Stephen King – Ceset

En önemli şeyler, söylemesi en zor olan şeylerdir. Bunları söylerken utanırsınız. Çünkü kelimeler küçültür onları. Kafanızın içindeyken sonsuz gibi, kocaman görünen şeyleri kelimeler hayat boyuna indirger. Ama hepsi bu kadarla da kalmıyor, öyle değil mi? En önemli şeyler, gizli yüreğiniz nereye gömülüyse oraya pek fazla yakındır. Düşmanlarınızın çalmaya can attığı bir hazinenin işaret taşları gibi. Sırrınızı açıklamak size çok pahalıya malolur-ken, karşmızdaki insanlar size garip garip bakarlar, ne dediğinizi hiç anlamazlar ya da bunun nesini bu kadar önemli bulup yarı ağlar gibi söylediğinize bir anlam veremezler. En kötüsü de bu bence. Sırrın kilitli kalması, söyleyen bulunmadığından değil de, anlayışlı bir kulak bulunmadığından olunca. Ömrümde ilk kez ölü bir insan gördüğümde on iki yaşımı bitirmiş, on üçümü sürüyordum. 1960 yılıydı. Uzun süre önce… ama bana bazen de pek o kadar uzunmuş gibi gelmiyor. Hele de geceleri bir rüyadan uyanıp onun açık gözlerine dolu tanelerinin düşüşünü belleğimde gördükçe. — 9 — 2 • Castle Rock’un bir boş arsasındaki kocaman karaağacın tepesinde bir ağaç-evi’miz vardı. Bugün o arsada bir taşımacılık şirketi var, karaağaç da kesildi.


Gelişme. İlerleme. O ağaç-evi bir tür sosyal kulüptü. Ama adı yoktu kulübün. Oraya düzenli olarak giden beş altı arkadaştık. Birkaç kişi de arasıra gelirdi. Kâğıt oynarken, biraz taze kana ihtiyaç duyduğumuz zaman, yukarı çıkmalarına izin verirdik onların. Oyun genellikle ya yirmi bir ya da beş kartla altı kartlı (üç kat para) türleriydi. Altı kart oynamaya cesaret edecek kadar gözü kara bir tek Teddy vardı içimizde. Ağaç-evi’nin yan duvarları, Mackey Kereste ve İnşaat Malzemesi şirketinin çöplüğünden kaldırdığımız tahtalardandı. Çatlamış, yarılmış, budak delikleriyle dolu tahtalar. O deliklerle yarıkları tuvalet kâğıtlarıyla, kâğıt havlularla tıkamıştık. Damımız oluklu tenekeden bir levhaydı. Onu da aynı çöplükten, gözümüz arkaya baka baka, yüreğimiz ağzımızda, kaçırıp getirmiştik. Çünkü oradaki nöbetçinin köpeği için ‘çocuk yiyen canavar’ denirdi hep.

Aynı gün bir de telli kapı bulduk. Sivrisinek girmesin diye kullanılanlardan. Ama çok paslıydı. Aşırı paslı. O telden günün hangi saatinde bakarsak bakalım, dışarısı gurup renginde görünürdü. Bu kulüp kâğıt oynamanın dışında, sigara içmek ve kız resimli dergilere bakmak için de uygun bir yerdi. Yarım düzine kadar eski teneke kül tablamız vardı. Diplerinde CAMELS diye yazıyordu. Uyduruk duvarlara dergilerin orta sayfasından çıkma bir yığın resmi asmıştık. Yirmi otuz deste iskambilimizin hepsinin de kulakları bükülmüş, yüzleri eskimişti. Bunları Teddy dayısının kırtasiyeci dükkâ- — 10 — nından getirmişti bize. Dayısı bir gün Teddy’ye bizim nasıl kâğıt oyunları oynadığımızı sorduğunda Teddy papaz kaçtı demiş, dayısı da bunda bir sakınca görmemişti. Ayrıca bir kutu plastik poker fişimiz, Master Detektif adlı cinayet dergisinin eski sayılarından da bir yığın vardı. Yapacak daha iyi bir şey bulamazsak sayfalarını şöyle bir tarayalım diye. Evi yaparken tabanın altına 30 santime 15 santim boyutlarında bir de gizligöz yapmıştık.

Çocuklardan birinin babası dostluk taslamaya gelirse, bu saydığım eşyalardan bazılarını saklayabilmek için. Yağmur yağdığında, kulüpte oturmak sanki Jamayka çelik davullarından birinin içinde oturmak gibi oluyordu… ama o yaz hiç yağmur yağmamıştı. 1907’den beri bu kadar kuru ve sıcak bir yaz geçmemişti. Daha doğrusu gazeteler öyle diyordu. O Cuma yaz tatilinin son Cumasıydı. Tarlalar, hattâ asfaltların iki yanındaki hendeklerin içi bile çatlak çatlaktı. Kimsenin bahçesinde yonca monca bitmemişti. Konserve fabrikasının ilan panoları bomboştu. Tozlanıp duruyordu panolar. Kimsenin reklam edecek malı yoktu. Teddy, Chris ve ben o Cuma sabahı kulüpteydik. Bir yandan kâğıt oynuyor, bir yandan okullar açılıyor diye birbirimize homurdanıyor, bir yandan da satıcı fıkralarıyla Fransız fıkraları anlatıyorduk. Arka bahçenize bir Fransı-zın girmiş olduğunu nereden anlarsınız? Konserve kutularınız boşalmış, köpeğiniz de gebe kalmışsa. Teddy gücenmiş görünmeye çalışırdı böyle şeyler anlattığımız zaman. Ama bir fıkrayı değerlendirip yeniden başkasına ilk anlatan da o olurdu.

İçinde geçen Fransızı, Polonyalı yapardı anlatırken tabii. Karaağacın gölgesi yeterliydi. Ama biz gömleklerimizi ıslanmasın diye çıkarmıştık yine de. Üç peniye kâğıt oynuyorduk. Budalaca, basit bir oyun. Ama hava öylesine sıcaktı ki, başka oyunlara insanın kafası çalışmazdı. Ağus- — 11 — tos ortalarına kadar iyi kötü bir yakan top takımı da kurmuştuk ama sonradan çocuklar birer ikişer dağılmıştı. Sıcaktan. O el ben maça topluyordum. Elimde on üç varken bir sekiz çekmiş, yirmi bir bulmuştum. Ondan beri de maça çekemiyorum. Chris yattı. Ben son kartımı çektim, yine bir şey gelmedi. Chris karolarını açarak, «Yirmi dokuz,» dedi. Teddy, «Yirmi iki.

» derken sesinde tiksinmiş bir ifade vardı. «İçiniz çıksın,» deyip kâğıtları kapalı olarak masaya fırlattım. «Gordie ayvayı yedi,» dedi gülerek. Teddy. Sonra o patentli Teddy Duchamp gülüşünü sundu bize… İiiii-iii-iii, diye. Paslı bir çiviyi çürük bir tahtadan ağır ağır çıkarıyormuş-sunuz gibi bir ses. Eh, manyağın biriydi Teddy. Bunu hepimiz biliyorduk zaten. O da bizim gibi on üç yaşına geliyordu. Ama kalın camlı gözlüğüyle kulağındaki işitme cihazı, onu bazen yaşlı bir adam gibi gösterirdi. Çocuklar sokakta habire ondan sigara otlamaya heveslenirlerdi. Oysa onun göğüs cebindeki çıkıntı işitme cihazının piliydi. Gözlüğüne rağmen, çoğunlukla kulağında takılı duran o et rengi düğmeye rağmen, Teddy yine de pek iyi göremez, insanların söyledikleri sözleri de çoğu zaman yanlış anlardı. Beyzbolda onu hep geride oynatmak zorundaydık. Chris solda, Billy Greer de sağda olurdu.

İnşallah kimse topu fazla uzağa vurmaz diye dua ederdik. Çünkü Teddy büyük bir kararlılıkla o topun peşinden giderdi. Görsün veya görmesin. Bazen de kafasına yerdi topu. Bir keresinde top kovalarken çite toslayıp bayılmıştı. Beş dakika boyunca oracıkta sırtüstü yatmış, gözlerinin yalnız akı gözükmüştü. Çok korkmuştum doğrusu. Sonra kendine gelmiş, bir süre burnu kanayarak, alnındaki mor leke yavaş yavaş — 12 şişerek dolaşmıştı. Top hileli de ondan, diye bahane uydurmaya çalışmıştı bize. Gözleri doğuştan bozuktu. Ama kulaklarının başına gelende doğa bir rol oynamamıştı. O sıralar saçları kıpkı-sa kestirip kulakların testi kulpu gibi ortaya çıkması modayken, bizim Teddy, Castle Rock’un ilk Beatle kuaförünü yaptırmış adamdı. Amerika’da Beatle’ların adı duyulmadan dört yıl önce hem de. Kulaklarını örtmeye çalışmasının nedeni, kulak kepçelerinin iki topak ılıtılmış balmumuna ben-zemesindendi. Teddy sekiz yaşındayken bir gün babası ona tabak kırdı diye kızmış.

Annesi o sıra ayakkabı fabrikasında çalışıyormuş. Olay kadının kulağına gidene kadar iş işten geç-mişmiş. Teddy’nin babası Teddy’yi yakalayıp mutfağın arka tarafındaki odun sobasına sürüklemiş, kafasını yanlamasına sobaya dayamış, on saniye kadar öyle tutmuş. Sonra çocuğu saçlarından yakalayıp kafasını kaldırmış, öteki tarafını sobaya yapıştırmış. Bu iş bitince telefonu açıp Acil Servisi aramış, gelip oğlunu almalarını söylemiş. Telefonu kapatınca dolaba yürümüş, .410 tüfeğini kucağına almış, oturup televizyonu seyrederek beklemiş. Bitişik komşu Ba- » yan Burroughs o sırada Teddy iyi mi diye bakmaya gelmiş. Çığlıklar duyduğunu söylemiş. Teddy’nin babası tüfeği kadına çevirivermiş. Bayan Burroughs, Duchamp’ların evinden yıldırım hızıyla çıkmış, kendini evine kilitleyip polisi aramış. Cankurtaran geldiğinde Bay Duchamp görevlilerin eve girmesine izin vermiş, kendisi arka kapının eşiğine çıkmış, adamlar Teddy’yi sedyeyle eski model Buick cankurtarana bindirene kadar nöbet tutmuş. Teddy’nin babası görevlilere, ordu barış oldu diyor ama ortalık hâlâ Nazi silahşorlarıyla, nişancılarıyla dolu, diye açıklama yapmış. Görevlilerden biri Teddy’nin babasına, tek başınıza dayanabilecek misiniz, diye sormuş. Ted- — 13 — dy’nin babası acı acı gülümsemiş, cehennemde buzdolabı üretilene kadar dayanırım gerekirse, demiş.

Görevli bir selam çakmış, Teddy’nin babası da karşılık vermiş. Cankurtaran yola koyulduktan birkaç dakika sonra eyalet polisi gelmiş, Norman Duchamp’ın nöbeti de son bulmuş. Bir yılı aşkın süreden beri adam bir takım garip şeyler yapıyormuş zaten. Kedileri silahla vuruyor, posta kutularında yangın çıkarıyormuş. Oğluna yaptığından sonra onu muayeneden geçirip Togus’a, akıl hastanesine yollamışlar. İnsanı ancak iyice deliyse yollarlar Togus’a. Teddy’nin babası Normandiya çıkarmasına katılanlardanmış. Teddy hep öyle söylerdi. Babası ona ne yapmış olursa olsun, o gurur duyardı babasından. Her hafta annesiyle birlikte onu hastanede ziyarete de giderdi. Herhalde arkadaşlar arasında en salağı oydu. Deliydi de üstelik. Akla gelebilecek en tehlikeli işlere kalkışır, ama kendini kurtarırdı. «Kamyondan kaçma» dediği bir oyunu vardı. Otoyolda kamyonların önüne fırlar dururdu.

Bazen santim farkıyla kurtulurdu onlardan. Kaç kalp krizine yol açtığını Tanrı bilir. Yanından geçen kamyonun rüzgârı gömleğinde dalgalanmalar oluştururken de gülerdi. Biz bu işten çok korkardık. Çünkü gözü iyi görmüyordu bir kere. Coca Cola şişesinin dibi kadar kalın gözlüğünü ister takmış olsun, ister olmasın. Kamyonlardan birinin hızını yanlış tahmin etmesi de er geç kaçınılmazdı. Ayrıca Teddy’ye falan şeyi yapamazsın derken de dikkatli olmak zorundaydık. Öyle denilince ne olsa yapmaya kalkardı çünkü. «Gordie çuvalladı, üiii-iii-iii!» «Hast…» deyip Master Detektif dergilerinden birkaç tanesini aldım, onlar oyunu bitirene kadar okumaya hazırlandım. Dergilerin birinden, «Güzel Kız Öğrenciyi Bozuk Asansörde Hakladı» diye bir hikâye buldum, başladım. Teddy kâğıtlarını masadan aldı, bir göz attı, «Yatıyorum,» dedi. — 14 — Chris, «Seni dörtgöz bok!» diye bağırdı. «Bokların bin gözü olur,» dedi Teddy ciddi bir sesle. Chris de, ben de yerlere yattık.

Teddy bize kaşları hafif çatık, öyle bakıyor, neye güldüğümüzü anlayamamış gibi görünüyordu. Çocuğun bir garip yanı da buydu. Hep böyle antika lâflar söylerdi. ‘Bokların bin gözü olur,’ gibi. Komik olmaya mı çalışıyor, yoksa kendiliğinden mi böyle oluyor, anlayamazdınız. Sonra gülenlere hep böyle kaşlarını hafif çatarak bakar, sanki, «Yine ne oldu?» demek isterdi. Teddy’ye elden otuz gelmişti. Vale dam, papaz. Hepsi sinek. Chris’in elinde on altı sayı vardı. Çekmeyi sürdürdü. Ben cinayet hikâyesinin can alıcı yerine yaklaşırken Teddy de kâğıtları karıştırıyordu. Hikâyede New Orleans’ lı denizci, Bryn Mawr’da okuyan kız öğrenciyle asansörde kalmıştı. Oysa kapalı yerlere dayanamayan tiplerdendi. Tam o sırada ağacın yanına çaktığımız merdivenden birinin hızla yukarıya çıkmakta olduğunu duyduk.

Bir yumruk, yerdeki kapak kapıyı tıkırdattı. «Kim o?» diye bağırdı Chris. «Vern!» Sesi öyle soluk soluğa, öyle heyecanlıydı ki… Ben kapağa yürüyüp sürgüyü çektim. Kapak kalkıp duvara tosladı, Vern Tessio kendini çekip eve girdi. Buraya düzenli gelenlerdendi. Saçlarından koca koca ter damlaları akıyordu. Oysa saçlarını Rock and Roll’cu Bobby Rydell gibi özenle tarardı. Bugün tutam tutam sarkıyordu terli saçlar başından. «Vay canına!» diye soludu. «Size anlatacaklarımı bir duyunca…» «Neyi,» diye sordum. «Dur, bir soluk alayım. Evden buraya kadar koştum.» Teddy birden Little Anthony’nin iğrenç taklidi sayılabilecek bir sesle şarkıya başladı. «Evden taa buraya kadar koştum… özür dilemek için…» — 15- Vern, «Allah belânı versin,» dedi ona. Teddy de cevabı yapıştırdı.

«Koşuşun olsun da varışın olmasın.» «Senin evden buraya kadar mı koştun?» Chris’in sesi inanamamış gibiydi. «Deli misin, ulan?» Vern’in evi Büyük Caddenin iki mil kadar ötesindeydi. «Dışarısı kırk beş derece var.» «Değer ama,» dedi Vern. «Ulu Tanrım. İnanamayacaksınız. Gerçekten.» Terli alnına bir tokat attı, sanki bize ne kadar ciddi olduğunu anlatmaya çalıştı. «Tamam, neymiş?» diye sordu Chris. «Siz bu gece kampa çıkabilir misiniz?» Vern bize heyecanla bakıyor, cevap bekliyordu. Gözleri koyu renk terli halkalar arasına gömülmüş kuru üzüm taneleri gibiydi. «Evdekilere bizim arka bahçede, birlikte çadır kuracağımızı söyleyebilir misiniz?» Chris, «Eh, herhalde olur,» derken yeni dağıtılan kartlarını alıp baktı. «Ama babamın tatsızlığı üzerinde bu ara. İçiyor, biliyorsunuz.

» «İzin almak zorundasınız,» diye üsteledi Vern. «Gerçekten. İnanamayacaksınız buna. Ya sen Gordie?» «Herhalde,» dedim. Böyle şeyleri hayli kolay.kıvırırdım. Aslında o yaz evde «Görünmez Çocuk» rolü oynamıştım daha çok. Nisan ayında ağabeyim Dennis bir cip kazasında ölmüştü. Fort Ben-ning-Georgia’da, askerliğini yaparken. Bir başka arkadaşıyla birlikte PX’e giderlerken bir askeri kamyon enlemesine çarpmıştı onlara. Dennis ânında ölmüş, arkadaşı da o gün bu gündür komadan çıkamamıştı. Yaşasaydı o hafta sonunda yirmi iki yaşında olacaktı ağabeyim. Castle Gre-en’deki dükkândan ona doğum günü kartı bile seçmiştim. Duyduğumda ağladım. Cenazede de biraz ağladım.

Nice kere saçlarımı karıştırmış olan, beni lastik örümcekle ağlatana kadar korkutmuş olan, düşüp iki dizimi kan için- —16 — de bıraktığımda beni öpmüş, kulağıma, «Ağlama artık, muhallebi çocuğu» diye fısıldamış olan, daha doğrusu bana dokunmuş olan birinin yok olmasına inanamıyordum. Onun ölebilmesi beni hem üzüyor, hem de korkutuyordu… ama annemle babamı büsbütün yıkıp mahvetmişti. Benim için Dennis bir tanıdıktan az fazla sayılırdı alt tarafı. Benden on yaş büyüktür bir kere. Kendi arkadaşları, kendi çevresi vardı. Uzun yıllar boyunca aynı masada yemek yemiştik. Bazen dostum, bazen işkencecim olurdu. Ama genellikle… öyle biriydi işte. Öldüğünde bir yıldır evden uzaktaydı. Bir iki kere izne gelmesi dışında. Birbirimize benzemezdik bile. O yazdan sonra, döktüğüm gözyaşlarının daha çok annemle babam için olduğunu anlamam bir hayli uzun sürdü. Tabii bu yaşlar onların da işine yaramadı, benim de. Teddy, «Eee, nedir seni bu kadar sızlandıran, Vern?» diye sordu. Chris, «Ben yatıyorum,» dedi.

’ Teddy, «Ne?» diye haykırdı. Vern’i bir anda unutuver-mişti. «Seni kalleş yalancı! Ellin iyi değil ki! Sana iyi el dağıtmadım ben.» Chris, «Çek kâğıdını, inek,» diye tısladı. Teddy en üstteki karta uzandığında Chris de arkasındaki rafa, Winston paketine uzandı. Ben detektif dergimi yerden almak üzere eğildim. Vern Tessio, «Cesaret görmek istiyor musunuz?» diye sordu. Herkes duruverdi. 3 Radyoda hepimiz duymuştuk tabii. Radyomuz eski bir Philco’ydu. Onu da bir hurda yığınından bulup getirmiştik buraya. Hob i re çalardı. Genellikle Lewiston’daki WLAM is- — 17 Ceset — F. : 2 tasyonuna ayarlardık. Yeni sevilen parçalar, eskilerin de eh iyileri yayınlanırdı orada.

Jack Scott’dan, «What in the World’s Come Over You», Tray Shondell’den «This Time», Elvis’den «King Creole», Roy Orbison’dan «Only the Lonely» falan. Haberler başladığından kafamızın içindeki bir düğmeyi kapatıverirdik sanki. Haberlerde Kennedy, Nixon, Quemoy, Matsu, roket yarışı, Castro’nun ne kadar kötü çıktığı falan anlatılırdı. Ama Ray Brower olayını hepimiz biraz daha dikkatle dinlemiştik. Çünkü biz yaşta bir çocuktu Ray. Chamberlain’liydi. Castle Rock’un kırk mil kadar doğusunda bir kasaba. Vern iki mil koşup bizim ağaç-evine soluk soluğa gelmeden üç gün önce, Ray Brower elinde annesinin mutfak kaplarından biriyle böğürtlen toplamaya çıkmıştı. Ortalık kararıp çocuk hâlâ dönmeyince Brower’ lar kasaba şerifine telefon etmişler ve arama başlamıştı. İlk fasıl, çocuğun evinin hemen çevresinde aramalar yapılmış, sonra yavaş yavaş halka genişletilmiş, yakındaki Motton, Durham ve Pawnal kasabalarına kadar olan alan taranmıştı. Herkes katılmıştı bu işe. Polisler, devriyeler, avcılar, gönüllüler. Ama üç gün geçtiği halde çocuk hâlâ kayıptı. Radyoyu dinlerken insan o çocuğu sağ bulamayacaklarını hissediyordu artık. Yavaş yavaş aramalar tavsayacak, sonra da işin ucu bırakılacaktı.

Belki çakıl havuzuna düşmüştü. Belki bir suda boğulmuştu. On yıl sonra avcının biri kemiklerini bulacaktı herhalde. Chamberlain’ deki tüm havuz ve gölcükleri, Motton baraj gölünü falan boşaltmaya başlamışlardı zaten. Bugün olsa, Maine’in güneybatısında böyle şeyler asla olamaz. O bölgenin çoğu kentleşti artık çünkü. Portland ve Lewiston dolaylarındaki ahali koca bir ahtapotun kolları gibi yayıldı. Ormanlar yine var. Batıya doğru sıklaşıyor da. Ama bugün insan, hangi yönde olursa olsun, beş mil doğru yürümeyi becerdi mi, mutlaka karşısına çift şeritli bir asfalt çıkar. Oysa 1960’da, Chamberlain’den Castle — 18 — Rock’a kadar olan alan henüz geliştirilmemişti. İkinci Dünya Savaşından bu yana kadastro girmemiş yerler bile vardı. O sıralar insanın ormana girip yolunu kaybetmesi, orada ölmesi mümkündü. 4 Vern Tessio o sabah evinin ön terasının altına girmiş, kazı yapıyormuş. Bunu anlamakta hiçbirimiz zorluk çekmedik… ama size anlatabilmek için bir iki dakika ayırsam fena olmayacak.

Teddy Duchamp her ne kadar yarı eblehse de, Vern Tessio da üniversitelerde zaman öldürecek biri gibi gözükmezdi. Ama ağabeyi Billy ondan bile aptaldı… zaten az sonra göreceksiniz. Ama daha önce size Vern’in neden terasın altını kazdığını anlatayım. Dört yıl önce, Vern sekiz yaşındayken, topladığı bir penileri bir kâseye koyup evin önündeki uzun terasın altında karanlığa gömmüş. Terasla toprak arasındaki o yere ‘mağaram’ dermiş. Korsancılık oynuyormuş o sıra. Bozuk para kâsesi de onun definesiymiş. Ama Vern’le birlikte korsancılık oynayanlar ona define diyemez. Kâsenin adı o zaman ‘ganimet’ olur. Her neyse, çocuk penileri derine bir yere gömmüş, üzerini toprakla örtmüş, taze toprak belli olmasın diye de üstünü o aralığa yıllardır biriken kuru yaprak ve dallarla kapatmış. Sonra bir define haritası çizmiş, onu da odasındaki hırtı pırtının arasında bir yere koymuş. Bir ay boyunca unutmuş bu konuyu. Derken günlerden bir gün, sinemaya mı gidecekti, her neyse, parası az gelmiş. O zaman terasın altındaki paraları hatırlayıp odasında haritayı aramış. Ama annesi odayı bu arada iki üç kere temizlemiş.

Eski ödev kâğıtlarını, şeker kâğıtlarını, dergileri, çizgi romanları falan alıp sobada yakmışmış. Vern’in define — 19 — haritası da mutfak bacasından duman olup uçmuşmuş. * Ya da Vern öyle olduğuna karar vermiş. Gömdüğü yeri hatırlamaya çalışmış, orayı kazmış. Şansı tutmamış. O noktanın sağını, solunu kazmış, yine şansı tutmamış. O günlük bu işten vazgeçmiş ama hâlâ arasıra kazar orayı. Dört yıl, dile kolay. Dört koca yıl. Ne tatsız, değil mi? İnsan gülsün mü, ağlasın mı, bilemiyor. Bir tutku haline gelmişti bu konu Vern’de. Tessio’la-rın evinin ön terası evin cephesi kadardı. On üç metre falan. Eni de üçe yakın. Çocuk o alanın hemen her santimini iki, belki üç kere kazmış, ama penileri bulamamıştı.

Derken penilerin sayısı zihninde kabarıp artmaya başladı. Olay ilk olduğunda Chris’le bana, aşağı yukarı üç dolar kadar para, demişti. Bir yıl geçtiğinde beş dolara çıktı. Son zamanlarda on dolar dolaylarında dolaşıyor. Bazı gün biraz eksik, bazı gün biraz fazla. Paraya duyduğu ihtiyaca göre. Kendi sağlıklı tahminimizi arasıra ona da söylemeye çalıştık. Billy o kâseyi biliyordur, kazıp almıştır, dedik. Vern buna inanmayı reddetti. Araplar Yahudilerden nasıl nefret ederse o da Billy’defi öyle nefret ederdi aslında. Fırsat çıksa, ağabeyini mağaza hırsızlığından mahkûm ettirmek için oy bile kullanırdı. Billy’ye sormayı da kabul edemiyordu. Herhalde Billy’nin güleceğinden, «Tabii aldım, salak, hem de kâsede yirmi dolar vardı,» diyeceğinden korkuyordu. Her neyse, Vern ne zaman vakit bulsa çıkıp kazı yapıyordu balkonun altında. Billy olmadığı zamanlarda tabii.

En eski, en kirli blucinini giyip terasın altına emekliyor, saçları taraş taraş, elleri boş, çıkıyordu sonunda. Ona bu konuda çok takılırdık. Takma adı da Penny’ydi zaten. Penny Tessio. Bana kalırsa öyle koşa kopara kulübe gelmesinin nedeni, bize haberi patlatmaktan çok, peni kazılarından sonunda dişe dokunur bir sonuç çıktığını göstermek içindi. O sabah herkesten önce kalkmıştı. Mısır gevreğini yemiş, garaj yolunda kapıya çivilenmiş eski çembere birkaç — 20 — basket atmıştı. Yapabileceği pek bir şey yoktu. Birlikte oyun oynayacağı arkadaş falan da yoktu. Peniler için bir kazı daha yapmaya karar vermişti o da. Terasın altına girdiğinde, tepesindeki telli kapının çarptığını duymuş, olduğu yerde donmuştu. Çıt çıkarmadan. Gelen babasıysa, emekleyip oradan çıkacak, Billy ise o zaman bekleyecek, ağabeyi arkadaşı Charlie Hogan’la çekip gidene kadar yerini belli etmeyecekti. Başının üzerindeki balkonda iki kişinin ayak sesleri duyuldu, sonra Charlie Hogan’ın sesi bebekler gibi titrek bir tonda, «Tanrım, Billy, ne halt edeceğiz şimdi?» diye sordu. Vern’in anlattığına göre, kasabanın en kabadayı çocuklarından sayılan Charlie’nin o tonda konuştuğunu duymak bile kulaklarını dikmesine yetmişti.

Charlie ne de olsa Ace Merrill’le, Göz Chambers’le düşüp kalkan, onlarla arkadaşlık eden bir çocuktu. Öyleleriyle içli dışlı olabilmek için insanın kabadayı olması şarttı. «Hiçbir şey,» diye karşılık verdi Billy. «Hiçbir şey yapacak değiliz. O kadar.» İkisi yanyana balkondan inen basamaklara otururken Charlie, «Bir şey yapmamız şart,» diye inledi, Vern cesareti ele alıp merdivene biraz yaklaştı. «Görmedin mi onu?» Vern’in ağzının suyu akacaktı neredeyse. Aklından, herhalde Billy’yle Charlie kafayı çekip arabayla birini ezdiler, diye geçiriyordu. Kıpırdarken kuru yaprakları çıtırdatmamak için çaba göstermekteydi. Eğer ağabeyiyle arkadaşı onun balkonun altında olduğunu, konuşulanları duyduğunu anlarlarsa, kıymaya çeker, köpek maması yaparlardı onu. Billy Tessio, «Bizi ilgilendirmez,» dedi. «Çocuk da ölmüş olduğuna göre, artık onu bile ilgilendirmez. Bulmuşlar, bulmamışlar, ne olacak? Bana vız gelir.» Charlie, «Radyoda söyledikleri çocuk o,» dedi. «Ke- — 21 — sinlikle o.

Brocker mı, Brower mı, Flowers mı, her neyse. Kahrolası tren çarpmış belli ki.» «Öyle.» Bir kibritin çakılma sesi duyuldu. Vern alevin yay çizerek çakıllara düştüğünü, orada söndüğünü gördü, burnuna sigara kokusu geldi. «Sen de kustun.» Vern ağabeyinin bu sözü üzerine Charlie Hogan’ı saran utanç dalgalarını o sessizlikte hissetti. Bir süre sonra Billy, «Eh, kızlar görmedi,» dedi. «Şansımız varmış.» Vern ağabeyinin elini Charlie’nin sırtına şaklattığını sesinden anladı. Cesaret vermeye çalışıyordu herhalde. «Görseler dillerini tutamazlar, buradan tâ Portland’a kadar herkese söylerlerdi. Oradan çabuk uzaklaştık neyse ki. Kızlar anladı mı bir terslik olduğunu sence?» Charlie, «Hayır,» dedi. «Mary zaten Harlaw’un arka yolunu sevmez.

Mezarlıktan geçiyor diye. Hayaletlerden korkuyor.» Charlie hemen ardından yine ağlar gibi bir sesle, «Tanrım, keşke dün araba araklamasaydık!» diye inledi. «Keşke ilk düşündüğümüz gibi sinemaya gitseydik!» Charlie’yle Billy gece iki kızla çıkmışlardı. Marie Boug-herty ve Beverly Thomas’la. Böyle gudubetlere karnaval gösterileri dışında az rastlanırdı. Sivilceler, bıyıklar… yok yoktu kızlarda. Bazen dördü birlikte… hattâ belki altısı, sekizi, çünkü Fuzzy Bracowicz’le Ace Merrill de kızlarını clip gelebilirlerdi… gidip Lewiston otoparkında araba çalar, viskileri, sodaları yükleyip kırlık yerlere giderlerdi. Park edip oynaşmaya. Dönüşte arabayı kasabada bir yere bıra-kıverirlerdi. Chris’in arasıra dediği gibi, ucuz numaralarla eğlence peşindeydiler. Henüz hiç yakalanmamışlardı ama Vern daha umudunu kesmemişti. Pazarları ıslahevinde Billy’yi ziyaret etmeye bayağı hevesi vardı. Billy, «Polislere söylesek, Harlow’a nasıl gittiğimizi sorarlar,» dedi. «Arabamız yok.

İkimizin de yok. En iyisi çenemizi kapalı tutmak. O zaman bize dokunamazlar.» — 22 — Charlie, «İsim vermeden telefon edebiliriz,» diye önerdi. Bili karanlık bir sesle, «Telefonların izini sürüyor onlar,» diye karşılık verdi. «TV dizisinde gördüm. İki tanesinde.» «Evet, öyle.» Charlie’nin sesi pek acınası çıkıyordu. «Tan rım. Keşke Ace yanımızda olsaydı. Polislere onun arabasıyla gittik derdik.» «Eh, yanımızda değildi.» « Öyle.» Charlie içini çekti.

«Herhalde haklısın.» Yere bir sigara izmariti fırlatıldı. «Sanki işemek için rayların oraya gitmemiz şarttı, ha? Öte tarafa yürüsek olmazdı sanki. Ben de yeni botlarıma kustum.» Sesi biraz hafifler gibi oldu. «Lanet olası velet, serilmiş yatıyordu oracıkta! Sen de gördün, değil mi, Billy?» «Gördüm.» İlk izmaritin yanına bir ikincisi fırlatıldı. «Gidip bakalım Ace uyanmış mı.» «Ona söyleyecek miyiz?» «Charlie, hiç kimseye söyleyecek değiliz. Hiç kimseye, hiçbir zaman. İyice anlıyor musun ne dediğimi?» «Anlıyorum,» dedi Charlie. «Ulu Tanrım, keşke hiç apartmasaydık o kahrolası Dodge’u.» «Yeter be! Çeneni kapa da yürü.» Basamaklardan iki Çift solmuş blucin paçası, iki çift yanları tokalı mühendis çizmesi indi. Vern elleri ve dizleri üzerinde donmuştu (husyelerim öyle bir toparlanmıştı ki gerisin geri içime kaçmaya çalışıyorlar sandım, diye anlattı bize).

Ağabeyinin kendisini farkedeceğinden, dışarı sürükleyip öldüreceğinden emindi sanki. Charlie Hogan’la Billy, Tann’nın gönlünden kopup verdiği ufacık beyni birer tekmede kulaklarından dışarı fışkırtır, sonra da mühendis çizmeleriyle ezerlerdi onu. Ama çizmeler uzaklaşmaya devam ediyordu. Vern onların kesinlikle gitti- — 23 — ğinden emin olunca balkonun altından emekleyerek çıkmış, koşa koşa bizi bulmaya gelmişti. 5 «Gerçekten şansın varmış,» dedim ona. «Seni öldürürlerdi.» Teddy, «Ben Hariaw’un arka yolunu biliyorum,» diye atıldı. «Nehre varınca çıkmaz oluyor. Orada balık tutardık eskiden.» Chris başını salladı. «Bir zamanlar köprü de varmış orada. Ama sel götürmüş. Uzun süre önce. Şimdi yalnızca raylar var.» Chris’e döndüm.

«Çocuk gerçekten tâ Chamberlain’den Harlow’a gelmiş olabilir mi?» diye sordum. «Yirmi otuz mil yol herhalde orası.» «Sanırım. Herhalde kaybolduğunda karşısına tren rayları çıktı, o da onları izledi. Bir yere varır diye. Ya da belki bir trene el sallar, atlarım diye düşündü. Ama orası artık marşandiz hattı. Yolcu treni geçmiyor. Marşandiz bile seyrek geçiyor. Kurtulmak için Castle Rock’o kadar yürümesi gerekirdi. Karanlık basınca bir tren çıkagelmiş olmalı… gümmm!» Chris sağ yumruğunu sol avucuna indirdi, kof bir ses çıktı. Otoyolda nice kamyondan kıl payı sıyrılan eski-trafik muharibi Teddy’nin yüzünde belli belirsiz bir övünme ifadesi var gibiydi. İçim bulanır gibi oldu. Zavallı çocuğu evinden o kadar uzakta, korku içinde tren raylarını izlerken düşünüyordum. Herhalde ormanın sesleri ürkütüyordu onu.

Bu yüzden raylar üzerinde yürüyordu. Ayağının altında traversler de gıcırdıyor olabilirdi. Derken trenin çıkagelişi… koca ışığın onu hipnotize edişi… çocuğun kaçamayacak kadar geç kalışı. Ya da belki açlıktan bayılmıştı rayların üzerinde. — 24 — Tren o sıra gelmişti. Hangisi olursa olsun, Chris haklıydı. Güm diye çarpmıştı tren çocuğa. Ve çocuk da ölmüştü. Vern, «Neyse, gidip görmek istiyor musunuz?» diye sordu. Öyle heyecanlıydı ki, sıkışmış da tuvalete gitmek istiyormuş gibi kıvranıp duruyordu. Hepimiz bir an ona baktık, kimse bir şey söylemedi. Sonra Chris elindeki kartları masaya attı, «Tabii!» dedi. «Üstelik bahse girerim, resimlerimiz de gazetede çıkar!» «Hu?» dedi Vern. Teddy, «Sahi mi?» deyip deli deli sırıttı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir