Stephen King – Kara Ev, Tilsim

ESKİ BİR DOSTUN DEDİĞİ GİBİ, burada şimdiki zamanın akıcılığında, hiçbir şeyin kesin olmadığı bir yerdeydik. Burası: Deniz seviyesinden yaklaşık altmış metre yükseklikte, gökyüzünde kartalların süzülerek uçuştuğu, Mississippi Nehri’nin kıvrımlarının doğal bir sınır oluşturduğu Wisconsin’in uzak batı kenarı. Şimdi: Temmuz ayının ortasında bir cuma sabahının erken saatleri. Bir iki yıl önce girdiğimiz yeni yüzyılın ve yeni milenyumun belirsiz rotasında gizlenenleri kör bir adamın bile hepimizden fazla görme şansı var. Burada ve şimdi, saat sabahın altısını henüz geçmiş, güneş her sabah olduğu gibi bulutsuz gökyüzünün doğusunda ilk kezmişçesine geleceğe doğru yükseliyor, günün yeni ışıkları, hepimizi birer köre çevirerek giderek küçülen geçmişin karanlığını geride bırakıyordu. Aşağıda, güneşin ilk ışıkları, geniş nehrin yumuşak dalgalarını erimiş altına dönüştürüyordu. Tepeye doğru genişleyen bu sakin görünümlü kasabanın, Nailhouse Row adındaki mahallesindeki County Op Yolu üzerine sıralanınış eski püskü iki katlı evlerin arka bahçeleriyle nehir kenarı arasında uzanan Burlington Kuzey Santa Fe Demiryolu’nun rayları güneşin altında parlıyordu. O anda, Coulee Bölgesi’nde hayat, nefesini tutmuş gibiydi. Bizi saran hareketsiz hava içinde öylesine bir saflık ve tatlılık barındırıyordu ki, bir kilometre ötede topraktan sökülen bir turpun kokusunu olduğumuz yerden duyabilirdik. Nehri, parlayan rayları, Nailhouse Row’u oluşturan bahçelerle çatıları ve park edilmiş bir sıra Harley Davidson motosikleti ardımızda bırakıp güneşe doğru süzüldük. Bu albenisi olmayan küçük evler yakın zamanda sona eren geçmiş yüzyılın başında Pederson Çivi Fabrikası’nda çalışan metal dökücüler, kalıpçılar ve kasa işçileri için inşa edilmişti. Çalışanların, kendileri için yapılan konutlardan pek şikâyetçi olamayacakları göz önüne alınarak evlerin inşaatında bulunabilen en ucuz malzemeler kullanılmıştı (Pederson Çivi Fabrikası ellili yıllarda ağır krizler geçirmiş, 1963’te de kapanmıştı). Park edilmiş Harley’ler, fabrikanın bir motosiklet çetesinin eline geçtiğini işaret eder gibiydi. Harley’lerin haşin görünümlü, saçı sakalı birbirine karışmış, göbekli, deri ceketli, dişlerinin yarısı dökük, küpeli sahipleri bu sanıyı kuvvetlendiriyordu. Çoğu sanı gibi bu da, içinde sıkıntılı yarı bir gerçeği barındırıyordu.


Kuşkulu yerel halkın Yıldırım Beşli adını verdiği, nehir boyundaki evlere yerleşen Nailhouse Row’un bu yeni sakinlerini belli bir sınıfa sokmak güçtü. Kasar banın biraz dışında, Mississippi’nin bir blok doğusundaki Kingsland Bira Fabrikası’nda kalifiye elemanlar olarak çalışıyorlardı. Sağımıza baktığımızda üzerlerinde renkli dev Kingsland etiketleriyle “dünyanın en büyük bira kutuları”nı depoladıkları tankları görebiliyorduk. Nailhouse Row’da oturan adamlar birbirleriyle, biri hariç hepsi İngiliz dili veya felsefe öğrenimi gördüğü Illinois Üniversitesi’nin Urbana-Champaign Yerleşke’sinde tanışmışlardı (Diğeri Illinois Üniversitesi Hastanesi’nde cerrahi bölümündeydi). Çizgi filmleri anımsatan Yıldırım Beşli ismi, onlara ironik bir haz veriyordu. Onlarsa kendilerine “Hegelci Serseriler” diyorlardı. İlginç birtakım oluşturan bu beyefendileri sonra daha yakından tanıyacağız. Yolumuza devam ederken birkaç evin duvarına, sokak lambalarına ve bir iki terk edilmiş binaya asılmış, el yazması posterleri fark ettik. Üzerlerinde şöyle yazıyordu: BALIKÇI, KAHROLASI TANRI’NA DUA ET Kİ, SENİ ÖNCE BİZ YAKALAMAYALIM! AMY’Yİ UNUTMA! Nailhouse Row’un üst tarafında dik bir yokuş oluşturan, Chase Caddesi’nin iki yanında sis rengi boyasız cepheleriyle, her an buharlaşıp yok olacakmış gibi görünen ruhsuz, yıpranmış binalar yer alıyordu. Bunların arasında devamlı birkaç fakir müşterisiyle eski Nelson Oteli, köhne bir taverna, vitrininde Red Wing iş botları yazan tozlarla kaplı bir dükkân vardı. Binalar sanki batıdaki karanlık araziden kopup hayata dönmeye çalışmış ama başaramamışlardı, içlerinde can yoktu. Aslında, olay tam olarak da buydu. Mississippi Nehri 1965 yılında taşmış, demiryoluyla, Nailhouse Row sular altında kalmıştı. Chase Caddesi’ne dek yükselen sel suları Nelson Oteli’yle caddenin karşısındaki iki binanın kül rengi duvarlarında yerden yarım metre yükseklikte kahverengi yatay bir iz bırakmıştı. Chase Caddesi, sel seviyesini geçtiği bölümde düzleşip genişliyor ve altımızdaki French Landing kasabasının ana caddesine dönüşüyordu.

Bu kez caddenin iki yanında, hayaletimsi değil, içlerinde hayat barındırdığı belli olan binalar yükseliyordu: Agincourt Tiyatrosu, Taproom Bar & Izgara, First Farmer Eyalet Bankası, Samuel Stutz Fotoğraf Stüdyosu (mezuniyet, düğün fotoğrafları ve çocuk portreleri sayesinde iyi bir geliri vardı), Benton’s Rexall Eczanesi, Reliable Kuru Temizleme, Saturday Night Video, Regal Giyim; elektronik malzemeler, gazete, tebrik kartları, oyuncaklar ve Brewers, Twins, Packers, Vikings, Wisconsin Üniversitesi logolu spor kıyafetler satan Schmitt’in Binbir Çeşit Mağazası vardı. Birkaç blok sonra caddenin ismi Lyall Yolu olarak değişiyordu. Burada binalar ayrılarak küçülüyor, üzerlerinde seyahat acenteleri ya da sigorta şirketlerinin tabelaları bulunan tek katlı ahşap yapılar haline geliyordu. Daha sonra, cadde bir otoyola dönüşüyor 7-Eleven ve Goltz adında çiftlik araçları satan Reinhold T. Grauerhammer binasını geçerek doğuya, tarlalarla kaplı uçsuz bucaksız araziye doğru uzanıyordu. Tertemiz havada bir otuz metre daha yükselip altımızda ve önümüzde beliren manzaraya baktık. Belirginleşen yeryüzü şekilleri, çam kaplı tepeler, verimli topraklara sahip vadiler, kıvrılarak ilerleyen nehirler, kilometrelerce uzanan ucu ucuna eklenmiş tarlalar, küçük kasabalar, -biri de 35 ve 93 numaralı iki dar karayolunun kesiştiği bölgeye serpiştirilmiş binalardan oluşan Centralia idi-gözler önüne serilmişti. Tam altımızda French Landing, gece yarısı boşaltılmış gibi görünüyordu. Chase Caddesi’nin kaldırımları bomboştu. Ne yürüyen, ne de dükkânının kapısını açmak için elinde anahtarla, eğilmiş biri görünüyordu. Birkaç saate kadar arabaların, kamyonetlerin birer ikişer belirip dolduracağı park yerlerinde in cin top oynuyordu. Çevredeki yollar üzerindeki ticari binalar ve gösterişsiz evlerin pencerelerinden hiç ışık sızmıyordu. Chase’in kuzeyinde, bir blok yukarıdaki Sumner Caddesi üzerinde yan yana iki katlı dört tuğla bina vardı. Batıdan doğuya doğru sırasıyla bunlar, French Landing Halk Kütüphanesi; Pratisyen Doktor Patrick J. Skarda’nın muayenehanesi ile kurucuların iki oğlu, Garland Bell ve Julius Holland tarafından yönetilen Bell & Holland Hukuk Firması’nın olduğu bina; şimdi merkezi St.

Louis’de bulunan büyük bir cenaze imparatorluğunun sahip olduğu Heartfield & Oğlu Cenaze Evi ve French Landing Postanesi’ydi. Sumner Caddesi ve Üçüncü Cadde’nin birleştiği köşede, diğerlerinden biraz uzakta, geniş park yeriyle yine iki katlı ama diğerlerinden daha uzun, tuğla bir bina vardı. İkinci katın arka tarafa bakan pencerelerinde boyasız demir parmaklıklar takılmıştı. Park yerindeki dört araçtan ikisi, yanlarında FLPT yazıları ve tepelerindeki klasik yanıp sönen ışıklarla French Landing Polis Teşkilatı’na ait devriye arabalarıydı. Demir parmaklıklı pencereler ve devriye arabaları o çevreyle uyum sağlamıyordu. Böyle bir yerde ne tür bir suç işlenebilirdi ki? Kesinlikle ciddi bir şey olamazdı; küçük çapta bir hırsızlık, sarhoş bir şoförün yol açtığı ufak bir kaza ya da ender olarak barda çıkan bir kavgadan fazlası değildi mutlaka. Huzurlu, düzenli küçük kasaba hayatının kanıtıymışçasına yan tarafında LA RIVIERE HERALD yazılı kırmızı bir minibüs, Üçüncü Cadde’den aşağı yavaşça ilerlerken, gri posta kutularına rulo yapılıp mavi plastiğe sarılmış günlük gazeteleri bırakıyordu. Minibüs, binaların posta kutularının olmadığı Sumner’a döndüğünde görevli, plastik paketleri kapılara doğru fırlatmaya başladı. Gazeteler karakolun, cenaze evinin ve muayenehanenin kapılarına çarparak yere düştü. Postane gazete almıyordu. Şu işe bakın ki karakolun caddeye bakan pencerelerinde ışık vardı. Kapı açıldı. Üzerinde açık mavi, kısa kollu bir üniforma, lacivert pantolon, belinde Sam Browne kemeri olan uzun boylu, esmer, genç bir memur dışarı çıktı. Sabah güneşi, Bobby Dulac’ın geniş kemeri ve göğsündeki polis rozeti üzerinde parladı. 9 milimetrelik tabancası dâhil, üzerindeki her şey, Bobby Dulac’ın kendisi gibi gıcır gıcır görünüyordu.

Minibüsün İkinci Cadde’ye dönüşünü izleyip kaşlarını çatarak yerdeki gazeteye baktı. Pırıl pırıl parlayan boyalı siyah ayakkabısının ucuyla gazeteyi şöyle bir dürttü ve hafifçe eğilerek plastiğin üzerinden manşeti okumaya çalıştı. Bu tekniğin işe yaramadığını gördü. Kaşları hâlâ çatık olan Bobby eğildi ve bir anne kedinin yavrusunu tuttuğu özenle yerden gazeteyi aldı. Dikkatli gözlerle Sumner Caddesi’ne şöyle bir göz gezdirdikten sonra içeri döndü. Biz de Memur Dulac’ın ardından içeri girdik. Üzerinde yazı olmayan düz bir kapı ve bir bülten tahtasının önünden geçtik. Gri bir koridorda ilerledik ve metal merdivenlere vardık. Aşağıya doğru inen basamaklar küçük soyunma odasına, duşlara ve poligona; yukarı çıkan basamaklar ise sorgu odasına ve onun karşısındaki, o sıra boş olan iki hücreye çıkıyordu. Çok yakında bir yerde çalan radyonun sesi, huzur dolu sabah için biraz fazla yüksekti. Peşi sıra ilerlediğimiz Bobby Dulac yazısız kapıyı açıp, az önce çıkmış olduğu odaya girdi. Hemen sağımızda dosyaların saklandığı klasik dolaplar vardı. Onların arkasında, üzerinde düzenli kâğıt yığınları ve kulak tırmalayıcı gürültünün kaynağı, transistorlu radyo bulunan yıpranmış, ahşap bir masa göze çarpıyordu. Coulee Bölgesi’nin Konuşan Sesi, eğlenceli kaçık George Rathburn, yakınlardaki KDCU-AM stüdyolarından sevilen sabah programı Kafa Şişiren Yaylım Ateşi’nin yayınına başlamıştı. Bizim sevgili George’un sesi, radyoyu ne kadar kısarsanız kısın yüksek çıkardı; adam bir gürültü kaynağıydı ve çekiciliğinin bir sebebi de buydu.

Tam karşımızdaki duvarın ortasında, koyu renk buzlu camın üzerinde DALE GILBERTSON, POLİS ŞEFİ yazan bir kapı görülüyordu. Dale’in gelmesine daha yaklaşık yarım saat vardı. Solumuzdaki köşede iki metal masa, birbirlerine dik açı yapacak şekilde yerleştirilmişti ve bize doğru duran masada hemen hemen meslektaşının yaşlarında ama görünüşte onun kadar bıçkın olmayan, kumral Tom Lund oturuyor, Bobby Dulac’ın sağ elinin iki parmağıyla tuttuğu plastik kaplı gazeteye bakıyordu. “Pekâlâ,” dedi Lund. “İşte son baskı.” “Yıldırım Beşli’nin nezaket ziyaretine mi geldiğini sanmıştın? Al. Lanet şeyi okumak istemiyorum.” Bobby gazeteye bakmadan çevik bir bilek hareketiyle ona fırlattı ve Tom Lund yakalamadan hemen önce uzun bir adımla masaya vardı. Duvardaki uzun karatahtaya karalanınış iki isme ve altlarındaki bilgilere baktı. Bobby Dulac hiç mutlu değildi; öfkesinin şiddetiyle patlayacakmış gibi görünüyordu. Diğer yandan KDCU stüdyosundaki şişman ve mesut George Rathburn bağırıyordu. “Hey, hattın diğer ucundaki dinleyici, bu kadar da olmaz ki! Gözlerini bir muayene ettir, aynı maçtan mı bahsediyoruz? Hey…” “Belki Wendell’ın aklı biraz başına gelmiştir ve konuyu bırakmıştır.” “Wendell,” dedi Bobby. Arkası hâlâ dönük olduğundan Tom onun dudaklarının aldığı küçümseyici şekli görmemişti. “Telefondaki dostum, sana bir soru soracağım ama dürüstçe cevap vermeni istiyorum.

Dün akşamki maçı gerçekten izledin mi?” “Wendell ile iyi dost olduğunuzu bilmiyordum,” dedi Bobby. “Hatta kasabadan La Riviere’e gidecek kadar uzaklaştığını bile bilmiyordum. Senin için muhteşem bir gecenin, dışarda bira içmek ve bovlingde yüz puanı geçmekten ibaret olduğunu sanırken bir de bakıyorum ki beyimiz başka kasabalardaki gazete muhabirleriyle takılıyormuş. Muhtemelen KWLA’deki Wisconsin Faresi’ni de tanıyorsundur öyleyse. Bu sayede çok kız tavlıyor musun?” Hattaki dinleyici, maçın ilk bölümünü çocuğunu Mount Hebron’daki özel bir danışma seansından almak zorunda olduğu için kaçırdığını ama ikinci yarının tamamını izlediğini söyledi. “Wendell Green’le arkadaş olduğumuzu mu söyledim?” diye sordu Tom Lund. Bobby’nin sol omzu üzerinden tahtadaki isimleri görebiliyordu. Bakışları çaresizce orada odaklandı. “Onunla sadece Kinderling vakasından sonra karşılaştım ve bana pek de kötü biri gibi görünmedi. Aslında ondan hoşlandım sayılır. Hatta bir anlamda ona acıdım. Hollywood ile bir röportaj yapmak istemişti ama Hollywood suratına bile bakmadan onu reddetti.” Maçın uzatma bölümlerini izlediğini söyledi talihsiz dinleyici. Bu nedenle Pokey Reese’in sağ salim olduğunu biliyordu. “Wisconsin Faresi’ne gelince, onu görsem bile tanımam.

Ayrıca müzik, diye çaldığı o süprüntüler hayatımda duyduğum en kötü şarkılar. O sıska korkuluğa nasıl oluyor da radyoda program yaptırıyorlar? Hem de üniversite kanalında. Bu sana harika Wisconsin Üniversite’miz hakkında ne düşündürüyor Bobby? İçinde yaşadığımız toplum hakkında nasıl bir fikir veriyor? Ah pardon unuttum, sen o saçmalığı seviyordun.” “Hayır, ben 311 ve Korn severim. Konu hakkında en ufacık bilgin yok. Jonathan Davis ve Dee Dee Ramone arasındaki farkı bile söyleyemezsin. Neyse, geçelim bunu, tamam mı?” Bobby Dulac yavaşça döndü ve ortağına gülümsedi. “Zaman kazanmaya çalışma,” dedi ve pis pis sırıttı. “Ben mi zaman kazanmaya çalışıyorum?” Tom Lund abartılı bir masumiyet ifadesiyle gözlerini iri iri açtı. “Tanrım, gazeteyi odanın diğer ucuna fırlatan ben miydim yoksa? Hayır, sanırım değildim.” “Wisconsin Faresi’ni tanımıyorsan nasıl biri olduğunu nereden biliyorsun?” “Acayip bir saç rengi olduğunu ve burnuna hızma taktığını nereden biliyorsam oradan. Güneşli havada, yağmurda, çamurda her zaman eski/siyah bir deri ceket giydiğini de biliyorum.” Bobby sessizce bekledi. “Çünkü bunu adamın sesinden anladım. İnsanların sesleri onlar hakkında birçok bilgi verir.

Bugün hava güzel olacağa benziyor, diyen biri aslında sana tüm hayat hikâyesini anlatmış olabilir. Fare Çocuk hakkında bir şey daha söyleyeyim mi? Dişçiye en son altı yedi yıl önce gitmiş. Dişleri berbat görünüyor.” Peninsula Yolu üzerindeki bira fabrikasının hemen yanındaki çirkin, beton binadan yayılan George Rathburn’un tutkulu ve gür sesi, yüz kilometrekarelik alanda kahvaltı eden çiftleri birbirine gülümsetiyor, yoldan gelip geçen kamyon şoförlerine de kahkahalar attırıyordu. Tom Lund ve Bobby Dulac da mesleğe adım atmadan önce Dale Gilbertson’un karakola bağışladığı radyodan George’un programını dinliyorlardı. “Hey hattaki dinleyici ve en son arayan dinleyici sen de bu söyleyeceklerime dâhilsin, her birinizi gerçekten çok seviyorum ve bunu söylerken çok dürüst olduğumu bilmenizi isterim. Sizi annemin şalgam bahçesini sevdiği kadar seviyorum ama bazen beni DELİ EDİYORSUNUZ! Ah, Tanrım. On birinci bölümde iki dışarı! Altı yedi Redler! İkinci ve üçüncü kalede adamlar. Reese vurucunun topunu üçüncü kalede yakalıyor ve düzgün bir atış, temiz sayı! KÖR BİR ADAM BİLE BUNU GÖREBİLİRDİ!” “Hey, ben de radyoda dinlerken sayı olduğunu düşünmüştüm,” dedi Tom Lund. İki adam da geciktirmeye çalışıyor, oyalanıyorlardı ve bunun farkındaydılar. “Aslında,” diye bağırdı Coulee Bölgesi’nin şüphesiz en popüler sesi. “Baylar ve bayanlar bir öneride bulunmak istiyorum, ne dersiniz? Miller Park’taki, hatta Ulusal Lig’deki bütün hakemlerin yerine KÖRLERİ koyalım! Yüzde altmış, yetmiş doğru karar vereceklerine garanti ederim. BU İŞİ ALTINDAN KALKABİLECEKLERE BIRAKIN, YANİ KÖRLERE!” Tom Lund’ın yüzündeki ağırbaşlı ifade yerini neşeli bir gülücüğe bıraktı. Bu George Rathburn denen adam işini iyi biliyordu doğrusu. “Haydi,” dedi Bobby.

Lund sırıtarak gazeteyi plastik paketinden sıyırdı ve masanın üzerine yaydı. Bakışları önüne kaydığında gülümsemesi yok oldu ve yüz ifadesi katılaştı. “Ah, olamaz. Lanet olsun.” “Ne?” Lund inleyerek başını iki yana salladı. “Tanrım, bilmek istediğimi sanmıyorum,” dedi Bobby. Ellerini ceplerine soktu, sonra sırtını dikleştirdi ve sağ elini cebinden çıkarıp gözlerini kapattı. “Ben kör bir adamım, tamam mı? Beni hakem yapın… artık polis olmak istemiyorum.” Lund hiçbir şey söylemedi. “Manşet mi? Pankart gibi manşet mi? Ne kadar kötü?” Bobby elini gözlerinden çekerek havada tuttu. “Şey,” dedi Lund. “Görünüşe bakılırsa Wendell’ın aklı başına gelmemiş ve olayın peşini bırakmaya da hiç mi hiç niyeti yok. O bok heriften hoşlandığımı söylediğime inanamıyorum.” “Aç artık gözlerini. Daha önce sana gazetecilerle kanun adamlarının yolun iki ayrı tarafında olduğunu söyleyen çıkmadı mı?” Tom Lund’ın geniş gövdesi masaya doğru eğildi.

Kalın, yatay bir çizgi yara iziymişçesine alnında belirdi ve yanakları kızardı. Parmağını Bobby’ye doğru salladı. “Bu tavrın beni çileden çıkarıyor, Bobby. Ne kadar süredir buradasın? Beş ay mı? Altı mı? Dale beni dört yıl önce işe aldı ve Hollywood ile birlikte Thornberg Kinderling’i enselediklerinde ki bu kasabanın son otuz yılda tanık olduğu en büyük olaydır. Belki çok etkin bir rolüm olmadı ama en azından bulmacanın parçalarının bir araya getirilmesine yardım ettim.” ‘Tek bir parçanın.” “Dale’a Taproom’daki barmen kızı hatırlattım. O da bunu Hollywood’a söyledi, Hollywood da kızla konuştu. Bu, bulmacanın büyük bir parçasıydı. Adamı yakalamasına yardım etti. Onun için, benimle bu tarzda konuşma.” Bobby Dulac yüzüne bir pişmanlık ifadesi oturttu. “Affedersin, Tom. Sanırım bu son gelişmeler dengemi bozdu, haddimi aştım.” Aslında aklından geçenler şöyleydi: Benden birkaç yıl kıdemliysen ve Dale’a bir olayda önemsiz bir ipucu vermişsen ne olmuş? Ben senin olup olabileceğinden çok daha iyi bir polisim.

Dün gece çok kahramanca mı davrandın sanki? Önceki gece saat 23.15’te, Armand “Beezer” St. Pierre ve Yıldırım Beşli’yi oluşturan diğer dostları, motosikletlerine atlayıp Nailhouse Row’dan çıkıp karakolu basmışlar ve on sekiz saattir nöbette olan üç memurdan çok hassas oldukları konudaki gelişmeleri ve tüm ayrıntıları öğrenmek istemişlerdi. Neler dönüyordu? Üçüncü çocuk, Irma Freneau hakkında haber var mıydı? Onu bulmuşlar mıydı? Bu palyaçoların elinde bir bilgi var mıydı? Yardıma ihtiyacınız varsa bize yetki verin, diye gürlemişti Beezer. Verin ve size yardım edelim, kahretsin! Mouse, adındaki iri göbekli dev, Bobby Dulac’ın üzerine yürümüş, onu bir bira ve marihuana bulutu altında dosya dolabının arasında sıkıştırıp gizemli bir şekilde Jacques Derrida’yı okuyup okumadığını sormuştu. Bobby ona bu ismi hiç duymadığını söylediğinde, “Bir işe yaramazsın, Sherlock,” demiş ve geri çekilerek karatahtadaki isimlere ters ters bakmıştı. Yarım saat sonra Beezer, Mouse ve dostları tatmin olmamış, yetki verilmemiş ama sakinleşmiş olarak ayrılmışlar, Dale Gilbertson da biraz uykuya ihtiyacı olduğunu ve Tom’a nöbette kalmasını söyleyerek evine gitmişti. O gece nöbette olması gereken iki adam mazeret göstererek gelmemişlerdi. Bobby de Tom ile kalacağını söylemişti. Bu iki adamı sabahın bu erken saatinde karakolda bulmamızın sebebi de buydu. “Ver onu bana,” dedi Bobby Dulac. Lund gazeteyi manşeti görülecek şekilde çevirerek ona uzattı. BALIKÇI HÂLÂ FRENCH LANDING’DE İŞ BAŞINDA, diyordu başlık. Hemen altında üç sütunu kaplayan bir yazı vardı. Yazı, açık mavi bir zemin üzerine basılmıştı ve sayfanın diğer bölümünden siyah bir çerçeveyle ayrılıyordu.

Manşetin altında ayrı bir başlık vardı. Polis, Psikopat Katilin Kimliğini Hâlâ Ortaya Çıkaramadı. Yazan, Wendell Green. “Balıkçı,” dedi Bobby. “Başından beri arkadaşın Wendell’ın kaleminden başka bir şey çıkmıyor. Balıkçı, Balıkçı, Balıkçı. Bir anda dev bir gorile dönüşsem ve gökdelenlere tırmanmaya başlasam bana da King Kong mu diyecek?” Lund başını eğip gülümsedi. “Pekâlâ,” dedi Bobby. “Kötü bir örnekti. Peki, söylesene, birkaç banka soysam bana John Dillinger der miydin?” “Şey,” dedi Tom pişmiş kelle gibi sırıtarak. “Söylenene göre Dillinger’ın aleti öyle büyükmüş ki onu bir kavanoza koyup Smithsonian Müzesi’ne…” “Bana ilk cümleyi oku,” dedi Bobby. Tom gazeteyi okumaya başladı: “‘French Landing Polisi, bu gazetecinin Balıkçı ismini verdiği iki cinayet işlemiş şeytani seks suçlusunun kimliğine dair hâlâ hiçbir ipucu bulamazken korku, umutsuzluk ve şüphe, küçük kasabada giderek artıyor ve dokunduğu her yeri karanlık bir dehşet perdesi altında bırakarak yayılıyor.’“ ‘Tam da ihtiyaç duyduğumuz şey,” dedi Bobby. “Tanrım!” Odayı bir adımda geçerek Tom’un omzunun üzerinden Herald’ı okumaya başladı. Bir eli, hemen o anda gazeteyi delik deşik etmek istiyormuşçasına tabancasının kabzasındaydı.

‘“Geleneklerimize olan güven ve iyi komşuluk, çekinmeksizin cömertçe herkese gösterdiğimiz sıcaklık, bu sarsıcı duyguların saldırısına uğrayıp günden güne azalıyor, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor [diye yazıyor Wendell Green, olayı iyice dramatize ederek]. Korku, umutsuzluk ve şüphe, küçük büyük her toplumun ruhunu zehirler ve medeniyetle alay edercesine komşuları birbirlerine düşürür. “‘İki çocuk hunharca katledildi ve bedenlerinin bir kısmı yendi. Şimdi üçüncü bir çocuk kayıp. Sekiz yaşındaki Amy St. Pierre ve yedi yaşındaki Johnny Irkenham, insan kılığındaki bu canavarın çaresiz kurbanları oldular. Ne ergenliğin mutluluğunu, ne de yetişkinliğin doygunluğunu yaşayabilecekler. Kederli anne babalarının coşkuyla bağırlarına basacakları torunları olamayacak. Bölgedeki tüm aileler, Amy ve Johnny’nin arkadaşlarının aileleri gibi çocuklarını evlerinin güvenliği içinde korumaya çalışıyorlar. Sonuç olarak French Kasabası’nda bu yaz çocuklar için düzenlenen tüm etkinlikler iptal edildi. “‘Irma Freneau’nun Amy St. Pierre’in ölümünden on, Johnny Irkenham’ın ölümündense sadece üç gün sonra kaybolması, halkın sabrının tehlikeli bir şekilde azalmasına yol açtı. Size daha önce iletildiği gibi, elli iki yaşında, hâlihazırda boşta gezen, belirli bir ikâmet adresi olmayan bir çiftlik işçisi, Merlin Graasheimer salı gecesi geç saatlerde Grainger Caddesi üzerinde kimliği belirlenemeyen bir grup adam tarafından dövülmüş olarak bulundu. Benzer bir olay perşembe sabahı erken saatlerde La Riviere Leif Eriksson Parkı’nda yaşandı. Elvar Praetorious adında, otuz altı yaşında yalnız seyahat eden İsveçli bir turist, parkta uyurken, yine kimliği belirlenemeyen üç adamın saldırısına uğradı.

Graasheimer ve Praetorious sadece ayakta tedavi gördüler ama ileride meydana gelecek benzer olayların daha ciddi sonuçlar doğuracağına kuşku yok.” Tom Lund, Irma Freneau adlı kızın Chase Caddesi’nde aniden kayboluşunu anlatan bir sonraki paragrafa şöyle bir baktı ve masadan uzaklaşıp arkasına yaslandı. Bobby Dulac sessizce bir süre daha okuduktan sonra, “Şu saçmalığı duymalısın, Tom,” dedi. “Yazıyı şöyle bitirmiş: “Balıkçı tekrar ne zaman harekete geçecek?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir