Sue Grafton – Firar’in ‘f’si

California’da Floral Beach’teki Okyanus Caddesi Moteli gariptir ki, gerçekten Okyanus Caddesi üzerinde ve Büyük Okyanus’a doğru üç metre inen deniz duvarından bir taş atımı uzaklıktadır. Kumsal ayakizleriyle bozulmuş geniş bir bej alandır ve her gün denizin yükselip çekilmesiyle dümdüz olur. Madeni korkuluklu beton merdivenlerden kıyıya inilir. Göz kamaştırıcı bir maviye boyanmış olan Liman idaresi binasının ucundan denize tahta bir balıkçı iskelesi uzanır. Jean Timberlake’in cesedinin on yedi yıl önce deniz duvarının dibinde bulunduğu nokta benim durduğum yerden görülmezdi. Kızın eski sevgililerinden Bailey Fowler kasten ölüme neden olduğunu o zaman kabul’ etmişti. Ama şimdi, hikâyesini değiştirmişti. Her şiddet sonucu ölüm, bir hikâyenin en doruk noktasını ve devamının başlangıcını temsil eder. Benim işim hikâyenin doğru olan sonunu yazmaktı ve aradan bunca zaman geçtiği için bu hiç de kolay değildi. Floral Beach’in nüfusu o kadar azdır ki, rakam herhangi bir tabelada falan yazılı değildir. Kasaba altı sokak boyunda ve üç sokak enindedir ve çoğunlukla çalılıklarla kaplı dik bir tepenin yamacına yaslanır. Okyanus Caddesi boyunca on kadar işyeri vardır: Üç restoran, bir anı eşyalar dükkânı, bir bilardo salonu, bir bakkaliye, boogie tahtaları da kiralayan bir tişört dükkânı, bir dondurmacı ve bir sanat galerisi. Palm Caddesi köşesinde bir pizzacıyla bir otomatik çamaşırhane bulunur. Restoranlar dışında hepsi saat beş oldu mu kapanır. Evlerden çoğu tek katlı, soluk yeşil ve beyaza boyalı ahşap binalardır ve görünüşe bakılırsa otuzlu yıllarda inşa edilmişlerdir.


Arsaları küçük ve çitle çevrilmiştir, pek çoğunun yan bahçelerinde hız motorları vardır. Motorlar kimi zaman üzerinde bulundukları mülklerden çok daha iyi durumdadır. Deniz Manzarası, Akıntı ve Kum’la Dalga gibi adlar taşıyan birkaç da apartman vardır. Kasabanın tamamı başka bir kasabanın arka tarafına benzerse de, çocukken bir yaz geçirdiğiniz külüstür bir sayfiye yeri gibi belli belirsiz aşina bir yanı vardır. Üç katlı ve limon yeşiline boyanmış motelin önünde çimenlere kadar uzanan bir kaldırım vardı. Bana ikinci katta balkonlu bir oda vermişlerdi, balkondan sol tarafta (telörgü çevrili ve uyan levhaları bulunan) petrol rafinerisine, sağda çeyrek mil ilerdeki Port Harbor Caddesi’ne kadar olan alanı görebiliyordum. Tepede golf sahalı büyük bir sayfiye oteli vardı ama orada kalanlar fiyatların daha ucuz olmasına rağmen asla buraya inmezler. Akşama doğruydu ve Şubat güneşi doğa yasalarına meydan okuyan bir hızla batmaktaydı. Dalgalar sabunlu su dolu kovaların kumlara boşaltılmasını andıran bir şekilde duvara çarpıp durmaktaydı. Rüzgâr hızlanıyordu, ancak herhalde Floral Beach’te pek ağaç olmadığından gürültü yapmıyordu. Martılar akşam yemeği için toplanmışlar, kaldırımlarda çöp tenekelerinden taşan yiyecekleri gagalamaya başlamışlardı. Henüz Salı olduğundan pek fazla turist de yoktu ve daha önce kumsala inen birkaç yürekli kişi de ısının düşmeye başlamasıyla kaçıp gitmişlerdi. Camlı kapıları aralık bırakıp ilk raporumu daktiloda yazmakta olduğum masaya döndüm. Adım Kinsey Millhone’dur. California eyaletinden ruhsatlı özel detektifim ve genelde üssüm Los Angeles’in doksan beş mil kuzeyindeki Santa Teresa kentidir.

Floral Beach kıyı boyunca bir buçuk saat daha ilerdedir. Otuz iki yaşındayım, iki kere evlendim, çocuğum yok, halen kimseye bağlı değilim ve herhalde öyle de kalacağım. O sırada yasal bir adresim bile yoktu. Garajdan bozma dairem yeniden inşa edilene kadar ev- sahibim Henry Pitts’in yanında kalıyordum. Okyanus Caddesi Moteli’ndeki masraflarımı beni bir gün önce tutmuş olan Bailey Fowler’ın babası karşılamaktaydı. Yaptığım hizmete karşılık bana bir mekân veren California Fidelity sigorta şirketinin yeniden döşettiği büroma daha yeni taşınmıştım. Duvarlar beyaza boyanmıştı. Yerde metresi yirmi beş dolar olan (döşeme ücreti hariç) mavi bir halı vardı. Bunu halı döşendiği gün gizlice faturasına baktığım için biliyorum. Dosya dolabım eski yerinde, çalışma masam da her zamanki gibi balkon kapısının yanındaydı. Yeni Sparklett su soğutucusu fişe takılmış, bastığım düğmeye göre hem sıcak hem soğuk su vermeye hazır bekliyordu. Bunlar esaslı şeylerdi ve ben de son vakada aldığım yaralan hemen hemen atlatmış sayılırdım. Kendi kendimin işvereni olduğum için hastalık sigorta primlerimi kiramdan bile önce öderdim. Royce Fowler’i yaşlanma sürecinin aniden hızlandığı bir zamanların dinç bir insanı olarak gördüm. Yetmiş yaşını aşmıştı ve çok etkileyici olan bir doksan boyu her nasılsa biraz kısalmıştı.

Elbiselerinin üzerinde duruşuna bakılırsa son günlerde on -on beş kilo vermiş olmalıydı. Bir çiftçiye, bir kovboya, doğa koşullarıyla boğuşmaya alışkın birine benziyordu. Seyrelmeye başlamış beyaz saçları arkaya taranmıştı ve kulaklarının arkasında hâlâ birkaç kızıl tel seçilebiliyordu. Bastonu vardı ama sapında bitiştirmiş olduğu karaciğer lekeleriyle kaplı elleri taş kadar sağlamdı. Hemşire ya da yardımcı olduğunu düşündüğüm bir kadın koltuğa oturmasına yardım etmişti. Otomobil kullanacak kadar iyi görmüyordu gözleri. “Adım Royce Fowler” dedi. Sesi güçlüydü. “Bu da kızım Ann. Karım da bizimle gelecekti, ama hastalıklı olduğundan ona evde kalmasını söyledim. Floral Beach’te oturuyoruz.” Kendimi tanıttım, ikisiyle de el sıkıştık. Aralarında göze çarpan bir benzerlik yoktu. Adamın yüz hatları iriydi – iri burun, çıkık elmacık kemikleri, sert bir çene- oysa kadınınkiler pek zavallıydı. Saçları karaydı, çocukluğunda düzeltilmesi gereken fırlak dişleri vardı.

Floral Beach’ten hatırladığım bakımsız yazlık evler, kamyonetlerle dolu geniş ve boş sokaklardı. “Bugün mü geldiniz?” “Klinikte randevum vardı” dedi. “Hastalığımı tedavi edemiyorlar ama paramı da almayı biliyorlar. Kente indiğimize göre sizinle bir konuşalım dedim.” Kızı şöyle bir kıpırdandı ama bir şey söylemedi. Kırk yaşını geçmiş olmalıydı, hâlâ babasının evinde yaşayıp yaşamadığını merak ettim. O ana kadar benimle gözgöze gelmemeye dikkat etmişti. Ben öyle havadan sudan söz etmekte pek başarılı olmadığımdan vites küçültüp konuyu işe çevirdim. “Size nasıl yardımcı olabilirim, Bay Fowler?” Adam acı acı güldü. “Adımın sizce bir anlamı yok sanırım.” “Hayal meyal bir şeyler hatırlar gibiyim. Anlatabilir misiniz?” “Oğlum Bailey üç hafta önce yanlışlıkla tutuklandı. Ama yanlış adamı yakaladıklarını anladıkları için bir gün sonra bıraktılar. Sonra hakkında bir araştırma yaptılar sanırım ve parmakizlerini uyumlu buldular. Önceki gece yine tutuklandı.

” Az daha, “Neyle uyumlu?” diye soracaktım ama o anda hatırladım. Yerel gazetede haberi görmüştüm. “Tamam” dedim. “On altı yıl önce San Luis’ten kaçmıştı, değil mi?” “Evet. Kaçtıktan sonra ondan bir daha haber almamıştım, sonunda da öldüğünü tahmin ettim. Benim kalbimi kırmıştı ve sanırım buna hâlâ da devam ediyor.” San Luis Obispo yakınlarındaki California Erkek Cezaevi iki bölümlü bir kurumdur: Yaşlı erkekler için nisbeten yarı açık bir birimle, dört tane altı yüzer kişilik orta güvenlikte bir tesis. Bailey Fowler bir çalışma ekibinden kaçmış ve o sıralarda cezaevinin yanından günde iki kere geçen yük trenine atlamıştı. “Nasıl yakalandı?” “Adını kullandığı Peter Lambert için tutuklama emri çıkarılmış. Yanlış adamı yakaladıklarını anlayana kadar parmakizleri alınmış bile. Anladığım kadarıyla detektiflerden biri bir şeyden işkillenip Bailey’in parmakizlerini yeni bilgisayar sistemine girmiş. Ve cezaevinden kaçtığı için çıkarılan tutuklama emrini öyle bulmuşlar. Bir rastlantı işte.” “Yazık olmuş” dedim. “Şimdi ne yapacak?” “Bir avukat tuttum.

Geri döndüğüne göre artık temize çıkmasını istiyorum,” “Temyize mi başvuracaksınız?” “Bailey hiç yargılanmadı ki. Anlaşma yaptı. Mahkemenin atadığı avukatın tavsiyesiyle kast olmadan adam öldürmek suçunu kabul etti.” “Ya” dedim. Bay Fowler’ın o zaman neden avukat tutmadığını merak etmiştim. Ayrıca savcılığın elinde de ne gibi deliller olduğunu merak ediyordum. Bir savcı genelde durumunun zayıf olduğunu bilmedikçe anlaşmaya yanaşmazdı. “Yeni avukat ne diyor?” “Dosyaları görene kadar bir şey söylemek istemiyor. Ama ben ona mümkün olduğu kadar yardımcı olmak istiyorum. Floral Beach’te özel detektif falan yoktur, o yüzden size geldik, Eskileri karıştırıp herhangi bir iz kalıp kalmadığını anlayacak birine ihtiyacımız var. Tanıklardan bir ikisi öldü, bazıları da oradan taşındılar. Đş karmakarışık ve bir yola sokulmasını istiyorum.” “Bana ne zaman ihtiyacınız olacak?” Royce koltuğunda kıpırdandı. “Önce paradan söz edelim.” “Bana göre hava hoş.

” Bir kontrat formu çıkartıp uzattım. “Saatte otuz dolar artı masraflar. Bir kaparo isterim.” “Hiç kuşkum yok” dedi aksi bir sesle, ancak gözlerinde hakarete benzer bir şey yoktu. “Karşılığında ne alacağım?” “Şimdiden bilemem. Ben mucize yaratamam. ilçe şerif bürosunun işbirliğine ne gözle baktığına göre değişir sanırım.” “Ben onlara güvenmem. Şeriflik bürosu Bailey’den hoşlanmaz. Onu hiç sevmediler ve cezaevinden kaçışı da buna tuz biber ekti. Hepsinin enayi yerine konulmasına neden olmuştu.” “Şimdi nerede tutuluyor?” “Los Angeles Đlçe Cezaevi’nde. Duyduğumuza göre yarın San Luis’e götürülecekmiş.” “Onunla konuştunuz mu?” “Yalnızca dün, kısaca.” “Bir şok olmuş olmalı.

” “Đnme geçireceğim sandım.” Ann söze karıştı. “Bailey babama hep masum olduğunu söylemişti.” “Öyledir” dedi Royce. “Ben de en başından beri aynı şeyi söyledim. Ne olursa olsun, Jean’i asla öldürmezdi.” “Tartışıyor değilim, baba. Ona söyledim yalnızca.” Royce özür dilemediyse de, sesi yumuşadı. “Benim fazla zamanım kalmadı” dedi. “Ölmeden önce bu işin çözümlenmesini istiyorum. Jean’i kimin öldürdüğünü bulursanız bir de prim veririm.” “Buna gerek yok” dedim. “Haftada bir kere yazılı bir rapor alacaksınız ve arada istediğiniz kadar konuşabiliriz.” “Pekâlâ.

Floral Beach’te bir motelim var. Orada ihtiyacınız olduğu kadar ücretsiz kalabilirsiniz. Yemeklerinizi bizimle yersiniz. Yemekleri Ann yapar.” Kız babasına sert bir tavırla baktı. “Bizimle yemek istemeyebilir.” “Eğer öyleyse, bırak da kendisi söylesin. Kimse onu bir şey yapmaya zorlamıyor.” Kadının yüzü kızardı, ama başka bir şey söylemedi. Esaslı aile, diye düşündüm. Diğerleriyle tanışmayı iple çekiyordum doğrusu. Genelde müşterilerimi görmeden kabul etmem, ama durum beni ilgilendirmişti, ve parasından çok ruhsal sağlığım için çalışmaya ihtiyacım vardı. “Ne zaman?” diye sordum. “Yarın gelebilirsiniz. Avukat San Luis’te.

O size istediklerini söyleyecektir.” Kontratı doldurup Royce Fowler’a imzalattım. Ben de imzaladıktan sonra bir kopyasını kendisine verdim, ötekisini kaldırdım. Cüzdanından çıkardığı çek daha önceden adıma iki bin dolarlık olarak yazılmıştı. Yaşlı adamın kendine güveni olduğunu kabul etmek zorundaydım. Çıkarlarken saate baktım. Bütün iş yirmi dakika bile sürmemişti. Büroyu erkenden kapattım, otomobilimi bakım için tamirciye bıraktım. On beş yıllık bir VW’im vardır, o çirkin bej modellerden biri. Tangır tungur öter, paslıdır, ama parası ödenmiştir, iyi çalışır ve çok benzin yakmaz. Kusursuz bir Şubat öğleden sonrası -güneşli ve açık- eve yürüdüm. Noel’den bu yana, ara ara kış fırtınaları esiyordu, dağlar koyu yeşildi ve yangın tehlikesi yaz gelene kadar rafa kaldırılmıştı. Cabana Bulvarı’na paralel kumsala yakın dar bir arka sokakta otururum. Noel tatili sırasında bir bombayla yerle bir olan garajdan bozma dairem şimdi yeniden yapılıyorsa da, Henry hazırladığı plan konusunda epey ağzısıkı davranmaktaydı. Müteahhitle haftalarca kafakafaya vermişlerdi ama şimdiye kadar bana planları göstermemekte ısrar etmişti.

Evde çok zaman geçirmediğim için sonunda neye benzeyeceği beni doğrusu pek ırgalamıyordu. Tek kaygım Henry’nin yeni yeri çok büyük ya da çok lüks yapacağı ve benim de o yüzden kirayı arttırmak zorunda kalacağımdı. Şimdiki kiram ayda yalnızca iki yüz dolardı ki, bugünlerde işitilmedik bir rakam sayılır. Otomobilimin borcu ödenmiş, bürom sigorta şirketi tarafından tahsis edilmiş olduğundan pek az bir gelirle gayet iyi yaşayabilirim. Cüzdanıma fazla gelecek bir yer istemem. Ancak mal Henry’nindir ve sonuçta onun istediği olur. O yüzden en iyisinin ona karışmamak olduğunu düşünmekteydim. 2 Bahçe kapısından girip yeni inşaatın yanından geçerek Henry’nin arka taraftaki verandasına yürüdüm. Henry arka çitin önünde durmuş, yerleri sularken yan komşumuzla konuşuyordu. Đşini hiç aksatmadı ama beni görünce yüzünde hafif bir gülümseme dolaştı. Bir hafta önce Sevgililer Günü’nde seksen ikinci yaşını kutlamışsa da, onu asla yaşlı biri olarak düşünmüş değilim. Uzun boylu ve zayıftır, dar bir yüzü, havagazı alevi rengi mavi gözleri vardır. Gür beyaz saçlarını yana tarar, hepsi kendinin olan güzel dişleri vardır ve yılın her mevsiminde güneşten bronzlaşmıştır. Merakı yaşlılıkta bir parça olsun azalmış değildir. Emekliliğine kadar fırıncılık yapardı.

Hâlâ ekmek, kurabiye ve pasta yapar, mal ve hizmet karşılığı çevredeki dükkâncılarla bunları değiş-tokuş eder. Son zamanlardaki tutkusu süpermarketlerde kasaların yanında satılan o bulmaca dergilerine bulmacalar hazırlamaktır. Ayrıca satın aldığı maddelerin üstündeki kuponları keser ve böylece tasarruf ettiği parayla gurur duyar. Örneğin Şükran Günü’nde yalnızca yedi dolara on iki kiloluk bir hindi almıştı. Ama sonra da hindiyi bitirmesine yardımcı olmak için on beş kişi çağırmak zorunda kaldı, o başka. Onun saflığını, ayakları üzerinde durup mücadele edeceği yerde pasif kalma eğilimini de belirtmeden geçemeyeceğim. Bazı bakımlardan kendimi onun koruyucusu olarak görürüm ki, herhalde o da kendini benim koruyucum olarak gördüğünden bu fikrim pek hoşuna gidecektir. Onunla aynı çatı altında yaşamaya hâlâ alışamamıştım. Yanında kalışım geçiciydi, belki de daha bir ay, dairemdeki onarım tamamlanana kadar. Onun evinde meydana gelen ufak hasarlar kolaylıkla onarılmıştı ama güneşlendiği veranda garajla birlikte yıkılmıştı. Anahtarım vardı, eve dilediğim zaman girip çıkabiliyordum ama yine de zaman zaman duygusal bir klostrofobi içinde boğulur gibi oluyordum. Henry’yi severim. Hem de pek çok. Ondan daha iyi huylu biri olamaz ama ben de sekiz yıldır tek başıma yaşıyorum ve bu kadar yakınımda bir insanın bulunmasına alışkın değilim. Sanki Henry’nin benden bir beklentisi varmış da, bunu yerine getiremiyormuşum gibi huzursuzlanıyordum.

Ve bu huzursuzluğum için de kendi kendimi suçluyordum. Arka kapıdan girdiğimde bir yemek kokusu duydum: Soğan, sarmısak, domates, herhalde tavuklu bir şey. Madeni rafın üzerinde yeni fırından çıkmış bir ekmek duruyordu. Mutfak masası iki kişilik hazırlanmıştı. Henry’nin yakınlarda mutfağını yeniden dekore eden bir kadın arkadaşı olmuştu. Aynı zamanda Henry’nin yaşam boyunca biriktirdiği para olan yirmi bin doların kendi banka hesabında daha iyi duracağını düşünen bir kadındı. Ama neyse ki, sayemde bu girişimi yarıda kalmıştı ve şimdi onu hatırlatan şey yalnızca yeşil fiyonklarla süslü yeşil basmadan mutfak perdeleriydi. Henry renk uyumlu peçeteleri son zamanlarda mendil olarak kullanıyordu, Lila’dan hiç söz etmezdik ama doğrusu kimi zaman benim aşkına müdahaleme gizliden gizliye içerlediğini de düşünmez değildim. Kimi zaman aşkta aldanmak ödenen bedele değer doğrusu. En azından, sonunda yalnızca kalp ağrısıyla kalsanız da, yaşadığınızı ve duygu yeteneğinizin olduğunu bilirsiniz. Koridordan geçip şimdilik ev dediğim arkadaki küçük yatak odasına yürüdüm. Kapıdan içeri girmek bile içime bir huzursuzluğun çökmesine yetmişti ve Floral Beach’e yapacağım yolculuk bana bir rahatlık veriyordu. Dışarda musluğun çevrildiğini duydum ve Henry’yi hortumu titizlikle sararken görür gibi oldum. Kapı kapandı, bir an sonra sallanan koltuğu gıcırdadı ve bir gazete hışırtısı ilk önce okuduğu spor sayfalarını açtığını bildirdi. Yatağın ucunda temiz giysilerim bir yığın halinde duruyordu.

Çekmeceli dolaba gidip aynada kendime baktım. Biraz kaçık göründüğüm kuşkusuzdu. Saçlarım siyahtır ve altı haftada bir, tırnak makasıyla kendim keserim. Sonuç tam da bekleneceği gibidir -düzensiz ve beceriksizce. Son zamanlarda biri kafamın bir köpeğin kıçına benzediğini söylemişti. Ellerimi arasından geçirdim ama bir yaran olmadı. Mutsuzlukla kalkmış olan kaşlarımı parmağımın ucuyla düzelttim. Kestane gözler, koyu renkli kirpikler. Burnum iki kere kırılmış olmasına rağmen şaşılacak derecede düzdü. Bir maymun gibi dişlerimi ortaya çıkardım ve (aşağı yukarı) düzgün olduklarını bir kere daha görmekten memnun oldum. Makyaj yapmam. Gözlerime birşeyler yapsam herhalde daha iyi olurdu -maskara, kaş kalemi, iki renkli far falan-ama o zaman hep onlarla uğraşmak gerekir ki, bu da bana boşuna zaman harcamak gibi gelir, Kız gibi olmak hiç öğretilmediği için, işte şimdi, otuz iki yaşında kozmetik aldatmacalarla süslenmemiş bir yüzle kalıvermişimdir. Bu haliyle güzel bir yüzüm var denemez ama başımın önünü arkasından ayırarak görevini de iyi yaptığı söylenebilir. Ama benim huzursuzluğumun nedeni görünüşüm değildi. Peki, sorunum neydi öyleyse? Mutfağa dönerken kapının önünde durakladım.

Henry her akşam yaptığı gibi kendine bir içki doldurmuştu. Buzlu Black Jack viskisi. Bana baktı, sonra şöyle bir başını sallayıp bir daha baktı. “Ne oldu?” “Bugün Floral Beach’te bir iş aldım. Bir hafta-on gün burada olmayacağım sanırım.” “O kadar mı? iyi. Bir hava değişikliğine ihtiyacın vardı.” Yine gazetesine döndü. Orada durup ensesine baktım. Whistler’in bir tablosu gözlerimin önüne geldi. Bir anda neler olup bittiğini anladım. “Henry, bana analık etmeye mi çalışıyorsun?” “Bunu da nereden çıkardın?” “Burada olmak bana garip bir duygu veriyor da.” “Nasıl?” “Bilmiyorum. Sofranın hazır olması falan.” “Ben yemek yemeyi severim.

Bazen günde iki üç kere yerim.” Sayfanın altında bir bulmaca bulup tükenmez kalemine uzandı. Bu konuşmaya hakkı olan dikkati vermiyordu. “Buraya taşındığımda bana üzerime düşmeyeceğine söz vermiştin.” “Ben üzerine düşmüyorum.” “Düşüyorsun.” “Hayır.” “Ya çamaşırlar? Yatağımın ucuna çamaşırlarımı katlayıp yerleştirmişsin,” “Beğenmediysen yere atabilirsin.” “Haydi haydi, Henry. Önemli olan o değil. Ben kendi çamaşırımı kendim yıkayacağım demiştim, sen de kabul etmiştin.” Henry omuzlarını silkti. “Demek yalancıyım, öyle mi? Ne diyebilirim ki?” “Yeter artık. Benim anaya ihtiyacım yok.” “Senin bir bakıcıya ihtiyacın var, Aylardır söylüyorum sana.

Kendine bakmasını bilmiyorsun. Bir sürü çöplük yiyorsun. Dayak yiyorsun. Oturduğun yer bombalanıyor. Sana bir köpek almanı söyledim ama onu da yapmadın. Şimdi de başına ben bela oldum ve eğer bana sorarsan, bunu hak ettin işte.” Ne kadar sıkıcı. Bir ana kediye bağlanan o ördek yavrularından biri gibi hissediyordum kendimi. Annemle babam ben beş yaşındayken bir araba kazasında ölmüşlerdi. Gerçek bir aile yokluğunda ben de ailesiz idare etmiştim. Şimdi eski bağımlılıkların su yüzüne çıktığı anlaşılıyordu. Bunun ne demek olduğunu bilirdim. Bu adam seksen iki yaşındaydı. Ne kadar yaşayacağını kim bilebilirdi? Ona bağlanmaya razı olduğum anda ölebilirdi. Ha ha, kazığı yine yerdin işte.

“Ben ana baba istemiyorum. Seni dost olarak istiyorum.” “Ben senin dostunum.” “O zaman bu saçmalıkları bırak. Beni çıldırtıyorsun.” Henry saatine bakarken gülümsüyordu. “Laf kalabalığın bittiyse yemekten önce koşacak kadar zamanın var.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir