Stephen Jay Gould – Binyılı Sorgulamak

Bu kitap hakkında düşünmeye 1950 yılının Ocak ayının ilk haftasında başladım. Sekiz yaşındaydım ve hayatıının önemli bir kısmı haftalık ritüellerin verdiği basit zevkler etrafında dönüyordu. Pazar günleri The New York Times’ın spor sayfalarını çıkartıp birinci ligdeki beyzbol oyuncularının küçücük puntolarla diziimiş performans kayıtlarına bakardım. Elime bir kart alıp, en tepeden başlayarak her bir oyuncunun bütün istatistiklerini aynı hizaya getirir, sonra da kartı yavaş yavaş, her seferinde bir oyuncuya bakacak şekilde aşağıya çekerek sırasıyla her oyuncu için verilen sayısal verileri incelerdim. Orta sınıf kültürünün en özlü organı konumundaki Life dergisinin her hafta evimize teşrifiyle ikinci bir faaliyet alamm oluşuyordu -bu sefer resimleri tarıyordum, ama ilkinde olduğu kadar sistematik bir biçimde değil. 1950’nin ilk sayısı, üzerimde hala kavrayamadığım güçlü, çarpıcı bir etki yarattı ve korteksimde çocukluğurnun daha tantanalı olaylannın -oğlan kardeşimin doğması, babamın savaştan dönmesi- kayıtlan kadar güçlü ve dayanıklı olan kalıcı bir anı 9 olarak yakıcı bir yer etti. ı 950’nin bu ilk sayısı o zamana kadar olanları değerlendirip ikinci yarıda olabilecekler konusunda tahminler yürüterek yirminci yüzyılın orta noktasını işaret ediyordu. (Bu özel sayının -bir düşünce okuluna göre , yüzyılın “asıl” yarısı olan- Ocak ı95 ı ‘de değil de Ocak ı950’de yayınlanmış olması, yüzyılların ne zaman sona erdiğiyle ilgili, bu kitabın 2. Bölüm’ünün konusunu oluşturan çözümsüz mesele hakkındaki o ikide bir gündeme gelen, sapkın, hayal kıncı, komik, ama yine de bir şekilde eğlenceli tartışmanın bir başka ifadesini sunuyor. Yirminci yüzyılın bitişi aynı zamanda yeni bir binyılın başlangıcı da olacağı için bu mesele hakkındaki tartışma hiç olmadığı kadar hararetleneceğe benzer.) Derginin bu sayısını karıştırırken, başlıca düşüncem 2000 yılıydı her nedense. likokul üç matematiğim o zaman elli sekiz yaşında olacağıını söylüyordu; o sıralarda büyükannemle büyükbabamın yaşıyor olmalan da benim bu çok daha ilginç olaya büyük olasılıkla tanık alacağırnın kanıtıydı. O zamandan beri bu hoş fikre takılıp kalmışımdır; (ne kadar keyfi olursa olsun) neredeyse bütün ülkelerin dikkatini çekecek bir geçiş dönemini yaşamak gibi ender bulunur bir ayrıcalığım olacaktı. lnsanlann çoğu sayısal olarak pek bir özelliği olmayan yıllarda yaşıyor ve ölüyorlardı. Acayip şanslı biri olduğum sonucuna varmıştım.


ı 980’lerin ortalarında kanserden ölmek üzereyken iyileştiğimde, zamanımızda hayatı bağrımıza basmamızı sağlayan bütün nedenler arasında en çok ikisinin öne çıktığını belirtmiştim: “Yaşamamı sağlayan birçok şey vardı -çocuklarımın büyüdüğünü görmek zorundaydım, hem yeni binyıla bu kadar yaklaşıp da görerneden gitmek acayip olurdu” (The Flamingos Smile’ın önsözünden, ı985). Yakında binyıl hakkında bir sürü kitap çıkacaktır ve ben de sürüyü takip etmekten hiç hoşlanmam. Bir oğlan çocu10 ğunun 1950 Ocak’ından kalma bir kaprisini saymazsak, bu kısa ömürlü yazı türüne bir de benim eklenmemin gerekçesi ne olabilir öyleyse? Bu küçük kitap farklı olma iddiasını bir şeyleri atlamasına dayandırıyor, bir bakıma. Fin de siecle* edebiyatının iki demirbaşından, özellikle de yeni bir binyıla geçişin ilham ettiği kıyamet edebiyatından kesinlikle ve ilkesel olarak uzak durdum. Bunlara spekülatif, sıkıcı ve özünde aptalca konular gözüyle bakıyorum – çünkü “allameliğin” temel hatasının, yani en büyük sorulara badaslamadan saidırmanın otomatik olarak en derin kavrayışları üreteceği şeklindeki budalaca görüşün halis örnekleridir bu konular. Birincisi, ne insanlığın ne bireylerin, soyağaçların ya da ırkların ne de şehirlerin, ülkelerin, yarıkürelerin ya da galaksilerin birkaç yıllık, yirmi otuz yıllık, binyıllık ya da bir sonraki jeolojik çağa kadarki geleceği hakkında hiçbir öngörüde bulunmayacağım. (Yukarıda da dediğim gibi, binyıl hakkında sürüsüne bereket kitap çıkacağı öngörüsünde bulunmakla yetiniyorum.) İkincisi, değil binyılların, yüzyılların bitimine bile her zaman eşlik etmiş olan endişenin de, yazılı tarih boyunca insan kültürlerinde, özellikle de yoksullar ve memnuniyetsizler arasında yaygın bir biçimde rastlanan kıyamet inançlarının da psikolojik kaynağı hakkında spekülasyonlar yapmayı reddediyorum. Bunun yerine, bilinmeyen geleceklerin azametiyle kıyaslanınca değersiz ya da gülünçlük ölçüsünde sınırlı görünebilecek olan, ama tanımlanabilirlikleri ve hakikatİn doğası, insan bilgisinin mekanizmalan gibi genel sorunları örneklemeleri sayesinde daha geniş bir olası etki alanına kavuşan (sizi buna ikna edebilmeyi umuyorum), binyılla bağlantılı bir dizi sorunla kısıtlayacağım kendimi. Bütün o kıymetli (*) Y üzyıl sonu- ç.n. 11 küçük örneklerden ve onların bir şelale gibi üzerimize boşalan içerimlerinden Allah razı olsun; bu mücevherler, meşe ağaçlarının tasarımlarını bağırlarında taşıyan bu minnacık meşe palamutları olmasaydı denemedler işsiz kalırdı. Şahsen ben burada takvimlerden ve sayılardan; el ve ayak parmaklarından ve “rakamların yuvarlaklığının” algılanışından; güneşten ve aydan, yeryüzünün yaşından ve lsa’nın doğumundan bahsetmek istiyorum. Kesinlikle mahdut, ama harikulade geniş bu takvim sorunlarının hepsi insan aklının bir zaafından kaynaklanır ve eli kulağındaki binyıl değişiminin etrafında dönüp durmakta olan bütün tutkulu savların temelinde bu sorunlar yatar. Romalı oyun yazarı Terentius M.

S. 2. yüzyılda, sonraları ünlü bir düstur halini alacak olan şu sözleri söylemişti: “Homo sum: humani nihil a me alienum puto” (lnsanım ve insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir). Bilme güdümüz çok büyüktür büyük olmasına ya, ortak hatalarımız da fena halde derinlere işlemiştir. Bizi sevebilmeniz gerekir; çığrından çıkmış binyıl tutkusuna benzersizliğimizin ve saçmalığımızın -başka bir deyişle, insanlığımızın- halis bir numunesi olarak bakabilmeniz gerekir. Bu kitaptaki astronomik, tarihsel ve takvimsel sorunların hepsi doğanın olgusallığı ile bizim bu sınırlar içinde yaptığımız keyfi tanımlar arasındaki ayrıma; bir başka deyişle, yadsınamaz gerçeklikle insani yorumların esnekliği arasındaki etkileşime dayanır. Doğadaki bazı şeyler sadece vardırlar -yine de bizler bu gerçek şeyleri çılgınca farklı biçimlerde inceleyebilir ve yorumlayabiliriz. Aslan aslandır ve aslanlar soyağaçları bakımından kaplanlara solucanlardan daha yakındırlar. (Ama öyle bir insan düşüncesi sistemi olabilir ki temel ilkesi aslanla solucan arasındaki manevi ya da metaforik bir bağ olabilir, farkındayım tabii ki – yine de, evrimsel hayat ağacı kesinlikle dikkate alınmasa ya 12 da hararetle reddedilse bile, bu doğanın kendi soyağacını değiştirmez.) Fakat hayatımızdaki diğer önemli kategorilere de (ne kadar kesin bir biçimde tanımlanabilir ve nesnel olarak ne kadar doğrulanabilir olurlarsa olsunlar), doğanın aynı ölçüde akla yatkın bir sürü alternatife izin vermesi ve yaptığımız tercih için olgusal bir dayanak sunmaması anlamında, keyfi şeyler olarak bakılmalıdır. Örneğin, beyzbolda atılan her top ev sahibi takımın kalesini, olgusallığı yadsınamaz belli bir noktada geçer -ama atış ve vuruş tanımları, bu sevilen spora yön veren bir kurallar ve adetler sistemi içinde ne kadar makul olursa olsun, fırlatma eyleminin fizikteki yeriyle bağlantılı olarak, tamamen keyfi, insani kararlardır. (Koşullar gerektirdiğinde bu tanımlar da değişebilir -değişmiştir-.) Keza, günleri dünyanın kendi etrafında tam bir dönüşüyle doğa belirlese de, günlerin hafta denen yedilik paketler haline getirilmesi bazı insan kültürlerinin aldığı keyfi bir karardır. Binyıl sorunları doğanın buyruklarını değil bizim zaaflarımızı kaydeder, çünkü söz konusu sorunların hepsi de bu tayfın keyfi ucunda yer alırlar. Karşı, olgusal uçta doğa bize üç temel döngü verir: Dünyanın kendi etrafında dönüşleriyle günleri, ayın dünyanın etrafında dönüşleriyle karneri aylan* (aylarımızı ilginç nedenlerle, biraz farklı biçimlerde tanımlarız) ve dünyanın güneşin etrafında dönüşleriyle yılları.

(Bu meselede ya anlaşılmaz, ya matematiksel olarak yetersiz ya da düpedüz komik bir tavır takınan Tanrı aynı zamanda bu temel döngüleri öyle bir biçimde düzenlemiştir ki hiçbiri bir diğerinin basit bir katı [multiple] değildir ­ binyılla ilgili birçok meselenin kaynağı olan bu durum 3. Bölüm’ün ana konusunu oluşturuyor.) Daha orta bir konum alırsak, tanımlar tabii ki keyfidir, (*) Lunations: Iki yeni ay arasındaki yirmi dokuz buçuk günlük süre – ç.n. 13 ama doğanın olgusallığı farklı farklı kültürleri ortak (ama hiçbir biçimde evrensel olmayan) çözümlere iter. Örneğin, güneş yılı doğal olarak mevsim denen dört eşit döneme ayrılmaz, ama iki gündönümünün [solstices] ve iki bahar noktasının [equinoxes] varlığı -bunlar, insanların yüksek yoğunlukta yaşadığı çoğu yerde kolayca tesbit edilebilirler ve avcılık ve toplayıcılık gibi temel faaliyetler ve tarımın daha ileri gelişim aşamaları için bu tesbiti yapmak gerçekten önemlidir- yılı dörde bölme yönünde hafif bir doğal ön yargı dayatabilir. Yine de, birçok kültür dolaysız ortama daha uyumlu başka sistemler kullanırlar. Örneğin, birçok tropik bölgede, gün uzunlukları ve sıcaklıklar korkunç farklılıklar göstermez; gündönümleri ve bahar noktaları önemli sayılabilecek hiçbir şeyi düzenlemez -halbuki buralarda, güneş yılı içinde yağmurlu ve kuru dönemlerin önceden tahmin edilebilir iki (ya da daha fazla) katlı bir ayrımını yapmak, bir bölümlere ayırma temeli olarak çok daha anlamlıdır. Bir ara, Venezüella açıklarındaki, eskiden Hollanda’ya ait bir ;ıda olan Curaçao’da birkaç ay kalmıştım. Burada doğal anlamda belirgin bir mevsimsellik söz konusu değildir (belirgin iklim döngüleri yaşayan ülkelerden gelen turistlerin sayısındaki dalgalanma bunun dalaylı bir ikamesi olarak görülebilir gerçi), çünkü yılın tamamında doğudan alize rüzgarları eser ve hava her zaman kurudur. Gazetelerde hava raporu bile yoktur, çünkü ciddi bir değişiklik olmaz. Dikkate değer herhangi bir değişikliğe -bir kasırga, hatta büyük bir fırtınaya- hava durumu değil, haber muamelesi yapılır. Binyıl çılgınlığı (ya da en azından takıntısı) bu tayfın keyfi ucunda yer alır elbette, çünkü doğa binli ayrımiara özel bir önem vermez. Ondalık matematiğin beraberinde getirdiği avantajlar sık sık belirtilir; Arap asıllı sayı sistemimiz 1000 sayısına o hoş yuvarlaklık görüntüsünü verir 14 (yüzyılımızda otomobillerin kilometre göstergeleri bu görüntüyü iyice pekiştirmiştir). Ama bu avantajların doğanın kendi yapısından kaynaklanmadığının da farkındayızdır; birçok kültürün 10 dışında başka sayıları temel alarak -ve bu yüzden de 1000 sayısına hiçbir özel statü yüklemedentamamen işlevsel (ve güzel bir karmaşıklıkta) matematik sistemleri geliştirmiş olduklarını biliriz.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir