlık evine davet etmişti. Karşıma her gün böyle fırsatlar çıkmıyordu. Ailemin şık bir tatil anlayışı, Long Island’da es-ki püskü bir kulübede film kiralayıp birkaç donmuş pizza yiyip geçireceğimiz bir hafta sonundan ibaretti. Rachel’ın ailesi de kalkmış, onlarla ta Karayipler’e kadar gitmemi istiyordu. Dahası, iyi bir tatile acayip ihtiyacım vardı. Bu yaz hayatımda geçirdiğim en zor yaz olmuştu. Birkaç günlüğüne bile olsa her şeyden uzaklaşmak, gerçekten de cazip bir teklifti.

Gelin görün ki o sıralar her an büyük bir olay yaşanabilirdi. Bir görev için “tetikte” bekliyordum. İşin kötüsü, bir sonraki hafta doğum günümdü. Bu arada, on altı yaşıma bastığımda kötü olayların gerçekleşeceğini söyleyen bir de kehanet söz konusuydu. “Percy,” dedi Rachel, “zamanlamanın çok kötü olduğu-nu biliyorum. Ama senin için pek de iyi zaman diye bir şey yok, değil mi?” Haklıydı. “Gerçekten de sizinle tatile çıkmak istiyorum,” dedim. “Ama…” “Savaşı mı düşünüyorsun?” 2 NymphE Evet manasında kafamı salladım. Bunu konuşmaktan hiç hoşlanmıyordum ama Rachel tereddüt etmemin nedenini biliyordu. Birçok ölümlünün aksine, Rachel, Sis’in ardındakileri görme yeteneğine sahipti. Sis, insanların görüşünü bozan büyülü bir örtü. Rachel canavarlarla karşılaşmıştı. Titanlara ve onların müttefiklerine karşı savaşan melezlerden bazılarıyla tanışmıştı. Hatta paramparça vaziyetteki Kronos, korkunç bir bedende yeniden canlandığında Rachel da yanımızdaydı. Kronos’un gözüne mavi renkli bir plastik saç fırçası fırlatıp sonsuza dek saygımı kazanmıştı.

Rachel elini kolumun üstüne koydu. “Sadece teklifimi düşün yeter,” dedi. “Daha birkaç gün buralarda olacağız. Babam…” Sesi titredi. “Babanla anlaşamıyor musun?” diye sordum. Tiksintiyle kafasını salladı. “Bana iyi davranmaya çalışıyor ama bunun hiçbir faydası yok. Bu sene Clarion Kızlar Akademisi’ne başlamamı istiyor.” “Şu annenin gittiği okul değil miydi orası?” “Clarion, New Hampshire’daki sosyete kızlarının gittiği bir görgü okulu. Beni orada düşünebiliyor musun?” Bu fikrin çok aptalca olduğunu itiraf etmeliydim. Rachel şehir sanatı projeleriyle, evsizlerin karnını doyurmakla uğraşır, “Soyu Tükenmekte Olan Sarı Belli Ağaçkakanları” kurtarmak için yürüyüşlere katılırdı. Hiç elbise giydiğine şahit olmamıştım. Onu sosyetik bir tip olarak hayal etmek çok zordu. İçini çekti. “Babam benim için iyi bir şeyler yapınca, kendimi suçlu hissedip pes edeceğimi sanıyor,” dedi.

“O yüzden mi sizinle birlikte tatile gelmeme razı oldu?” diye sordum. 3 NymphE “Evet… ama benimle birlikte gelirsen, bana büyük bir iyilik yapmış olacaksın Percy. Bizimle birlikte olman harika olacak. Bir de seninle konuşmak istediğim bir…” Birden sustu. “Bir şey mi konuşacaksın?” dedim. “Yani…bana söyleyeceğin şey ta St. Thomas’ta söylenecek kadar önemli mi?” Rachel dudaklarını büzdü. “Neyse, şimdilik bu dediğimi unut,” dedi. “Farz et ki ikimiz de sıradan insanlarız. Arabayla gezintiye çıkıp okyanus manzarası seyrediyoruz ve birlikte vakit geçirmek çok güzel.” Rachel’ın canının sıkkın olduğunu görebiliyordum ama o hiçbir şey yokmuş gibi cesur bir tavırla gülümsedi. Kızıl saçları güneş ışığının altında alev almış gibi parıldıyordu. Bu yaz onunla birlikte epey vakit geçirmiştik. Aslında onunla vakit geçirmeyi planlamamıştım ama kampta işler her ciddileşmeye başladığında Rachel’ı arayıp oradan uzaklaşmak, biraz nefes almak ister olmuştum. Kendime sürekli, ölümlü dünyanın hala ayakta ve beni bir kum tor-bası niyetine kullanan canavarlardan uzakta olduğunu ha-tırlatıyordum.

“Tamam,” dedim. “Sıradan bir öğleden sonra geçiren sıradan iki insanız.” Rachel tamam manasında kafasını salladı. “O halde…iki kişi birbirinden hoşlanıyorsa, şapşal oğlanın kızı öpmesi için ne gerekir, ha?” dedi. “Ha…” Kendimi Apollon’un kutsal ineklerinden biri gibi hissettim: ağırkanlı, ahmak ve kıpkırmızı. “Şey…” Rachel’ı düşünmediğimi söyleyemem doğrusu. O tanıdığım bazı kızlara kıyasla… birlikte çok daha rahat vakit geçirebildiğim birisiydi. Çok çabalamama, ne diyeceğime dikkat etmeme ya da aklından neler geçtiğiniNymphE anlamak için kafa pat- 4 latmama gerek kalmıyordu. Rachel’ın pek gizlisi saklısı yoktu. Neler hissettiğini hemencecik söyleyiveren bir tipti. O anda ne yapmam gerektiğinden emin değildim ama dikkatim öyle dağılmıştı ki gökyüzünden aşağı süzülüp GÜM-GÜM-KÜT! diye dört toynağını Prius’un motor kapağının üstüne dayayan o koskoca kara yaratığı fark etmemiştim. Zihnimde bir ses N’aber patron dedi. Güzel arabaymış! Karakorsan isimli pegasus, eski bir arkadaşımdı. O yüzden, arabanın kaputunda açmış olduğu oyukları kafama takmasam da Paul Blofis’in benimle aynı fikirde olacağını pek sanmıyordum. İçimi çektim.

“Karakorsan, ne işin—” İşte tam o anda pegasusun sırtındaki kişiyi gördüm ve günümün çok daha karmaşık bir hal alacağını anladım. “N’aber Percy?” Hephaistos kabininin başı Charles Beckendorf birçok canavarı ufak bir çocuk gibi ağlatabilecek bir tipti. Her yaz madenlerde çalışmaktan bedeninin her yerini kas kaplamış, iriyarı bir gençti. Benden iki yaş büyüktü ve kampın en iyi zırh demircisiydi. Dahiyane mekanik alet edevatlar yapardı. Bir ay önce, bir dolu canavarı ülkenin ta öteki ucuna götürmekte olan bir otobüsün tuvaletinde bir Yunan ateş bombası patlatmıştı. Tuvalete giren ilk harpya sifonu çeker çekmez Kronos’un kötü yaratıklarından oluşan koca bir birlik havaya uçmuştu. Beckendorf’un üstünde savaş giysileri vardı. Bronz göğüs zırhı, savaş miğferi ve siyah kamuflaj pantolonu giymiş, beline de bir kılıç takmıştı. Patlayıcılarının bulunduğu çanta da omzundaydı. “Vakit geldi mi?” diye sordum. Kasvetli bir tavırla kafa salladı. 5 NymphE Boğazım düğüm düğüm oldu. Bunun er ya da geç olacağını biliyordum. Haftalardır savaş planları yapıyorduk ama içimden bu anın asla gelmemesini umuyordum.

Rachel, Beckendorfa baktı. “Selam,” dedi. “Hey, selam. Ben Beckendorf. Sen de Rachel olmalısın. Percy bana seni anlat…şey, yani senden bahsetmişti.” Rachel kaşını havaya dikti. “Öyle mi? Güzel.” Toynaklarını Prius’un kaportasına vurup duran Karakorsan’a baktı. “Demek şimdi gidip dünyayı kurtaracaksınız, öyle mi?” “Öyle sayılır,” dedi Beckendorf. Çaresizlikle Rachel’a baktım. “Lütfen anneme haber—” “Merak etme, ona söylerim. Eminim senin birden ortadan kaybolmana alışıktır. Paul’e de arabanın kaportasına ne olduğunu anlatırım.” Kafamı sallayıp ona teşekkür ettim.

Paul bana bir daha asla arabasını ödünç vermeyecekti. Rachel, “İyi şanslar,” deyip daha ben bir şey yapamadan beni öpüverdi. “Haydi yoluna melez,” dedi. “Benim için de birkaç canavar öldür.” Rachel’ı son görüşüm, Prius’un tepilmiş sürücü koltuğunda kollarını göğsünde kavuşturmuş otururkenki haliydi. Karakorsan döne döne Beckendorf’la beni giderek daha da yükseğe çıkarırken, Rachel bizi izliyordu. Benimle konuşmak istediği konuyu ve konuşacağımız o günü görüp göremeyeceğimi merak ettim. “Eh,” dedi Beckendorf, “sanırım az önce olanları Annabeth’e anlatmamı istemezsin?” “Aman tanrılarım,” diye mırıldandım. “Aklına bile getirme böyle bir şeyi.” Beckendorf cık cık etti ve birlikte Atlantik Okyanusu’nun üstünde süzülmeye başladık. 6 NymphE Hedefimizi gördüğümüzde hava neredeyse kararmıştı. Prenses Andromeda ufukta parıldıyordu. Bu, sarılı beyazlı ışıklar saçan, kocaman bir seyahat gemisiydi. Uzaktan baktığınızda geminin Titan tanrısının karargahı değil de bir parti gemisi olduğunu sanırdınız. Gemiye yaklaştıkça göze çar-pan ilk şey devasa boyutlardaki direk başıydı.

Bu, koyu renk saçlı, üstünde bir Yunan kitonu bulunan bir kadındı. Zincirlere sarılmıştı ve suratında sanki zorla taşıdığı canavarların leş kokusundan tiksinmiş gibi dehşet dolu bir ifade vardı. Gemiyi tekrar görünce içim bir tuhaf oldu. Daha önce Prenses Andromeda1 da iki kez ölümle burun buruna gelmiştim. Gemi dosdoğru New York’a gidiyordu. Beckendorf rüzgarda sesini duyurmak için “Ne yapacağını biliyorsun, değil mi?” diye bağırdı. Evet manasında kafamı salladım. New Jersey’deki tersa-nelerde karada talim yapmış, hedef olarak terk edilmiş ge-mileri kullanmıştık. Ne kadar az vaktimiz olduğunu biliyordum. Ama bunun Kronos’un istilasını başlamadan sona er-dirmek için elimizdeki en iyi fırsat olduğunun da farkındaydım. “Karakorsan, bizi en alttaki kıç güvertesine indir,” dedim. Tamamdır patron, dedi Karakorsan. Aman be, şu gemiyi görmekten nefret ediyorum. Üç sene önce Karakorsan, Prenses Andromeda’ da tutsak alınmış, benim ve arkadaşlarımın naçizane yardımıyla kurtulmuştu. Buraya geri dönmektense yelesinin My Little Pony oyuncakları gibi örülmesini yeğlerdi.

“Bizi bekleme,” dedim. 7 NymphE Ama patron— “Endişelenme,” dedim, “kendimiz geri dönebiliriz.” Karakorsan kanatlarını kapayıp tıpkı kara bir kuyruklu yıldız gibi gemiye pike yaptı. Rüzgar kulaklarımda uğuldu-yordu. Canavarların geminin üst güvertelerinde devriye gezdiğini görebiliyordum. Canavarlar arasında drakonlar, yani yılan kadınlar, cehennem tazıları, devler ve telekineler olarak bilinen insan ve ayı balığı karışımı iblisler vardı. Ama yanlarından öyle bir hızla geçtik ki hiçbiri bizi görmedi. Geminin kıç tarafına inişe geçtik. Karakorsan kanatlarını tekrar açıp yavaşça en alt güverteye konuverdi. Midem alt üst olmuş vaziyette yere indim. İyi şanslar patron, dedi Karakorsan. Dikkat et de seni atlara mama yapmasınlar! Eski dostum bunu dedikten sonra havalanıp karanlığa karıştı. Cebimden kalemimi çıkarıp kapağını açtım. Elimde bir anda Dalgakıran belirdi. Dalgakıran doksan santimetre uzunluğunda, ölümcül ilahi bronzdan bir kılıç.

Alacakaranlıkta ışıl ışıl parlıyordu. Beckendorf cebinden bir kağıt çıkardı. Önce bunun bir harita olduğunu düşündüm. Sonra bir fotoğraf olduğunu fark ettim. Beckendorf karanlıkta elindeki fotoğrafa bakın-ca, bunun Afrodit’in kızı Silena Beauregard’a ait olduğunu gördüm. Seneler boyunca tüm kamp onlara “Saçmalamayın, birbirinizden hoşlandığınız çok belli!?” dedikten sonra geçen yaz çıkmaya başlamışlardı. Onlarca tehlikeli göreve gitmesine rağmen Beckendorfu hiç bu yaz olduğu kadar mutlu gördüğümü hatırlamıyordum. “Kampa geri döneceğiz, görürsün bak,” dedim. Bir an gözlerinde endişe gördüğümü sandım. Sonra o kendinden emin haliyle gülümsedi NymphE . 8 “Kesinlikle,” dedi. “Haydi gidip Kronos’u eskisi gibi milyonlarca parçaya ayıralım.” Beckendorf önden gitti. Daha önceden talimlerde de yaptığımız gibi, servis merdivenlerine giden dar bir koridorda ilerlemeye başladık ama tam yukarıdan seslerin geldiğini duyunca, olduğumuz yerde kalakaldık. Yarı insan yarı köpeğimsi bir ses, “Burnunun ne koku al-dığı umurumda değil!” diyordu.

Bu bir telekineydi. “Geçen sefer de melez kokusu aldığını söylemiştin, karşımıza köfteli sandviç çıkmıştı!” “Bir kere köfteli sandviç gibisi yoktur!” dedi diğer telekine. “Ama bunun melez kokusu olduğundan eminim. Bu gemide melezler var!” “Seni sersem, gemide olmayan tek şey beynin!” İki telekine tartışmaya devam ederken Beckendorf merdivenleri işaret etti. Mümkün olduğunca çıt çıkarmadan aşağı inmeye başladık. İki kat aşağıya vardığımızda, teleki-nelerin sesi geride kalmıştı. Nihayet, karşımıza metal bir kapı çıkü. Beckendorf ses çıkarmadan, dudaklarını oynatarak makine dairesi dedi. Kapı kilitliydi ama Beckendorf çantasından birkaç tane zincir kıracağı çıkarıp kilidi tereyağından kıl çeker gibi açıverdi. İçerisi bir tahıl ambarı büyüklüğündeydi. Sarı renkli bir sıra türbin gördük. Bunlar sallanıyor, etrafa bir uğultu yayı- yordu. Karşı duvarda, basınçölçerler ve bilgisayar termi-nalleri diziliydi. Telekinelerden biri bir kumanda panelinin üstüne eğilmişti; ama yaptığı işe o kadar dalmıştı ki içeri girdiğimizi fark etmedi bile. Neredeyse bir buçuk metre uzunluğundaydı.

Bedeni siyah ayı balığı NymphE postuyla kaplıydı, an9 cak bodur minik ayakları vardı. Kafasıysa tıpkı bir dober-man kafasını andırıyordu ama sivri tırnaklı elleri insan eline benziyordu. Klavyeye bir şeyler yazarken hırlıyor, kendi kendine mırıldanıyordu. Belki de cirkinsurat.com’daki arkadaşlarına mesaj çekiyordu, kim bilir? Öne çıktığımda yaratık aniden gerildi. Büyük bir ihtimalle ters bir şeyler sezmişti. Ani bir hareketle yan taraftaki kırmızı renkli devasa alarm düğmesine atıldı ama onu en-gelledim. Tıslayıp üstüme aüldı, bu sefer de Dalgakıran’ın bir darbesiyle patlayıp toza dönüştü. “Biri gitti,” dedi Beckendorf. “Geriye kaldı beş bin.” Bana içinde koyu kıvamlı yeşil bir sıvının bulunduğu bir kavanoz fırlattı. Yunan ateşiydi bu. Yani, dünyadaki en tehlikeli büyülü maddelerden biri… Sonra melez kahramanların vazgeçilmez aletlerinden birini daha fırlattı bana. Koli bandı. “Kavanozu kumanda paneline bantla,” dedi.

“Ben de tür-binleri halledeyim.” Hemen işe koyulduk. Oda hem sıcak hem de rutubetliy-di. Çok geçmeden kan ter içinde kaldık. Bu arada gemi hala pat pat sesler çıkararak ilerliyordu. Poseidon’un oğlu olduğumdan, denizde mükemmel bir biçimde mevkimi bilebilirim. Nasıl olduğunu sormayın ama o sırada geminin koordinatlarının 40.19° Kuzey ve 71.90° Batı olduğunu, saatte on sekiz deniz mili hızla yol aldığımızı ve şafak sökerken New York’a varacağımızı biliyordum. Gemiyi durdurmak için başka şansımız olmayacaktı. Tam kontrol panellerine ikinci bir Yunan ateşi kavanozu bantlamıştım ki metal basamaklardan gelen ayak seslerini duydum. Merdivenlerden aşağı o kadar çok canavar iniyordu ki ayak sesleri motorların gürültüsünü bile bastırıyordu. Yandığımızın resmiydi. 10 NymphE Beckendorf’la göz göze geldik. “Ne kadar işin kaldı?” di-ye sordum.

“Çok,” dedi. Uzaktan kumandalı patlatıcı görevi gören kol saatine hafifçe vurdu. “Daha alıcıyı da etkisiz hale geti-rip patlayıcıları doldurmam gerek. En azından on dakikaya daha ihtiyacımız var.” Ama merdivenlerden gelen patırtıya bakılacak olursa on saniyemiz falan vardı. “Ben onları oyalarım,” dedim. “Seninle buluşma noktasında görüşürüz.” “Percy…” “Bana şans dile.” Beckendorf itiraz edecek gibi oldu. Aslında tek yapmamız gereken kimselere görünmeden içeri girip çıkmaktı. Ancak şimdi bu planı bir parça değiştirmek zorundaydık. “Bol şans,” dedi. Kapıdan dışarı fırladım. Merdivenlerden aşağı yarım düzine kadar telekine iniyordu. Daha yaratıkların cıyaklamasına bile izin vermeden, Dalgakıran’la hepsini etkisiz hale getirdim.

Basamakları çıkmaya devam ettim. Karşıma çıkan bir diğer telekine beni görünce o kadar şaşırmıştı ki elindeki Minik İblisler Beslenme Çantası’nı düşürüverdi. Onu öldürmedim. Çünkü hem beslenme çantası havalıydı hem de arkadaşlarını benim peşime düşürüp motor dairesine girmelerini engelleyebilirdi. Altıncı güverteye açılan bir kapıdan geçip koşmaya devam ettim. Ayaklarımın altındaki halının bir zamanlar tüylü ve yumuşacık olduğundan emindim ama son üç senedir gemiye canavarların el koymuş olması, her yerin tırmık izleri içinde ve yapış yapış olmasına neden NymphE olmuştu. Bu yüzden, 11 bir ejderhanın ağzının içine benziyordu daha çok (ha, evet, ne yazık ki bunu da tecrübe etmişliğim var, biliyoruz da ko-nuşuyoruz yani). Prenses Andromeda’ya ilk gelişimde, ezeli düşmanım Luke sırf gösteriş olsun diye bir turist kafilesini gemiye getirmişti. Ama zavallıcıklar Sis yüzünden, canavarlarla dolu bir gemide olduklarının farkında değillerdi. Şimdi etrafta turist falan yoktu. Başlarına ne geldiğini düşünmek bile istemiyorum ama tombala oyunundan kazandıklarını ceplerine atıp da evlerine döndüklerini hiç sanmıyorum. Derken, gemideki yürüyüş alanına vardım. Burada, geminin tam orta yerinde, koskoca bir alışveriş merkezi vardı. Olduğum yerde donakaldım. Bu alanın ortasında bir havuz, havuzun içinde de devasa boyutlarda bir yengeç vardı.

Yani, yengeç derken, şu 7,99 Dolar ödeyip dilediğiniz kadar yediğiniz, Alaska türü büyük yengeçlerden bahsetmiyorum. Bu dediğim dev gibi, havuzdan da büyük bir yengeçti. Yaratığın boyu sudan otuz metre yükseğe erişiyordu. Kabuğu mavili yeşilliydi, kıskaçları da benden bile daha uzundu. Bir yengecin ağzı nasıl olur biliyor musunuz bilmem ama bununki köpüklerle kaplıydı. Ağzının yan tarafında kıllar ve yediklerini paramparça etmesine yarayan başka organlar vardı. Tahmin edebileceğiniz gibi, bu kadar büyük bir yengecin her detayını bir reklam panosu büyüklüğünde görmek, hiç de hoş bir manzara değildi. Yengecin pörtlek kara gözleri dikkatle beni süzüyordu. Bakışlarından hem zeka fışkırıyordu hem de nefret. Belli ki deniz tanrısının oğlu olmam da Bay Yengeççik’e karşı bana bir üstünlük sağlama-yacaktı. Yengeç köpükler saça saça NymphE “FFFFf diye tısladı. Ağzı12 nın kokusu bir hafta boyunca güneşte kalmış bir kova ba-lıktan farksızdı. Tam o sırada alarm çalmaya başladı. Çok geçmeden burası canavarlarla dolup taşacaktı. Hemen harekete geçmeliydim.

Kenardan “Hey, yengeççik!” diye seslendim. “Bak, sadece etrafından dolanacağım, tamam mı?” Yengeç inanılmaz bir hızla hareket ediyordu. Havuzdan dışarı fırlayıp kıskaçlarını aça kapata dosdoğru bana hücum etti. Hemen bir hediyelik eşya mağazasına dalıp bir sıra tişörtü yere devirerek ilerledim. Yengecin kıskaçlarından teki vitrin camını tuzla buz etmiş ve içeri uzanmıştı. Hemen gerisin geri dışarı çıktım. Nefes nefese kalmıştım ama Bay Yengeççik de vakit kaybetmeden peşime düştü. Yukarı güvertelerin birinden, “İşte, orada!” diye bağırdı birisi. “Kaçak yolcu!” Eh, canavarların dikkatini çekmek istemiş, bunu da başarmıştım ama burada kıran kırana bir mücadeleye girmek de istememiştim doğrusu. Eğer beni geminin orta yerinde sıkıştıracak olurlarsa yengeç maması olacaktım. Dev kabuklu üstüme atıldı. Hemen Dalgakıran’la kıskacının ucunu kesiverdim. Yaratık tıslayıp köpükler saçtı ama pek de ağır yaralanmış gibi bir hali yoktu. Belki işime yarayacak bir şey hatırlarım diye hafızamı zorladım. Annabeth bana bir keresinde canavar bir yengeçle ilgili bir öykü anlatmıştı.

Herkül bunu ayağının altına alıp ezmiş miydi, öyle bir şeydi işte. Ama bunu burada yapmam mümkün değildi. Bu yengeç ayağımdaki spor ayakkabılardan biraz iriydi. Derken, aklıma tuhaf bir şey geldi. Geçen Noel, annemle birlikte Paul Blofis’i ezelden beri NymphE gittiğimiz Montauk’taki ku13 lübemize götürmüştük. Paul beni yengeç avına götürmüştü. Bir ağ dolusu yengeci karaya çektiğimizde, bana yengeçlerin çirkin karınlarının tam ortasında kabukla kaplı olmayan minnacık bir deliğin olduğunu göstermişti. Ama sorun yengecin o çirkin karnına ulaşmaktı zaten. Önce havuza, sonra da yengecin yapış yapış ettiği mermer zemine baktım. Elimi öne uzatıp suya yoğunlaştım. Havuz çat diye çatladı. Her yere su taştı. Ta üst güvertelere kadar ulaşıp balkonları, asansörleri ve mağazaların vitrinle-rini yalayıp geçti. Yengecin keyfi yerindeydi. Ne de olsa sudan hoşlanıyordu.

Yan yan bana yaklaşıp tıslayarak kıskaçlarını açıp kapadı. “AAAA!” diye bağırıp yaratığın üstüne hücum ettim. Yengeçle çarpışmadan tam önce, beysbol oyununa yaraşır bir biçimde yere yapıştım ve ıslak mermer zeminde ka-yıp yengecin altından geçtim. Bu, tıpkı yedi tonluk zırhlı bir aracın altından kayarak geçmeye benziyordu. Yengecin yapacağı tek şey oturup beni ezmekti ama yaratık daha neler olup bittiğini anlayamadan, Dalgakıran’ı kabzasına kadar karnındaki delikten içeri sokuverdim. Sonra da arkasından çekildim. Yengeç titreyip tısladı. Önce gözleri eridi. İç kısmı buharlaşırken, kabuğu parlak kırmızı bir renge büründü. Daha sonra da boş kabuğu koca bir yığın halinde yeri boyladı. Karşımda duran bu harika sanat eserine bakıp gururlana-cak vaktim olmadığından, hemen en yakındaki basamaklara koştum. Bu arada, dört bir yanımdaki canavarlar ve melezler emirler yağdırıyor, silahlarını kuşanıyorlardı. Elimde hiçbir şey yoktu. Dalgakıran büyülü olduğundan, er ya da geç elimde bitiverecekti ama o anda yengecin kabuk yığınının altında bir yerlerdeydi ve onu NymphE oradan alacak vaktim yoktu. 14 Sekizinci güvertedeki asansörün girişinde karşıma birkaç drakon çıktı.

Bunlar, bellerinden yukarısı yeşil renkli pullarla kaplı, sarı gözlü ve çatal dilli kadınlardı. Bellerinden aşağısıysa bacak yerine iki tane kocaman yılan gövdesin-den oluşuyordu. Ellerinde mızraklarla çelik ağlar vardı. Onlarla daha önce de karşılaştığım için, bu silahları gayet etkili bir biçimde kullanabildiklerini biliyordum. “Bu da ne?” dedi içlerinden biri. “Kronossss için bir hediye mi yoksssa?” Yılan ezme oyunu oynayacak havada değildim ama tam önümde ŞU ANDA BURADASINIZ diyen tabelalara benzer bir gemi modeli duruyordu. Gemi modelini hemen söküp ilk drakona fırlattım. Gemi suratında parçalandı ve drakon ge-miyle birlikte yere yığıldı. Onun üstünden atlayıp arkadaşının mızrağını kaptım ve onu kendi etrafında bir güzel dön-dürdüm. İkincisi asansöre çarpınca da hemen geminin ön tarafına doğru koşmaya başladım. “Yakalayın onu!” diye bağırdı drakon. Ortaya bir anda cehennem tazıları çıktı. Suratımın hemen yanından bir ok geçti ve basamakların meşe kaplı panellerine saplandı. Umurumda bile değildi. Canavarları motor dairesinden uzak tutabildiğim, Beckendorf’a vakit kazandırabildiğim sürece, hiçbir şey umurumda değildi.

Ben merdivenlerden yukarı koşarken, bir çocuk da paldır küldür aşağı inmeye başladı. Sanki şekerleme yapmış da yeni uyanmış gibi bir hali vardı. Zırhını yarım yamalak üstüne geçirmişti. Kılıcını çekip “Kronos!” diye bağırdı ama sesinde öfkeden çok korku vardı. Yaşı on ikiden büyük olamazdı. Melez Kampı’na ilk gittiğim sene ben de on iki yaşındaydım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir