Stephen King – Kuşku Mevsimi

independence gemisinden denizi boylayan Harry Truman’ı yakalayıp yukarı çektik. «Savaştan n’aber?» dedik. «Kurtulduk beladan,» dedi. «Peki, bombadan n’aber? Bu işi yaptığınıza üzülüyor musunuz?» dedik. «şu içki şişesini bana uzatın ve… başkasının işine burnunuzu sokmayın!» — THE RAiNMAKERS ^ Anderson’un Ayağına Takılan… «Bir çivi uğruna bir krallık gitti!» O ünlü tekerlemeyi böyle özetleyebilirdiniz. Eninde sonunda her şeyi bunun gibi özetlemek mümkündü. Ya da Roberta Anderson sonradan böyle düşünecekti. Her şey ya bir rastlantıydı… ya da kader. Ve Anderson 21 Haziran 1988’de, Maine eyaletinde, küçük Haven kentinde kaderiyle karşılaştı. Önemli olan bu rastlantıydı. Her şeyin temeli. Gerisiyse sadece tarihti. Roberta Anderson o gün öğleden sonra köpeği Peter’le dolaşmaya çıktı. Küçük bir av köpeği olan Peter yaşlıydı ve bir gözü de kördü. Peter’i kadına jim Gardener vermişti.


1976’da. Anderson mezun olmasına iki ay kala üniversiteden ayrılmış ve Haven’e, ona dayısından kalan çiftliğe yerleşmişti. Jim köpeği getirinceye kadar da ne denli yalnız olduğunu farketmemişti. Peter o sırada küçücük bir yavruydu. Anderson bazen köpeğin yaşlanmış olduğuna inanamıyördu. Geçen süre köpekler için seksen dört yıla eşitti. Böylece kendi yaşını da hesaplamış oluyordu. Bin dokuz yüz yetmiş altı gerilerde kalmıştı artık. Ah, evet, gerçekten. insan yirmi beş yaşındayken hiç olmazsa kendisi bakımından olgunlaşmanın bir kayıt hatası olduğuna inanıyordu. Sonunda düzeltilecek bir hata olduğuna. Bir sabah uyandığınız ve köpeğinizin seksen dört, kendinizin de otuz yedi yaşında olduğunu keşfettiğiniz zaman bu görüş açısının da yeniden incelenmesi gerekiyordu. Ah, evet, .gerçekten! Anderson odun kesmek için yer arıyordu. Evde bir buçuk çeki odunu vardı.

Ama kışı geçirebilmek için daha en az dört çekiye gerek olduğunu biliyordu. Peter’in terlikleri kemirerek dişlerini bilediği ve sık sık yemek odasındaki halıyı ıslattığı günlerden beri çok odun kesmişti Roberta iRobbi) Anderson. Ama yakacak hâlâ boldu. Aradan on üç yıl geçmiş olmasına rağmen kentlilerin hâlâ «Yaşlı Garrick’in Yeri» diye söz ettikleri topraklar bir hayli büyüktü. Ve gerilerde sık ağaçlardan oluşan bir orman uzanıyordu. Bunun dört buçuk kilometre genişliğindeki bölümü Anderson’undu. Gerisi ise Nev\r England Kâğıt şirketinin. Haritada bu ağaçlıklı yer «Yanan Orman» diye belirtiliyordu. Aslında Anderson’un odun kesmek için uygun bir yer aramasına gerek yoktu. Annesinin ağabeysinden kalan bu topraklar değerliydi. Çünkü arazideki ağaçların çoğu güvelerden zarar görmeyen sert tahtalı türlerdendi. Ama bugün hava güzel ve sıcaktı. Yağmurlu geçen bahar aylarından sonra insanın hoşuna gidiyordu. Anderson’un yeni kitabına başlamasına da daha zaman vardı. O yüzden yazı makinesini kapatmış ve sadık tek gözlü Peter’le dolaşmaya çıkmıştı.

Çiftliğin gerisinde eskiden kerestecilerin kullandıkları bir yol vardı. Bir buçuk kilometre kadar bu yolda ilerledi, sonra da sola saptı. Sırtındaki çantada bir sandviç ve bir kitap, Pe-ter için de köpek bisküvisi ve turuncu kurdeleler vardı. Bunları Ekim yaklaşırken havalar serinlediği zaman keseceği ağaçların gövdelerine bağlayacaktı. Yanına bir termos da almıştı. Bir de pusula. Bir keresinde kaybolmuş ve ormanda korkunç bir gece geçirmişti. Bu bir tek deneyim onun için yeterli olmuştu. Anderson saat üçte uygun birkaç isfendan ağacı buldu. Bunlar iyi bildiği bir patikaya yakındı. Yol traktörün geçebileceği genişlikteydi. Anderson yirmi, yirmi bir Eylülde kızağını traktöre bağlayarak buraya gelecek ve odun kesecekti. Tabii o arada biri dünyayı havaya uçurmazsa. Ayrıca o gün yeterince yürümüş olduğunu da düşünüyordu. • Beğendin mi, Pete?» Köpek hafifçe havladı.

Anderson ona kendisini şaşırtan ve sarsan derin bir kederle baktı. Peter tükenmişti artık. Son zamanlarda kuşların ve sincapların peşinden koşmuyordu bile. Bir geyiği kovalaması fikri bile gülünçtü. şimdi geri dönerlerken Peter’in dinlenmesi için sık sık durmak zorunda kalacaktı… Oysa bir zamanlar Peter üç yüz metre kadar önden gider ve ağaçların arasında havlar dururdu. Anderson, bu kadarı yeter, diye düşüneceği bir günün gelebileceğinin farkındaydı. Peter’i son kez yanına oturtarak onu kamyonetle Augusta’daki veterinere götürecekti. Köpeği uyutması için. Ama bu yaz olmasın, Tanrım! Yalvarırım! Ya da bu sonbahar ve kış! Hiçbir zaman olmasın! Yalvarırım. Tanrım! Çünkü Peter’siz çok yalnız kalacaktı. Sadece Jim’le yetin- — m mek zorunda kalacak’tı o zaman. Ve Jim Gardener son sekiz yılda biraz huysuzlaşımşU: Yine dosttular ama… Jim aksileşmiş, kaçıklaşmıştı da. «Beğendiğine sevindim, Peter, dostum,» diyerek ağaçların gövdelerine kurdeleleri sardı. Aslında başka ağaçlan seçmesi ihtimali olduğunu ve kurdelelerin de orada çürüyeceklerini biliyordu. «Zevkinden üstün sadece bir tek özelliğin var.

O da gü- * zelliğin.» Kendisinden ne beklenildiğini bilen Peter sıska ve güdük kuyruğunu sallayarak havladı. Yaşlıydı ama aptal değildi ne de olsa. «Haydi, dönelim artık.» Peter beyaz burnunu kaldırdı. An-derson hayvana bir köpek bisküvisi attı. Peter bunu dişleriyle yakalamaya çalıştı ama başaramadı. Sonra bisküviyi yerden alarak ağır ağır yedi. Ama isteksizce. Anderson, «Tamam,» dedi. «Gidelim.» «Bir nal uğruna bir ki allık gitti…» «Bir patikanın seçilmesi yüzünden uzay gemisi bulundu…» Anderson çiftlik ona kalmadan önce de buraya çok gelmişti. Traktörün geçebileceği bu yolu tekrar bulmakta hiç zorluk çekmeyecekti. Biraz sonra ayağının takılacağı o yerin yakınından daha önce de geçmişti. Bir iki kez ya da altı kere.

Anderson bu kez hafifçe sola doğru giden köpeği izledi. Eski yürüyüş botlarından biri bir şeye çarptı… Hem de şiddetle. «Ah!» diye bağırdı ama çok geç kalmıştı. Kollarını sallayarak dengesini korumaya çalışmasına rağmen yere yuvarlandı. Butur bir ağacın dalı yüzünü çizerek kanattı. Anderson haykırdı. «Kahretsin!» Bir alakarga onu azarlarcasına öttü. Peter geri döndü. Kadının burnunu önce kokladı, sonra da yaladı. «Tanrım! Yapma bunu! Nefesin kokuyor!» Anderson doğrulup oturdu. Neye takıldığını anlamak için dönüp baktı. Herhalde devrilmiş bir ağaca takılmıştı ayağı. Ya- da ucu yerden çıkmış bir kayaya. Maine’de kayadan bol bir şey yoktu. Ama takıldığı şeyin ışıldadığım gördü.

Bir maden gibi. Parmağını ona sürdü. Sonra da eline bulaşan kara orman toprağını üfleyerek uçurdu Peter’e, «Bu da nesi?» diye sordu. Köpek yaklaşarak madeni kokladı, sonra da pek garip bir şey yaptı. iki adım geriledi, yere oturdu ve alçak sesle bir kez. uludu. Anderson, «Nen var senin?» dedi ama Peter şimdi hiç kımıldamadan oturuyordu. Anderson blucinin sardığı kabaetlerinirı üzerinde kayarak madene yaklaştı inceledi. Humuslux topraktan yedi, sekiz santim kadar çıkmıştı. insanın ayağının takılacağı kadar. Burada hafif bir yokuş vardı. Belki de şiddetli bahar yağmurları toprakları sürüklemiş ve bu madenin ucu da ortaya çıkmıştı. Anderson önce eskiden ormanda çalışan kerestecilerin oraya bazı eski eşyalarını gömmüş olduklarım düşündü. Bir teneke kutu… Konserve kutusu… Bu tür kutuları topraktan çıkarmak için yaptıkları gibi madeni parçanın ucunu tutarak hafifçe sarstı. Ama sonra kendi kendine, yeni yürümeye başlayan bir bebek dışında kimse bir teneke kutunun kenarına takılıp düşmez, dedi.

Topraktaki maden hiç kımıldamamışız bile. Bir kaya gibiydi. Kerestecilerin eski aletlerinden, biri olabilirdi. Meraklanan kadın madeni daha yakından inceledi. Peter’in, ayağa kalkarak dört adım gerilediğinin ve tekrar oturduğunun farkında değildi. Maden donuk griydi- Teneke ya da demir gibi parlak değildi. Ve bir konserve tenekesinin kapağından daha da kalındı. En. ucu altı, yedi milimetre kadardı. Anderson sağ işaret parmağını bu uca dayadı ve bir an garip bir karıncalanma hissetti. Sanki maden titreşiyormuş gibi. Elini çekerek şaşkın şaşkın parmağına baktı. Tekrar madene dayadı. Ama hiçbir şey olmadı. Titreşim filan da hissetmedi.

Madeni iki parmağıyla yakalayarak topraktan çekip çıkarmaya çalıştı. Sallanan bir dişi çekmeye çalışıyormuş gibi. Ama maden yerinden kımıldamadı. iki yanı toprağa gömülmüş maden parçasını ortasındaki çıkıntıdan tutuyordu. Bu kısımda eni sadece beş santim kadarmış gibi gözüküyordu. Anderson daha, sonra Jim Gardner’e, «Yıllar boyunca günde belki üç kez onun yanından geçtim,» diyecekti. «Ama hiç ayağım takılmadı.» Madenin etrafındaki gevşek toprakları süpürdü. Parça biraz: daha ortaya çıktı. Parmaklarıyla çevresinde beş santim derinliginde bir çukur kazdı. Toprak yumuşaktı. Bütün orman” toprakları, gibi. Tabii alttaki kayalara erişildiğinde durum değişiyordu. Maden parçası hâlâ gömülüydü. Dizüstü kalkarak iki yanını tekrar kazdı.

Parçayı sarsmaya çalıştı ama bu yine yerinden kımıldamadı. Anderson toprağı parmaklarıyla kazmayı sürdürdü. Gri maden şimdi on beş santim enindeydi. şimdi… yirmi beş santim. şimdi otuz. Birdenbire, bu bir araba ya da bir kızak, diye düşündü. Bu ıssız yere gömülmüş. Ya da bir tür soba. Ama neden burada? Aklına hiçbir neden .gelmiyordu. Hiçbir neden. Zaman zaman ormanda bazı şeyler.buluyordu… mermi kovanları, bira tenekeleri, çikolata kâğıtları ve başka şeyler. Haven, Maine eyaletinin iki önemli turistik merkezlerinden biri değildi. Madeni cismin iki yanında kazdığı çukurun derinliği otuz santimi geçmiş, ama dibi hâlâ gözükmemişti.

Çukurun dibinde kaya vardı. Belki bunu çıkarmayı başarabilirdi. Hiç olmazsa kaya yerinde oynuyordu. Ama çıkarması için de bir neden yoktu. Madeni cisim kayanın yanından daha aşağılara kadar uzanıyordu. Peter inledi. Anderson köpeğine bir göz attı, sonra ayağa kalktı. iki dizi de çatırdadı. Sol ayağı uyuşmuş, karıncalanıyordu. Cebinden Frank Dayısından kalan lekeli, eski saati çıkardı. Oraya geleli epey zaman geçmiş olduğunu farkederek şaşırdı. En aşağı bir saat on beş dakika. Saat dördü geçmişti. «Haydi, gel, Peter,» dedi. «Gidelim.

» Peter yine inledi ama yerinden kımıldamadı. Ve Anderson o zaman endişeyle yaşlı av köpeğinin şiddetle titrediğini farket-ti. Sıtma nöbeti tutmuştu sanki. Köpeklerin sıtmaya yakalanıp yakalanmadıklarını bilmiyordu. Ama belki yaşlılarda bu dert görülüyordu. Anderson kazdığı küçük çukurun üzerinden atlayıp Peter’ in yanına gitti. Çömelerek avuçlarını köpeğinin suratının iki yanına sürdü. Hayvanın titremesini avuçlarında hissetti. «Nen var, oğlum?» diye mırıldandı. Ama ne olduğunu biliyordu aslında. Peter sağlam gözüyle topraktaki cisme baktı, sonra da ona. Bakışı yalvarış doluydu; sanki, «Buradan gidelim, Bobbi,» diyordu. «O cismi de hemen hemen ablan kadar sevdim.» Anderson endişeyle, «Pekâlâ,» dedi. O güne kadar ormanda böylesine daldığını ve zamanın geçtiğini farketmediğini hiç hatırlamıyordu.

«Bu cisimden hoşlanmadın. Ben de öyle. Haydi, gel.» Yamaçtan patikaya doğru çıkmaya başladı. Peter heyecanla onu izledi. Tam patikaya erişecekleri sırada Anderson, Lut’un karısı gibi dönüp arkasına baktı. Eğer böyle sön kez dönüp bakmamış olsaydı belki de bir daha o cisimle ilgilenmeyecekti. Annesinin ağlayarak yalvarmasına ve ablasının Öfkeli sözlerine rağmen üniversiteyi bırakmıştı. Ve o günden beri de bazı şeyleri kolaylıkla yarıda bırakabiliyordu. Geriye baktığı zaman iki şeyi farketti, maden daha önce sandığı gibi toprağa gömülmüş bir şeyin köşesi değildi. ikincisi, bir tabağa benziyordu. Yemek yediğiniz tabağa değil. Daha çok donuk gri bir maden tabakasına ya da… Peter havladı. Anderson, «Pekâlâ,» dedi. «Duydum.

Gidelim… Gidelim… ve bu nesneyi de unutalım.» Patikanın ortasından yürümeye başladı. Peter önden ağır ağır gidiyor, onu orman yoluna doğru götürüyordu. Anderson yaza özgü o olgun yeşilliğin zevkini çıkarıyordu… Bu yazın ilk günü değil miydi? Gündönümü. Yılın en uzun günü. Bir sivrisineği eliyle kovarak gülümsedi. Yazlar Haven’de güzel oluyordu. Yılın en güzel aylarıydı bunlar. Belki Haven dünyanın en iyi yeri değildi ama dinlenmek için 3’ine de uygun bir kentti. Vaktiyle Haven’de sadece birkaç yıl kalacağına gerçekten inanmıştı. Böylece yeniyetmeliğin sıkıntılarından, ablasının etkisinden ve birdenbire üniversiteden ayrılmanın yol açtığı sarsıntıdan kurtulacaktı. Ama o birkaç yıl beş yıla dönüşmüştü. Beş de ona. On da on üçe. Peter yaşlanmış, Anderson’un saçlarında da kırlar belirmişti.

şimdi hayatının sonuna kadar Haven’de yaşayacağını düşünüyordu. Sadece bir, iki yılda bir yayıncısını görmek için New York’a gidecekti. Bu kent insanı etkiliyordu. Bu yer. Bu toprak. Bu da öyle kötü bir şey sayılmazdı, Hatta belki diğer şeyler kadar iyiydi de. Bir tabak gibi… Maden bir tabak gibi… Anderson taze yapraklı bir dalı kopararak başının etrafında salladı. Sivrisinekler onu keşfetmişlerdi ve kendilerine ziyafet çekmeye kararlıydılar. Başının etrafında dönen sivrisinekler. Ve kafasının içinde uçuşan sivrisinekler. Onları kovması imkânsızdı. Maden bir an parmağımın altında titreşti. Bunu hissettim. Bir diyapazon gibi. Ama tekrar dokunduğum zaman bu titreşim durdu.

Bir şeyin toprağın içinde o biçim titremesi mümkün mü? Tabii ki değil. Belki de… Belki de bu psişik bir titreşimdi. Bu tür şeylere kesinlikle inanmıyor sayılmazdı.-Belki de kafası o gömülü cisim konusunda bir şeyler sezmiş ve bunu ona bu biçimde açıklamaya çalışmıştı. Bir titreşim hissetmiş gibi. Peter’in de bir şeyler sezdiği kesindi. Yaşlı köpek madene yaklaşmayı hiç istememişti. «Unut bunu!» Anderson da öyle yaptı. Ama kısa bir süre için. O gece şiddetli ama ılık bir rüzgâr esmeye başladı. Anderson da sigara içmek, rüzgârın sesini dinlemek için ön verandaya çıktı. Bir zamanlar… hatta bir yıl önce bile… Peter de onunla birlikte gelirdi, ama şimdi oturma odasında, sobanın yanındaki küçük halının üzerinde kıvrılmış yatıyordu. Anderson kafasından durmadan maden cismi gördüğü son anı geçirdiğini farketti. Sonradan birdenbire madeni kazıp ne olduğunu görmesi gerektiğine karar verdiğine inanacaktı. Belki de sigarasını çakıl taşı dökülmüş bahçe yoluna attığı zaman oldu bu… Ama o sırada bilinçli bir biçimde böyle bir karar verdiğinin farkında değildi.

Kafası huzursuzca o cismin ne olduğunu düşünüyordu… Ve bu kez bunu engellemeye kalkışmadı, böyle yapmaya çalışmanın hiçbir yaran olmayacağını çoktan öğrenmişti. Anderson’un kafası, bir binanın bir bölümü, diye bir tahminde bulundu. Prefabrik bir kulübenin. Ama kimse ağaçların arasında öyle bir ev kurmaz. O kadar madeni oralara taşımaya ne gerek var? Üç adam baltalar ve testerelerle altı saat içinde odundan bir kulübe yapıverirler. O cisim bir araba da değil. Yoksa dışarı çıkmış olan o parça pas içinde olurdu. Belki bir motor. Ama neden? Karanlık basarken Anderson . o titreşimi hatırladı. Tartışı-lamayacak bir kesinlikle hem de. Onu. hissettiğime göre… psişik bir titreşim olmalı. Ve… Birdenbire bir şeye kesinlikle inandı. Onu donduran, dehşet verici bir şeye.

Orada biri gömülü. Belki bir arabanın ya da bir buzdolabının ucu o. Ya.da çelik bir sandığın. Ama ne olursa olsun, şimdi bir tabut. Orada bir cinayetin kurbanı mı gömülü? Başka kim öyle bir şeyin içine sokularak bu biçimde gömülür? O titreşim… Bu insan kemiklerinden yükselen sessiz bir çığlıktı. Haydi, Bobbi, budalalık etme! Ama yine de titredi. Bu düşüncenin garip, korkunç bir ikna gücü vardı. Ablası Anne’hin güldüğünü ve, <<Sen de Frank Dayı gibi kaçırmaya başladın, Bobbi,» dediğini duyar gibi oldu. «O pis kokulu köpeğinle orada yalnız başına yaşadığın için bunu hak ettin.» Anderson,’ «Ah, tabii ya,» diye homurdandı. «Yalnızlık humması bu. Münzevi kompleksi. Doktor çağırın, hemşire de! ¦ Bobbi’nin durumu kötü. Gitgide daha da kötüleşiyor.

» Anderson birdenbire Jim Gardener’Ie konuşmayı çok istedi. Onunla konuşmaya ihtiyacı yardı. Onun Unity’deki evine telefon etmek için kalktı. Dördüncü numarayı çevirirken Jim’in bir toplantıda şiir okumaya gitmiş olduğunu anımsadı. Geçimini bu yoldan sağlıyordu. Bir de şiir kursları düzenleyerek. Gezgin sanatçılar için yaz en kazançlı dönemdi. Anderson Jim’in alayla söylediği sözleri hatırladı. «O yaşı geçmiş kadınların yazın bir şeyler yapmaları gerekiyor. Benim de kışın yemek yiyebilmemi sağlıyor. Bir el diğerini yıkıyor. Orada burada şiir okumak zorunda olmadığın için Tanrıya şükretmelisin, Bobbi.» Evet, Anderson buna muhtaç değildi. Ama Jim’in asünda bu işten hoşlandığını düşünüyordu. Hiç olmazsa böylece yatacak kadınlar bulabiliyordu.

Telefonu yerine bırakarak sobanın solundaki kitaplığa baktı. Pek güzel bir şey sayılmazdı. Anderson hiç de iyi bir marangoz değildi. Hiçbir zaman da olamayacaktı. Ama kitaplık işe yarıyordu. Alt iki rafa eski Vahşi Batıyla ilgili eserler dizilmişti. Onların üstündeki iki rafta da yine aynı konuda yazılmış ciddi kitaplar ve romanlar vardı. En üst rafa kendi kitaplarını koymuştu. On bir eserini. Bunlardan onu kovboy romanlarıydı. On birincisi ise diğerlerinden çok farklıydı. Kitabı alarak merakla baktı. Beş yıldan beri bu ince cilde dokunmamış olduğunu düşündü. Kitabın üzerinde «Pusula» yazılıydı. «Roberta Ander-son’un şiirleri.

» ilk. sayfayı açtı. Burada bir tek cümle vardı. «Bu kitabı James Gardener için yazdım.» Telefon etmeye çalıştığı adam için. Seks ilişkisi kurduğu üç erkekten ikincisiydi Jim. Ama artık bunun da önemi yoktu. O günler gerilerde kalmıştı. Anderson içini çekti ve şiirlere bakmadan kitabı tekrar rafa kaldırdı. Bu şiirlerden sadece biri iyiydi. 1972 Martında, büyükbabası kanserden öldükten bir ay sonra yazdığı. Geri kalanlar bir işe yaramazdı. Sıradan bir okuyucu şiirleri okurken kanabi-lirdi. Çünkü gerçekten yetenekli bir yazardı… Ama aslında yeteneğinin Kalbi başka bir konuydu. «Hangtovra» adlı ilk kovboy romanım yazdığı zaman tanıdığı bütün yazaıiar onunla ilişkilerini kesmişlerdi.

Jim dışında. Zaten «Pusuia»yı basan da, Jim’ di. Anderson, Haven’e geldikten kısa bir süre sonra Sherry. Fen-derson’a gevezelikle dolu uzun bir mektup yazmıştı. Ve karşılığında bir posta kartı almıştı. «Lütfen bana bir daha yazma. Ben seni tanımıyorum.» Bu satırların altında da bir tek S harfi vardı. Anderson verandada oturmuş bu kart yüzünden ağlarken Jim gelmişti. «ö gülünç kadının yazdıkları yüzünden neden ağlıyorsun?» diye sormuştu. «Bir yandan ‘Halklara, güç,’ diye bağırırken, öte candan bol bol Chanel 5 parfümü süren bir kadının fikrine inan mayı gerçekten istiyor musun?» Anderson burnunu çekmişti. «Ama o aynı zamanda çok iyi bir şair.» Jim sabırsızca elini sallamıştı. «Bu onu olgunla-ştırmaz. Yu da ona ezberlettikleri o basmakalıp sözlerini unutmasını sağlamaz.

istediğini yapmayı sürdürmek niyetindeysen kesin kararını ver ve zırlamaktan da vazgeç. Bu kahrolasıca hıçkırıkların midemi bulandırıyor. Bu iğrenç gözyaşların yüzünden neredeyse kusacağım. Sen zayıf bir insan değilsin. Ben zayıf insanları hemen anlarım. Neden başka bir kalıba girmek istiyorsun? şu ablan yüzünden mi? Neden bu mu? O burada yok. Sen Anne değilsin. istemiyorsan onu evine de almazsın. Artık bana Anne’ den söz ederek sızıldanma. Büyü biraz. Durmadan yakınmaktan da vazgeç.» Anderson şimdi Jim’e hayretle baktığım anımsıyordu. Jim, «Yaptığın işi ustalıkla başarmakla, bildiklerin konu sunda zekice davranmak arasında büyük fark vardır,» demişti. «Sherry’e olgunlaşması için biraz zaman tanı. Kendine de öyle.

Kendi kendini yargılamaktan vazgeç. iç sıkıcı bir şey bu. Sızlanmam dinlemek istemiyorum. Bu bir işe yaramayan ahmakla ra göre bir şey. Ahmaklıktan kurtul artık.» Anderson o zaman Jim’den hem nefret etmiş, hem ona sevgi duymuştu. Hem onu tümüyle istemiş, hem de sevilecek bir tek yanı bile olmadığını düşünmüştü. içinden, zayıf insanları hemen anladığını mı söylemişti, dedi. Ah, bilmesi gerekir. Zayıf olan o. Bunu o gün bile anlamıştım. Jim, «şimdi,» diye bağırmıştı. «Eski bir yayıncıyla yatmak mı istiyorsun, yoksa o budalaca posta kartını gözyaşlarıyla ıslatmak mı?» • Ve Anderson onunla yatmıştı. Aslında bunu isteyip isteme-, diğini bilmiyordu. şimdi de öyle.

Ama onunla yatmıştı. O sırada ilişkileri sona ermek üzereydi. Jim bu olaydan kısa bir süre sonra evlenmişti. Ama zaten maceraları sona eriyordu. Jim zayıftı. Zayıf ve hilekâr. Anderson, «Bu zaten önemli değil,» diyerek p eski öğüdü yineledi. «O madeni unut…» Bunu söylemek kolay ama yerine getirmek zordu. O gece pek geç uyuyabildi. Üniversitede yazdığı şiir kitabını eline aldığı zaman eski hayaletler lamıldanmıştı. Ya da buna saçaklarda uluyan ve ağaçların arasında ıslık çalan şiddetli, ılık rüzgâr neden olmuştu. Tam dalacağı sırada Petcr onu uyandırdı. Köpek uykusunda uluyup duruyordu. Korkuya kapılarak telaşla kalktı. Peter her zaman uykusunda gürültü ederdi ama o zamana kadar hiç ulumamıştı.

Bu tıpkı, kabus gördüğü için çığlıklar atan bir çocuğun sesiyle uyan-niaya benziyordu. Oturma odasına giderek Peter’in yanında diz çöktü. Çırçıp-laktı, sadece ayaklarında çorapları vardı. «Pete,» diye mırıldandı. -Hey, Pete, sus bakayım!» Köpeği okşadı. Hayvan titriyordu. Anderson ona dokununca irkilerek uzaklaştı. Aşınmış dişlerini gösterdi. Sonra gözlerini açtı. Hem sağlam olanını, hem kataraktlısını. Ve kendisine gelir gibi oldu. Hafifçe inleyerek kuyruğunu yere vurdu. Anderson, «iyi misin?» diye sordu. < Peter onun elini yaladı. T”‘ «Öyleyse tekrar yat.

inlemekten de vazgeç. Kafa şişirme.» Peter uzanarak gözlerini kapattı. Anderson hâlâ dizüstü duruyor ve ona bakıyordu. Endişeliydi. Rüyasında o nesneyi görüyor, diye düşündü. Kafasının mantıklı yanı bu düşünceyi reddetti. Ama aslında bu doğruydu. O da biliyordu bunu. Sonunda yine gidip yattı ve ancak ikiye doğru dalabildi. Ve garip bir rüya gördü. Karanlıkta el yordamıyla yürüyordu rüyasında. Etrafı aramıyor, bir şeyden uzaklaşmaya çalışıyordu. Ormandaydı. Dallar suratına çarpıyor, kollarına batıyordu.

Bazen köklere ve devrilmiş ağaçlara takılarak sendeliyordu. Sonra ileride korkunç bir yeşil ışık beliriyordu. Kaleme benzeyen bir tek ışın. Bobbi Anderson dişlerinin teker teker döküldüğünü farkedi-yordu. ‘ • Dişleri hiç canı yanmadan çıkıyordu. Hepsi de. Alttakile-rin bir kısmi dışarıya, bir kısmı da ağzının içine devriliyordu. Dilinin üzerinde ya da altında katı tanecikler gibi duruyorlar^ di. Üst dişleri ise bluzunun yakasının içine düşüyordu. Bunlardan biri sutyenine takılıyor ve derisine batıyordu. Işık. Yeşil ışık. Işık… …bir garipti! Bu acayiplik ışığın gri ve sedefimsi olmasında değildi. Bir gece önceki rüzgârın havayı değiştireceği belli bir şeydi. Ama Anderson daha komodinin üzerindeki saate bakmadan başka bir tuhaflık olduğunu sezdi.

Saati iki-eliyle tutarak yüzüne yaklaştırdı. Oysa gözleri sağlamdı. Saat öğleden sonra üçü gösteriyordu. Evet, geç vakit uyuyabilmişti. Ama ne kadar geç yatarsa yatsın sabahlan her zaman dokuzda, en geç onda kalkardı. Ama şimdi… tam on iki saat uyumuştu… Ve çok da acıkmıştı. Yine ayaklarında sadece çorapları, oturma odasına gitti. Peter yan dönmüş, gevşekçe yatıyordu. Ayaklarını açmış, başını arkaya atmıştı. Ağzındaki aşınmış dişler gözüküyordu. Anderson kesinlikle, ölmüş, diye düşündü. Peter ölmüş. Gece. Köpeğine yaklaştı. Hayvanın vücudunun buz gibi, tüylerinin de cansız olacağını sanıyordu.

Sonra Peter hafifçe hoıiadı. Anderson büyük bir rahatlık duydu. Köpeğin adını yüksek sesle söyledi. Hayvan sanki fazla uyuduğunu farketaıiş gibi âdeta suçlu suçlu irkildi. Anderson, herhalde öyle, dedi içinden. Köpekler zamandan iyi anlıyorlar. Peter ayağa kalkarak önce bir ard ayağını gerdi, sonra da diğerini. Etrafına bakındı. şaşkınlığı âdeta gülünçtü. Sonra kapıya gitti. Anderson kapıyı açtı. Peter bir an orada durdu. Yağmurdan hoşlanmamıştı. Sonra işini görmek için dışarı çıktı. Anderson oturma odasında ayakta duruyordu.

Peter’in ölmüş olduğuna inanmasına hâlâ şaşıyordu. Son zamanlarda neyini var benim? Hep kasvetli şeyler düşünüyorum… Sonra yiyecek bir şeyler hazırlamak için mutfağa doğru gitti. Ama önce banyoya girdi. Diş macunu sıçramış aynanın Ö-nünde durarak yüzüne baktı. Kırkına yaklaşan bir kadındı. Saçları kırlaşmaya başlamıştı ama diğer bakımlardan fena sayılmazdı. Fazla içki ve sigara içmiyordu. Yazı yazmadığı zamanlar açık havada dolaşıyordu. irlandalılara özgü gür siyah saçları biraz fazla uzundu. Gözleri grimsi maviydi. Birdenbire ağzını açtı ve bir an sadece pembe dişetlerini göreceğini sandı. Ama dişleri yerli yerindeydi. Hepsi de. Dişlerine dokunarak parmaklarının bunların gerçek olduğunu kafasına kanıtlamalarını sağladı. Ama bir şey uygunsuzdu.

Ah, olamaz! Daha bir hafta vardı! Aslında bu da endişelenecek bir şey değildi. Âdet bazen erken oluyor, bazen de gecikebiliyordu. Duş yaptıktan sonra pamuklu bir külot giydi. O sırada gördüğü kâbusun etkisinden tümüyle kurtulmuştu. Kendine kahvaltı hazırlamak için mutfağa geçti. Anderson Kazıyor Ondan sonraki üç gün yağmur durmadan yağdı. Anderson evde huzursuzca dolaştı; Peter’le kamyonete binerek ihtiyacı olmamasına rağmen yiyecek almak için Augusta’ya gitti. Bira içti. Evde bazı şeyleri tamir ederken Beach Boys’un eski şarkılarını dinledi. işin kötüsü evde öyle tamir gerektirecek fazla bir şey yoktu. Üçüncü gün yazı makinesinin etrafında dolaşmaya başladı. Belki yeni kitaba başlamam iyi olur, diye düşünüyordu. Konuyu tasarlamıştı ama yazmaya henüz «hazır» olmadığını biliyordu. Gelgelelim huzursuzluktan kürtulamıyordu bir türlü. işaretler ortadaydı.

Kitaplara, müziğe, kendine karşı sabırsızlık duyuyordu. Zaman zaman dalıp gidiyordu… Sonra yazı makinesine bakıyor ve onu uyandırmak istiyordu. Peter de huzursuz gibiydi. Dışarı çıkmak için kapıyı tırmalıyor ama beş dakika sonra geri dönüyordu. Evde dolaşıyor, yatıyor, arkasından tekrar kalkıyordu. Anderson, barometre düştü, diye düşünüyordu. Hepsi bu. ikimizi de huzursuzlaştırıyor, aksileştiriyor. Ve o kahrolasıca kanama… Her zamankinin tersine bir türlü hafiflemiyordu. Üçüncü yağmurlu gün öğleden sonra üniversitenin ingilizce Bölümüne telefon etti. Jim sekiz yıldan beri üniversitede ders vermiyordu. Ama orada hâlâ arkadaşları vardı. Onlarla bağlantısını da sürdürüyordu. Büroda çalışan,Muriel genellikle onun nerede olduğunu bilirdi. Muriel’m her zaman olduğu gibi Jim’in programı konusunda bilgisi vardı.

«24 Hazirandayız değil mi? Jim bu gece Fail River’de şiir okuyacak. iki gece de Boston’da. Onun arkasından da Providence ve New Plaven’de konferans verecek. Bu programa ‘New England şiir Kervanı’ adı verilmiş.» «Demek Jim dönecek?. Ne zaman?» Muriel, «Onun ne zaman döneceğini bilmiyorum, Bobbi,» dedi. «Jim’i tanırsın. Son konferansı 30 Haziranda. Ancak bu kadarını kesinlikle söyleyebilirim.» Anderson, Muriel’e teşekkür ederek telefonu kapattı. Telefona bakarken gözlerinin önünde kadının hayali belirdi, O da irlandalıydı ama kızıl saçlıydı. Gözleri yeşil, yüzü yuvarlak, göğüsleri de iriydi. Jim’le ilişkisi oldu mu acaba? Herhalde olmuştur. Anderson hafif bir kıskançlık duydu. Ama fazla değil.

iyi bir kadındı Muriel. Onunla konuşmak bile Anderson’u rahatlatmıştı. Muriel onun kim olduğunu biliyor, Anderson’u gerçek bir in san olarak düşünüyordu. Augusta’da bir dükkânda tezgâhın ö-bür tarafında duran bir müşteri gibi değil. Anderson yalnızlıktan hoşlanıyor ama bir rahibe gibi yaşamak da istemiyordu… Bazen böyle bir telefon konuşması bile farkında olmadığı o ihtiyacını karşılıyordu. şimdi neden Jim’le konuşmak istediğini anladığını sanıyordu. Muriel’le yaptığı konuşma hiç olmazsa bunu sağlamıştı. Orm ‘ mandaki o nesneyi unutmamıştı. Ö nesnenin gizli, bir tabut olduğu fikri de iyice kesinleşmişti. Anderson’un huzursuzluğunun nedeni yazmak istemesi değildi. Kazmak istiyordu o. Ama bu işi yalnlz başına yapmak hoşuna gitmeyecekti. Doğuya bakan pencerenin önündeki salıncaklı sandalyesine yerleşerek, «Ama galiba bu işi yalnız başıma yapmak zorunda kalacağım, Pete,» dedi. Peter bir an ona baktı. Sanki, «Nasıl istersen, bebeğim;» der gibi.

Anderson birdenbire öne doğru eğildi. Gözlerini köpeğe dikmiş, hayvanı dikkatle süzüyordu. Peter de ona neşeyle bakarak kuyruğunu yere vurdu. Anderson’a bir an Peter’de bir başkalık varmış gibi gelmişti… Farketmesi gereken çok belirgin bir şey. Ama bunun ne olduğunu anlayamadı.’ Arkasına yaslanarak elindeki Vahşi Batıyla ilgili kitabı açtı. Okumaya başladı. Zaman zaman yakındaki not defterine bir şeyler karalıyordu. Dışarıda yağmur hâlâ yağıyordu,- Erteşi gün hava açık, berrak ve kusursuzdu. Her şey insana posta kartlarındaki yaz manzaralarını hatırlatıyordu. Hafif bir rüzgâr olduğu için de böcekler insana yaklaşamıyorlardı. Anderson saat ona kadar evde bazı işlerle ilgilendi. Oraya gidip o nesneyi kazma isteğinin gitgide arttığının farkındaydı. Bu isteği, baskı altında tutmaya çalıştığının da. Kahvaltıda pek çok şey yedi.

Peter’in mamasına çarpılmış bir yumurta kattı. Peter’in iştahı her zamankinden açıktı. Bunu yağmurun dinmiş olmasına bağladı. Bulaşıkları yıkadıktan sonra başına hasırdan yapılmış eski bir kovboy şapkasını geçirerek dışarı çıktı. Bir saat kadar bahçeyle ilgilendi. Yağmur hiçbir şeye zarar vermemişti. Tersine, bezelyeler olmaya başlamıştı, mısırlar boy atıyordu. Anderson saat on birde bahçeyle ilgilenmeyi bıraktı. Evin arka tarafındaki küçük kulübeye giderek kürek ve bel aldı. Bir • n durdu. Sonra bir de domuztırnağı seçti. Kulübeden çıkarken vn döndü. Araç gereç kutusunu açarak, bir tornavida ve ingiliz ¦.¦’-¦ahtorı buldu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir