“Geldin işte!” Kollarını uzatıp, neredeyse iki yana açarak kadına doğru yürüdü. “Geldin işte,” diye bir kez daha tekrarladı; sevdiği insanı şefkat dolu bakışlarla sarıp sarmalarken, ses tonu sürpriz ve mutluluk arasında dalgalanarak gitgide tizleşiyordu. “Gelmeyeceksin diye korkmuştum!” “Bana güvenin gerçekten o kadar mı az?” Bu hafif serzenişe kadının yalnızca dudakları oyun oynarcasına gülümseyerek katılıyor, yıldız gibi ışıyan pırıl pırıl gözlerinden masmavi bir güven yayılıyordu. “Hayır, ondan değil, kuşku duymadım – hem bu dünyada senin sözünden daha güvenilir ne var ki? Ama -ne kadar budalaca, diye düşünebilirsin- öğleden sonra ansızın, hiç ummadığım bir anda, nedenini bilmiyorum, başına bir şey gelmiş olabilir diye anlamsız bir korku nöbetine tutuldum. Sana telgraf çekmek istedim, yanına gelmek istedim ve saatler ilerleyip seni hâlâ göremeyince birbirimizi bir kez daha kaçırırız diye çılgına döndüm. Ama Tanrı’ya şükürler olsun, sonunda geldin işte…” “Evet, geldim işte,” diye gülümsedi kadın ve gözlerinin derin mavisinde yine o yıldız parladı. “İşte geldim ve hazırım. Gidelim mi?” “Evet, gidelim,” diye gayriihtiyari tekrarladı dudaklar. Gelgelelim adamın hareketsiz bedeni tek bir adım bile atamıyor, sevgi dolu bakışları kadının varlığının inanılmazlığını tekrar tekrar sarmalıyordu. Frankfurt garının rayları üstlerinde, sağlarında ve sollarında sarsılan demirlerin ve camların gümbürtüsüyle zangırdıyor, keskin düdük sesleri duman altı olmuş salonun gürültüsünü bölüyordu; yirmi adet panonun her birinin üzerinde amirane bir tavırla saat ve dakika bilgisi yazılıydı, adam o sırada insan selinin kargaşası içinde orada kadından başkası yokmuş gibi hissediyordu; zamanın ve mekânın dışına çıkmış, tutkulu bir uyuşukluğa kapılıp kendinden geçmişti. Sonunda kadın, “Geç kalıyoruz, Ludwig, bilet almadık henüz,” diye uyarmak zorunda kaldı. Adam işte o zaman sabitlenmiş bakışlarını kadının üzerinden çekip, derin bir saygıyla onu kolundan tuttu. Heidelberg’e kalkan gece ekspresi alışılmışın dışında kalabalıktı. Aldıkları birinci mevki bilet sayesinde baş başa kalacaklarını beklerken hüsrana uğrayıp kompartımanları boş yere dolaştılar, sonunda kır saçlı bir adamın bir köşede uyukladığı bir kompartımanda karar kıldılar. Yapacakları samimi sohbetin önceden tadına varıp bunun sevincini yaşadıkları sırada, hareket düdüğünün çalmasından hemen önce üç beyefendi ellerinde tıklım tıklım dolu evrak çantalarıyla soluk soluğa kompartımana daldı; belli ki avukattılar ve az önce sona ermiş bir duruşmanın etkisiyle öylesine heyecanlıydılar ki, hararetli tartışmaları kimseye konuşma şansı tanımıyordu. Böylece kadın ve adam tek söz bile etmeye çalışmadan hayal kırıklığı içinde karşılıklı oturdular. İkisinden biri gözlerini kaldırdığında ötekinin, lambanın yarattığı soluk gölgenin karabulutlarla örttüğü şefkat dolu bakışlarını sevgiyle kendisine çevirdiğini görüyordu. Tren, hafif bir sarsıntıyla hareket etti. Avukatların sohbeti tekerleklerin takırtısıyla bastırılıp doğrudan gürültüye dönüştü. Ama sarsıntıdan ve ittirmeden ağır ağır ahenkli bir çalkalanma doğdu ve çelikten beşiğin içinde sallanarak hayallere daldılar. Altlarında takırdayan tekerlekler görünmez bir ilerleme kaydederken, bu iki insanın düşünceleri -her birininki farklı olmak üzere- düşler âleminde geçmişe doğru süzüldü. İlk kez dokuz yılı aşkın bir süre önce karşılaşmışlar, aşılamaz mesafeler yüzünden o zamandan beri ayrı düşmüşlerdi, şimdiyse konuşmadan da olsa yeniden yakın ve birlikte olduklarını artan bir şiddetle hissediyorlardı. Tanrım nasıl uzun gelmiş, nasıl bitmez tükenmez olmuştu bu dokuz yıl, dört bin gün ve şu güne, şu geceye kadar dört bin gece! Ne çok zaman geçmiş ne çok zaman yitirilmişti, ama tek bir düşünceyle ve tek bir saniyede en başa dönülebiliyordu. Nasıl olmuştu her şey? Adam çok iyi anımsıyordu: Kadının evine ilk kez yirmi üç yaşındayken gitmişti, yeni terlemiş seyrek bıyığının altındaki dudakları henüz belirginleşmişti. Yoksulluk yüzünden ezilerek geçen çocukluktan mücadele ederek kendini erkenden kurtarmış, parasız yemeklerle büyümüş, evlere öğretmenliğe giderek ve öğrencilere derslerinde yardımcı olarak ayakta kalma savaşı vermişti, çektiği yoksunluklardan ve yarı aç, yarı tok yaşamaktan genç yaşta hayata küsmüştü. Kitap alabilmek için gündüzleri birkaç kuruşu bin bir zahmetle kazanmış, geceleri de yorgun ve kasılmış sinirlerle ders çalışarak kimya öğrenimini birincilikle bitirmişti. Profesörü tarafından özellikle tavsiye edilmiş ve kendini Frankfurt am Main’daki büyük fabrikanın tanınmış müdürü ve yönetim kurulu üyesi G.’nin yanında bulmuştu. Orada önce basit laboratuvar işleriyle görevlendirilmişti; ancak müdür, hırsla hedefe kilitlenip, içinde birikmiş olan güçle kendini işine veren bu genç insanın sağlam ciddiyetini çok geçmeden fark etmiş ve onunla özel olarak ilgilenmeye başlamıştı. Onu deneme amacıyla gitgide daha büyük sorumluluklar gerektiren işler vermiş, delikanlı da bunları yoksulluğun çukurundan kurtulmanın bir yolu olarak değerlendirip işlerine hırsla sarılmıştı. Omuzlarına yüklenen işler arttıkça iradesi aynı oranda azimle kamçılanmıştı. Böylece sayıları onu aşan yardımcı arasından, sıkı sıkıya korunan sırların sorumluluğunu üstlenen asistan seçilmiş, müdürün ona içinden gelerek hitap etmeyi sevdiği şekliyle “Genç dost” olmuştu. Çünkü o, hırstan gözü dönmüş halde gündelik işlerinin üstesinden gelmeye çalışırken, sınayan bir çift göz, müdür odasının duvar kâğıdıyla gizlenmiş kapısı ardından gizlice onun daha üst görevlere uygunluğunu ölçüyor, genelde ortalarda görünmeyen amiri ona daha iyi bir geleceği öngörüyordu. Çektiği çok ağrılı bir siyatik hastalığı nedeniyle sık sık evden, hatta yataktan çıkamayan yaşlı adam, yıllardır sağladıkları çok gizli çözümler ve yaptıkları sır gibi saklanmayı gerektiren deneyler hakkında konuşabileceği çok güvenilir ve zeki bir özel sekreter arayışı içindeydi ve aradığını sonunda bulmuşa benziyordu. Müdür günün birinde beklenmedik bir öneriyle genç adama yaklaşıp onu şaşırtmıştı; daha çok elinin altında olabilmesi için banliyödeki möbleli odasından ayrılıp, özel sekreteri olarak geniş villalarına yerleşmeyi düşünmez miydi? Genç adam bu beklenmedik teklif karşısında şaşırmıştı, ama bir günlük düşünme süresinin ardından bu onur verici teklifi doğrudan doğruya reddetmesine ve bu desteksiz reddiyle üstünkörü bahanelerin ardına beceriksizce sığınmasına müdür daha çok şaşırmıştı. Müdür, seçkin bir bilim insanı olarak bu itirazın gerçek nedenini tahmin edebilecek ölçüde ruhsal konularda yeterli deneyime sahip değildi, üstelik inatçı genç adam asıl duygusunu belki kendine bile itiraf etmiyordu. Bu, gizlice kasılıp kalmış gururdan, acıklı bir yoksulluk içinde geçirilmiş çocukluğun yaralı utancından başka bir şey değildi. Sonradan görme ve insan gururunu zedeleyen zenginlerin evlerinde özel öğretmen olarak varlığını sürdürmüştü; uşak ve evin bireyi karışımı adsız, çift kimlikli bir canlıydı, hem içlerindeydi hem değildi, masaya ihtiyaca göre konulup kaldırılan manolya gibi bir süs eşyasıydı; o ortamlarda varlığına yalnızca göz yumulan biri olarak ruhu, üst sınıfa ve çevresine, onların heybetli ağır möblelerine, tıklım tıklım dolu lüks salonlarına, dolup taşan sofralarına ve sahip oldukları bütün bolluklarına karşı bütünüyle kinle doluydu. Her şeyi o evlerde yaşamıştı; küstah çocukların incitmelerine, evin kadınının ay sonunda birkaç banknot çıkarıp uzatırken daha incitici olan merhametine, elinde kaba bir tahta bavulla yeni bir eve gelirken -ki yoksulluğunun en açık işaretleri olarak sahip olduğu tek elbisesini, morarmış yamalı çamaşırlarını bu ödünç aldığı tahta parçasının içine doldurmak zorunda kalırdı- gözleri yükseklerdeki acımasız hizmetçilerin alaylı bakışlarına o evlerde hedef olmuştu. Yemin etmişti, hayır, bir daha başkasının evine, kendine ait olmayan bir zenginliğin içine asla dönmeyecekti, yoksulluğunu kimsenin gözetlemesine ve birilerinin bayağı tavırlarla uzattığı armağanlarla onu yaralamasına bir daha asla izin vermeyecekti. Asla, asla. Doktor unvanı, düşük konumunu dışarıya karşı koruyordu şimdi, adi ama aşılmaz bir palto gibiydi; bürodaysa, kirletilmiş, yoksulluktan ve sadakalardan irinlenmiş gençliğinin iltihaplı yarasını başarılarıyla sarıp kapatıyordu: Hayır, bu bir avuç özgürlüğünü, yaşamının bu aşılmazlığını hiçbir bedele satmaya niyetli değildi. Ve bu yüzden kariyerini mahvetme tehlikesini de göze alarak onur verici bu teklifi kaçamak gerekçelerle geri çevirdi. Ancak çok geçmeden gelişen beklenmedik koşullar seçim yapma özgürlüğünü elinden aldı. Sağlık sorunları artan müdür, uzun süre yatağa bağlı kalmış, hatta bürosuyla telefon aracılığıyla bile iletişime geçememişti. Bu durumda özel sekreter elzem bir zorunluluk olmuş ve genç adam hamisinin tekrarlayan acil talepleri üzerine sonunda bu görevden artık kaçamamıştı, aksi halde işini kaybedecekti. Tanrı şahitti, bu taşınma işi zor bir eylem olmuştu: Bokkenheimer Caddesi’ndeki eski Frenk mimarisinde yapılmış şık villanın ziline ilk kez dokunduğu günü hâlâ çok iyi anımsıyordu. Yoksulluğunu açıkça belli etmemek için, biriktirdiği cüzi parayla -düşük maaşıyla ücra bir kasabada yaşayan yaşlı annesine ve iki kız kardeşine de bakıyordu çünkü- bir akşam öncesinden kendine temiz çamaşırlar, şöyle böyle bir siyah takım elbise ve yeni ayakkabılar satın almıştı, pılı pırtısını içine doldurduğu iğrenç, birçok anıdan dolayı nefret ettiği tahta bavulu hizmetlilerden biri önden taşımıştı bu kez: Ama beyaz eldivenli bir uşak ona resmi bir tavırla kapıyı açıp, zenginliğin kalın ve tok buğusu henüz holdeyken yüzüne vurunca içine dolan sıkıntı kabarıp boğazını tıkamıştı. Adımları yumuşacık yutan kalın halılar, henüz girişte duvarları saran ve hayranlıkla seyredilmeyi bekleyen goblenler, kolları ağır bronzdan yapılmış oymalı kapılar karşılamıştı onu; belli ki bunlara eliyle dokunması istenmiyordu, kamburları çıkmış el etek öpen uşaklar tarafından hızla açılacaklardı: Bütün bunlar genç adamı sersemletmiş, aynı zamanda da isyan dolu öfkesini çelişkili bir baskı altında tutmuştu. Uşak, onu sürekli yaşayacağı yer olarak düşünülmüş üç pencereli konuk odasına aldığında oraya ait olmayan davetsiz misafir duygusu ağır basmıştı: Daha düne kadar dördüncü kattaki esintili, içinde tahta yatak ve teneke leğen olan küçücük odada kalırken, buraya, her eşyanın küstah bir bolluk ve parasal değerinin bilinci içinde öylece durmuş, varlığına ancak göz yumulan bu adama alaylı bir edayla baktığı bu eve mi yerleşecekti? Yanında getirdiği ne varsa, hatta giysileri içindeki kendi bile, bu aydınlık geniş odada acınası derecede büzülüp ufaldı. Sahip olduğu tek ceketi, geniş ve heybetli gardırobun içinde darağacındaki idamlık gibi gülünç bir halde sallanıp duruyordu şimdi; beden temizliği için getirdiği birkaç parça şey ve eski püskü tıraş takımı, mermer kaplı geniş lavabonun kenarında işe yaramaz çer çöp ya da bir inşaat çavuşunun orada unuttuğu alet edevat gibi duruyordu; hantal ve kaba saba bavulunu elinde olmadan hemen üstünü bir şeyle örterek görünmez kıldı, sonra orada bir yere gizlenebildiği için bavuluna imrendi, kendiyse enselenmiş hırsız gibi kapıları kapalı odada öylece duruyordu. Buraya rica minnet çağrıldığını, istenen kişi olduğunu kendine telkin ederek utanç ve öfke uyandıran hiçlik duygusunu bastırmaya boş yere çabaladı. Gelgelelim çevresindeki zenginlik, bütün bu gerekçeleri her defasında yerle bir etti, kendini bu havalı ve kurumlu para dünyasının, uşakların, beslemelerin, yiyicilerin, insan kılığına girmiş möblelerin ağırlığı altında yine küçük, sinik ve yenilmiş hissetti; satın alınmış ve kiralanmış, kendi varlığı elinden alınmış biri gibiydi. Ve uşak kapıyı parmağının hafif bir dokunuşuyla tıklatıp, buz gibi bir yüzle ve dimdik bir duruşla hanımefendinin doktor beyi beklediğini söylediğinde, işte genç adam o zaman sıra sıra odaların önünden uşağın peşi sıra çekinerek geçerken, yıllardan beri ilk kez büzülerek durduğunu, omuzlarının seğirerek el etek öpen bir eğilmeye hazırlandığını ve içinde oğlan çocuğu güvensizliğinin ve şaşkınlığının yıllar sonra yeniden baş gösterdiğini hissetti.
Stefan Zweig – Gecmise Yolculuk
PDF Kitap İndir |