Gerard De Villiers – 15 Hamburg’a Firar

Malko’nun içine saklandığı hendeğin sağ tarafındaki mısır sapları hafif bir fısıltı ile sallanmaya başladı. Malko arkasına bir göz attı. Birkaç metre geride diz çökmüş bekleyen Elko Krizantem, elini belindeki Astra’sına koydu. Arkasında üç arkadaşıyla birlikte küçücük bir keçi yavrusu mısır saplarının arasından ortaya çıkıverdi. Bir saniye havayı kokladılar, sonra hoplaya sıçraya yolun karşı tarafına geçtiler ve biçilmiş bir tarlanın içinde kayboldular. Malko gerindi. Avusturya ile Çekoslovakya arasındaki bu demirperde bölgesi avcılar için erişilmesi olanaksız bir rüya idi. Dağ keçileriyle oğlaklar burada semirip çoğalıyorlardı. Çünkü burada av yasaktı. Bu hayvancıklar Batı’daki köylere ve Doğu’daki mayın tarlalarına inmemeleri gerektiğini biliyorlardı. Avusturya’nın sakin köylerinden bazen bir patlama sesi duyulur, bir ceylanın Doğu’daki yasak bölgeye girdiği anlaşılırdı. Bu durum Çekoslovak ya da Macar sınır polislerinin biraz taze et yemesini sağlardı. Malko ayağa kalktı ve Doğu’ya doğru baktı, tki dünyanın sınırında olduğuna insanın inanası gelmiyordu. Malko ile Elko’nun saklandıkları hendeğin yanından geçip tarlaları aşan tenha yol, eskiden Avusturya’nın Deutcsh Jahrndorf köyü ile Çekoslovakya’nın Rusovce köyünü birleştirirdi. Şimdi ise 5 Malko’nun bulunduğu yerden yüz metre ilerde yol, tel örgülü bir duvarla kapatılmıştı.


Bu bölüm, demirperdenin Batı yakasını teşkil ediyordu. Ayaklarının dibindeki sınır taşında 1922 tarihi yazılı idi. AvusturyaMacaristan imparatorluğu’nun sonu. Hemen yanı başında ise, bir yazıt vardı. Üstünde “Achtung! Grenze Staat”* yazılıydı, öbür tarafta, Urallar’a kadar Orta Avrupa Ovası uzanıyordu. Buralardan artık hiçbir araç geçmiyordu. Malko da kendi Rolls’unu birkaç kilometre geride, bir kestane ağacının altına bırakmıştı. Bomboş yol, tel örgülü duvardan sonra da devam ediyordu, ama artık orada otlar bürümüştü ve üç yüz metre ilerde, yolun tam ortasına, yüksekliği demirperde duvarının iki katı kadar olan ve etrafı elektrikli tellerle çevrilmiş ahşap bir sınır karakolu inşa edilmişti. Her iki engel arasında bir “GİRİLMEZ” yazısı vardı. Çünkü yerler mayın kaplıydı. Bu güneşli sonbahar gününde, tel örgülü duvarlarla sınır karakolu uyumsuz bir hava yaratıyordu. Sinekler vızıldıyor, keçilerle ceylanlar Avusturya köyünün sakinliğine uyarak sessiz sedasız geziyorlardı. Av hayvanlarından başka tek bir canlıdan eser yoktu. Bu boş sessizlik insanı boğuyor, sanki çevrede ölümün gölgesi kol geziyordu. Malko dürbününü alıp sınır karakoluna doğru baktı: İki Çek askeri tahta tırabzana yaslanmış Batı’ya doğru bakıyorlardı.

Buna benzer binalar sınır boyunca her beş yüz metrede bir sıralanmıştı. Sınır hattına giriş içerden bir kilometre mesafeye kadar yasaktı. Bir motor sesi birdenbire sineklerin vızıltısını bastırdı. Malko’nun kalp atışları yükseldi. Krizantem Malko’ya yaklaşarak alçak sesle fısıldadı: — Siekommen!* Malko sınır karakolunu izlemeye devam ederek cevap vermedi. Karakoldan çıkan yol kuzeye, on * Dikkat, Devlet Sınırı. * Geliyorlar! 6 kilometre uzaklıktaki Bratislava’ya kadar gidiyordu. Bir ağacın arkasından kara bir gölge belirdi ve bir tarlanın başakları arasında kayboldu, sonra karakolun yolu üzerinde yeniden belirdi. Arabanın biçimi Çeklerin Tatra’larından farklıydı. Bu bir Doğu Alman Grenz – Trabant’ıydı: Doğu Alman sınır muhafızları tarafından kullanılan modeldendi. Her iki Almanya arasındaki 1378 kilometrelik sınır boyunca bunlar kullanılırdı. Malko’daki heyecanın yerini korku almıştı, sessizce dua etmeye başladı. — Tanrım, her şey yolunda gitsin, ne olur! Grenz – Trabant sınır karakoluna yaklaşık iki yüz metre kala durdu. Malko ayağa kalktı ve dürbünle bakıp üç askerin arabadan indiğini gördü. İçlerinden ikisinin davranışlarından Çek oldukları belliydi.

Üçüncüde ise, Doğu Almanların gri renkli üniformasıyla Nazilerden miras kalma tepesi yüksek şapkalardan vardı. Adam, yüz hatları seçilemeyecek kadar uzaktaydı, ama Doğu Alman Sınır Muhafız Albayı Hans Dorbach olduğu kesindi. Yanındakiler de Çekoslovakyalı rehberleriydi. Demirperde duvarı boyunca tek başına gezebilme hakkı, yalnızca yüksek rütbeli bir subaya verilirdi. Malko, Krizantem’e döndü: — Elko. Hazır olun. Elko, göğsüne bastırdığı silahını kontrol etti. Rüzgâr, yeni kesilmiş ot kokusu getirdi. Manzara oldukça sakindi. Önlerinden ceylanlar geçip mısırların arasında kayboldu. İlerde, üç adam sınır karakolunun yolu üzerinde yürüyerek tel örgülere yaklaşıyorlardı. İki Çek askeri önden gidiyordu. Her şey çok normal görünüyordu. Albay,demirperde yetkilisi olarak teftiş yapıyordu. Malko işlerin nasıl ve nereye gideceğini bilmeksizin nefesini tutuyordu.

İki Çek askeri birkaç metre öndeydi. Malko, Doğu Alman albayının elini silahının kılıfına 7 götürüp açtığını görünce, Krizantem’e dönerek: — Şimdi! dedi. Elko silahını 45 derece kadar kaldırdı. Hafif bir patlama sesiyle birlikte bir sis bombası sınır karakoluna doğru fırladı, fki Çek askerinin hareket edecek zamanlan olmamıştı. Albay Dorbach silahını çekip sırtlarına dayamıştı. Rüzgârın getirdiği iki patlama sesi daha duyuldu. İki asker silahlarına davranmak üzereyken Doğu Alman subayı iki el daha ateş etti ve askerleri yere serdi. Tam o sırada sis bombası sınır karakolundaki nöbetçinin ayağı dibine düşmüş ve sarımtırak yoğun bir duman salarak askeri bayıltmıştı. Krizantem bir hafta bu atış için talim yapmıştı. Malko, Doğu Alman subayını gözden kaçırmadan hendek çukurundan çıktı. Albay öldürdüğü askerlerin etrafından dolaştıktan sonra tel örgüler boyunca koşmaya başladı. Arabayı orada tesadüfen durdurtmamıştı. Burası Doğulu ajanların içeri sızabileceği özel bir geçiş noktasıydı. Tel örgülere verilmiş olan elektrik akımını kesmeye yarayan bir şalter vardı. Doğu Alman subayı bu işi yapmaya çalışıyordu.

Sonra, birden çaresizlik içinde Avusturya topraklarıyla Çekoslovakya toprakları sınırındaki son duvarların arasında kalan mayın tarlasının telleri altından kayıverdi. Sis bombasının patladığı karakol kulübesinden keskin bir siren sesi duyulmaya başladı. Diğer sınır nöbetçilerinin yetişmeye vakitleri yoktu, çünkü mesafe çok uzaktı. Zaten sınırdan herhangi bir firar veya geçme teşebbüsünde bile, askerlerin nöbet yerlerinden ayrılmaları yasaktı. Doğu Alman subayı kendisini çıplak tarlaya attı. Koşacağı yerde zikzaklar çizerek yürüyordu. Bu telaşsız hali, uzaktan tuhaf görünebilirdi. Fakat, bu durum karşı tarafa sağ salim geçebilmenin tek yoluydu. Albay “geçiş” yolu olan mayınsız dar patikayı önceden 8 ezberlemişti. Koşarken yanlış bir adım atıp havaya uçabilirdi. Malko hazır tetikte bekliyor, siren hâlâ çalıyordu. Bu sinir bozucu yavaşlık insanı korkudan öldürebilirdi. Saniyeler akıp gidiyordu. Adım adım ikileyen o gri siluet hariç, manzara donmuş gibi hareketsizdi. Malko bakışlarını sınır karakoluna çevirdiğinde, üçüncü sis bombası da patladı.

Bir projektörün parlak ışığı sarı sisi yarıp aydınlatmaya çalışıyordu. Fakat boşunaydı. Sınır karakolundan gelen kurşun yağmuruyla albay mayın tarlasının ortasında yere yattı. Artık Malko nefes almıyordu. Albay yolun yarısını geçmişti. Üç dakika daha gerekliydi. Avusturya’yı “GİRİLMEZ” levhasından ayıran dikenli tellerde, elektrik olmadığı için hiçbir tehlike yoktu. Albay ayağa kalkıp yoluna devam etmeye başladı. Malko ona cesaret vermek için bağırmak istedi, ama kendini tuttu. Son derece incelikle planlanmış olan bu kaçış çok mükemmeldi. Bunun için hazırlıklar haftalar önce başlamış, gizli buluşmalar, toplantılar tertip edilmişti. Doğu Almanya’ dan yüksek rütbeli bir subayın Batı’ya iltica etmek istediği haberi, bir “muhbir” aracılığıyla CIA’ya bildirildiği günden beri “Şirket” tetikte bekliyor ve her hareketi anında kontrol ediyordu. CIA bu şüpheli duruma önce itiraz etmişti… O kadar çok kışkırtmalar oluyordu ki!. Doğu Berlin’deki ajanları çok ünlüydü ve ondan “A++ ” değerinde daha uzun süre bilgi bekliyorlardı. Çok önemliydi bu.

Bunun üzerine Şirket işe el koymuş, hemen durumu incelemişti. Batı Alman BND*’siyle de irtibat kurmayı ihmal etmemişti. Bilgilerin mikro filmi her iki Almanya arasında sürekli ve muntazam seferler yapan bir trenin tuvalet kapısının menteşesine gizlenerek getirilmişti. * Batı Alman Haberalma Servisi. e Önce firar etmek isteyenin kimliği, görevi öğrenilmişti. Bu adam, Sınır Muhafız Albayı Hans Dorbach idi. Frankfurt’un tam karşısına düşen yirmi dört kilometre uzunluğundaki “Thuringe Balkonu” diye adlandırılan bölgenin tek sorumlusuydu. Böyle yüksek rütbeli kişiler pek sık iltica hakkı istemezlerdi. BND durumu doğrulamıştı. Çünkü Doğu blokuna sızmış pek çok ajanı vardı… Ayrıca BND, CIA’ya Hans Dorbach’ın daha önce, MFS*’nin önemli yetkililerinden General Scheibe ile birlikte Doğu Alman gizli servislerinde çalıştığını bildirmişti. Bu adama “hayır” denemezdi… Aynı karmaşık yöntemle de albayın kaçış planı hazırlanmıştı. Şimdi ise, özgürlüğe sadece bir dakika kadar uzaktaydı. Malko’nun sevinçten canı bağırmak istiyordu: Sis bombasının bayılttığı sınır nöbetçisi etkisiz hale gelmişti. Kaçak adım adım dikenli tellere doğru yaklaşıyordu. Ona şapkası ile selam verdi.

En küçük bir hata hayatına malolabilirdi. Sonuncu sis bombasını atarak ortalığı yeniden sarı dumana boğan Krizantem’e döndü. Sirenler hâlâ çalıyordu. — Haydi, arabayı getirin! Fazla gecikmek doğru değildi. Çekoslovakyalı sınır bekçilerinin onları Batı’da kovalamayacağı kesindi, ama sis geçer geçmez silahlarını kullanabilirlerdi. Son anda Albay Dorbach’ı kaybetmek çok aptalca olurdu. Elko Krizantem tam harekete geçeceği sırada bir çığlık attı: — Şuraya bakın, karakol yoluna! Malko başını o tarafa çevirdi ve yavaşça hareket etmekte olan bir şey gördü: Çıplak gözle mısır tarlalarından doğru gelen bu şeyin ne olduğunu anlamak olanaksızdı. Dürbününü eline aldığında, gördüğü şeyden az daha kalbi duracaktı. * Ulusal Savunma Bakanlığı. 10 Hiç görülmemiş korkunç bir makine mayın tarlasında ilerleyerek Albay Dorbach’ın üzerine doğru gidiyordu. Paletli bu robot, otomatik silahlarla donatılmış tam bir savaş arabası örneğiydi. Üzerinde uzun bir antenle bir televizyon kamerası ve bir telsiz alıcısı vardı. Makine durdu ve kamera yavaş yavaş çalışmaya başladı. Paletlerin gürültüsüne dönüp bakan albay, robotun elektronik gözünden kaçmak amacıyla kendini hemen yere attı. Son dikenli tel engelinden birkaç metre uzakta, yere çivilenmiş gibi yatıyordu! Robot, mayın tarlasının içinde,olduğu yerde dönmek suretiyle avını arıyordu.

Yerde yatmakta olan Albay Dorbach tereddüt içindeydi. Geri kalan birkaç metreyi de atlatabilmek için ayağa kalkacak olsa, elektronik düşmanının acımasız silahıyla hemen yere çakılabilirdi. Malko korku ve telaş, içinde önündeki manzarayı seyrediyordu. Sınır nöbetçileri uzaktan komutalı bu canavar sayesinde sis bombalarının atıldığı yeri bulmuşlardı. Yenilmez armada paletlerinin üstünde hedefine doğru ilerliyordu. Malko Elko Krizantem’e doğru döndü: — Marlin’i ver! Elko hemen yere eğilip hendek çukurunun içinde hazır duran dürbünlü tüfeği kaptı. Tam zamanıydı. Korkunç canavar arayan gözlerini hedefe doğru döndürmüştü. Malko tüfeğinin dürbünüyle robotun kamerasının objektifine nişan aldı ve tetiği çekti. Mısır tarlasındaki robot aniden sarsılıp durdu. Kameranın güneşliği Malko’yu tereddüte düşürdü. Malko yeniden nişan aldı ve tetiği çekti. Bu kez televizyon kamerası telsiz alıcısıyla birlikte parçalandı. Robot, makineli tüfeğinin namlusu gökyüzüne çevrilmiş bir halde, başıboş olduğu yerde dönmeye başladı. Doğu Alman subayı yerden hemen kalktı.

Son kaian ıı yirmi metreyi de aşıp dikenli telin altından kayarak Avusturya topraklarına ait olan mısır tarlasına yuvarlandı. Malko, Marlin’i Elko’ya attı. Krizantem arabaya koşarken Malko kaçağa yöneldi ve mısır saplarının arasından kafasını kaldıran albayla burun buruna geldi. Albayın sinirden yüz hatları daha sertleşmiş, şapkası yana kaymıştı. Yüzü uzayıp sarkmış, hatları anlamsızlaşmış, gri gözleri sönmüştü. Etrafına bakınmak için durduğu sırada Malko ona Almanca: — Çabuk gelin, albay,dedi. Malko adamın yeşil apoletlerinden gözlerini ayıramıyordu. Sınır subaylarına mahsus bu apoletlerin üzerlerinde gümüş renkli bantlar, onların üzerinde de üçer tane sarı sırmalı kareler vardı. Bu kareler rütbesini gösteriyordu. Doğu Alman subayı hırsla fısıldadı: — Teşekkür ederim! — Gidelim, dedi Malko. Arkalarında kalan manzaraya şöyle bir göz attı. Siren hâlâ çalıyordu, ama ne robotta ne de Grenz-Trabant’ın yanındaki iki askerde hiçbir hareket yoktu. Sınır karakolunu saran sis bulutu dağılmaya başlamıştı. Bu güzel sonbahar gününe bu sis çok ters düşüyordu zaten. Neyseki, çok tenha bir yerdeydiler ve silah sesleri en yakın köylerden bile duyulmamıştı.

Yola paralel olan mısır tarlalarına daldılar. Malko önde yol gösteriyordu, Marlin’ini yanında getirmiş olduğuna şükrediyordu. Oysa CIA’nın Viyana yetkilisi, Çekoslovak askerlerine karşı kullanılacak her türlü ateşli silahı yasaklamıştı. Ama o yetkili, robotun varlığını unutmuş olmalıydı… Mısır saplarını ite ite Malko mümkün olduğunca hızlı yürümeye çalışıyor, arkasında albayın kesik kesik nefes alışlarını duyuyordu. Bu şekilde beş yüz metre kadar gittiler, sonra Malko sola saparak yola indi. Yol 12 hafifçe dönüyordu ve bu kısım sınır karakolundan görünmüyordu. Krizantem nefes nefese Rolls’un direksiyonuna oturmuş geri geri geliyordu. Malko arabanın kapısını açtıktan sonra kenara çekilip albaya yol verdi. Albay Dorbach kendini arabanın deri kaplı koltuğuna bıraktı ve başından şapkasını çıkarınca geriye doğru taranmış siyah sık saçları ortaya çıktı. Koca araba sessizce hafif bir kayışla yerinden fırladı. Yüzünü iki elinin arasına alan Doğu Alman subayından hiç ses çıkmıyordu. Malko ise onun sessizliğine saygı gösteriyordu. Sonra arabasının arka koltuğunda, kol dayama yerinin altındaki Amerikan bardan Gaston de Lagrange dolu kristal bir sürahi çıkarıp iki kadehe konyak doldurdu ve birini Albay Dorbach’a uzattı. Kendi kadehini kaldırarak: — Avusturya’ya hoş geldiniz, albay! dedi. Albay Dorbach da aynı hareketi taklit ederek gri gözlerini Malko’ya çevirdi.

İki kalın çizgi ağzını çevreliyordu. Yüz hatları daha da sertleşmişti. — Beni affedin, dedi. Şu son günlerde çok sıkıldım. Son anda teftişe çıkmamı engellemeye kalktılar… — Kimler? — MFS’deki arkadaşlar. Ne de olsa CIA’nın başarılı bir operasyonu! diye düşündü Malko. Hans Dorbach’ın iltica nedenini biliyordu: Onun sorumluluğundaki bir çavuşla onbaşı birkaç ay önce Batı’ya kaçmıştı ve bu yüzden albay disiplin cezası almıştı. Bu olay onun Afganistan’a veya Angola’ya sürülmesine neden olacak ya da bölüm şefi olarak aldığı maaşı azaltılacaktı. Dahası Parti’nin önemli bir üyesi olan karısıyla da artık anlaşamıyordu. “Aracı” dan öğrendiklerine göre bütün istediği bir miktar para ve yeni bir hayata başlama olanağıydı. 13 BND çok titiz davranmıştı. Böyle önemli bir iltica Doğu Almanya ile aralarındaki tüm ilişkileri gerginleştirebilir, onları suçlayabilirlerdi. Amerikalılar ısrar edince BND, Doğu Alman subayının Avusturya yoluyla gelmesini söylemişti. Bu daha az tehlikeli olacaktı… On beş gün süren görüşmeler sonunda kaçış yeri tespit edilmişti. Bu yer Malko’nun şatosuna oldukça yakındı.

Fakat burada yeni bir sorun ortaya çıkıyordu: Avusturyalılar bu tür bir operasyona yanaşmıyorlardı. Bu durumda, onlar saf dışı bırakılmıştı. Malko, Albay Dorbach’ın bir an önce Münih’e geçmesini planlıyor ve Avusturyalı yetkililerin, onun kendi topraklarında olduğunu duymalarını bile istemiyordu. Avusturya-Almanya sınırında bulunan Salzburg’a üç yüz kilometre vardı. Oradan da Münih bir saatlik mesafedeydi. BND’ye ait bir ekiple bir CIA ajanı, Viyana’daki Imperial Oteli’nde bekliyorlardı. Deutsch Jahrndorf’un ilk eyleri görünmeye başlamıştı bile. Albay Dorbach arkasına dönüp, Rolls’un geride bıraktığı mısır tarlalarına baktı. Demirperde artık görünmüyordu. Hiçbir engel çıkmadan burayı da geçtiler. Kimsenin silah sesinden ve sis bombalarından haberi yoktu. Çünkü kimse, sınır bölgesine gitmezdi. Doğu Alman subayı meşin kokuyordu. Malko ona doğru döndü. — Bu, Batı’ya ilk gelişiniz mi, albay? Hans Dorbach başını eğdi.

— Hayır. Daha önce de gelmiştim. Sahte bir kimlikle. Kendi bölgemdeyken. Doğulu yetkililer belirli zamanlarda Batı’ya gelip araştırma ve kontrol yaparlardı. Sahte kimlikler ise gerçekleri kadar aslına uygundu! Hans Dorbach devam etti: —MSF’nin eylem servisinin emri üzerine. Rolls Royce Liezen yoluna sapmıştı. — Üstünüzü değiştirmek istersiniz sanırım, dedi 14 Malko. Benim evime gidiyoruz. Gerekli olan her şeyi hazırlattım. Hans Dorbach saatine baktıktan sonra merakla sordu: — Saat daha dört, değil mi? — Tam tamına, dedi Malko. — Kaçta Viyana’da oluruz? — Bir saat içinde sanırım. Albay başını salladı, -tyi . Niçin bu kadar acele ediyor, diye düşündü Malko. BND’nin yapacağı sorgu pek eğlenceli geçmeyecekti.

Dinlenecek zamanı vardı… Sessizliği bozmak için sordu: — Ailenizle aranızda bir sorun çıkmadı mı? Hans Dorbach bir yudum konyak aldı. — Ailem! Herr Gott! Karım delinin biri! Yalnızca Parti’sini düşünür. Malko’ya doğru eğildi: — Ne zaman’ et yesem bana hep bunun Parti sayesinde olduğunu söylerdi! Ona artık tahammül edemiyordum. — Çocuklarınız var mı? — İki tane. Beni çabuk unutacaklardır. Yeniden sessizlik oldu. Albay elini siyah saçlarının üzerinde gezdirdi. Kemerli burnu ve hafifçe çıkık çenesi ile güzel bir yüzü vardı. Bir süre sağa sola döndükten sonra dalgın dalgın manzaraya baktı. Sessizliği, Liezen şatosunun bahçesinde fren yapan Rolls’un lastiklerinin kumlar üzerinde çıkardığı gıcırtı bozdu. Albayın yüzünde şaşkınlık ifadesi vardı. — Nereye gidiyoruz? Ben sanıyordum ki… — Evime geldik, diye güven verdi Malko. Biraz dinlenip, elbiselerinizi değiştirin. Sonra Viyana’ya gideceğiz. Krizantem arabanın kapısını açmıştı bile.

Hans ir, Dorbach merakla eski taşları inceledi. — Bratislava’da şahane bir şato var, diye belirtti, Tuna Nehri olduğu gibi görülüyor. — Biliyorum, dedi Malko. Eskiden bizim aile dostlarımıza aitti o şato. Marksistler işgal etmeden önce. Doğu Almanyalı subay öyle duruyordu. Malko onu birinci kattaki bir misafir odasına götürdü. Odada kocaman bir çini soba vardı. Yatağın üzerinde bir valiz ve elbiseler duruyordu. — Şimdi sizi yalnız bırakıyorum, dedi Malko. Yarım saat sonra gelip alırım. Biliyorsunuz, Viyana’da sizinle tanışmak için sabırsızlanan birkaç kişi var… Kapıyı kapatıp kütüphaneye indi. Kendine bir votka koyduktan sonra Viyana’daki Imperial Oteli’nin numarasını çevirdi. Şirket’in bu planı yapan Bonn’daki yetkilisi Eric Russel herhalde şu anda meraktan çatlıyor olmalıydı… * ** — Dostumuz geldi, diye bildirdi Malko telefona cevap alınca. — Biliyorum, dedi Amerikalı.

— Nasıl? diye hayretle haykırdı Malko. — Haberler çabuk ulaşıyor, diye açıkladı Eric Russel. Muhbirlerimizden biri sayesinde karşı taraftakilerin buraya damladıklarını da biliyoruz. Avusturyalılar henüz durumu anlamadılar. Sadece bizden şüpleniyorlar… Biz de inkâr ettik. — Dostumuzun nerede olduğunu biliyorlar mı? — Neyseki hayır, fakat yine de fazla gecikmemeliyiz. Başbakan Kreisky çok kurnazdır. Şimdiye kadar çoktan şüphelenmiş ve harekete geçmiştir bile. Onu zor durumda bırakmayalım. Dostumuzu aramaya başladığında buradan uzaklarda olmalıyız. Sizi en kısa zamanda bekliyorum. Otelin holünde. Hemen yola 16 çıkacağız. — Peki, dedi Malko. — Doğu Almanlar bize bir oyun hazırlıyorlar gibi geliyor bana… Şu tarafsız Helmut Schmidt buna çok kızacak.

Mischa Wolf da. Ama bu defa biz ona oyun oynayacağız! — Umarım Tanrı sizi duyar, dedi Malko. Mischa Wolf, Doğu Alman MFS Eylem Servisi’nin başkanıydı. Çok kurnaz ve şakacı bir Museviydi. Bir keresinde Schmidt’e BND’nin bütün ajanlarının listesi ile maaş bordrolarını göndererek bir şaka yapmıştı… Malko telefonu kapattı. Bu iyi bir haberdi, geceyi Alexandra ile geçirebilecekti. Son görevinden beri onunla eski ilişkilerine pek dönememişlerdi. Alexandra ile birlikte bir arkadaşlarının şatosuna davetliydiler ve bu ziyaretin çok zevkli geçeceğinden emindi. Firariyi Münih’e uğurlamaktan çok memnun olacaktı… Görevi orada bitecekti. Avusturya Güvenlik Teşkilatı bu oyundaki rolünü öğrenecek olursa başı biraz ağrıyacaktı. Kreisky bir tarafsızlık hastasıydı… Ustalar yemek odasının ahşap kaplamalarını onarmak için uğraşıyorlardı. Malko birkaç saniye onları seyretti. Grenada’daki görevinden aldığı para bu tamiratın masraflarını karşılamaktan çok uzaktı ve CIA da bir yardımda bulunmaya yanaşmıyordu. Neyseki, şatonun bakımı ile uğraşan yaşlı karı koca bahçeyi gerçek bir sebze bahçesine çevirmişti. O bölgedeki avcılarla değiş tokuş yaparak iyi bir geçim yolu temin etmişlerdi kendilerine… Yalnızca işlenmiş tüketim maddeleri Viyana’dan geliyordu.

Av hayvanlarıyla süslü koridoru geçip Albay Dorbach’ın kapısını çaldı. — Albay, eğer hazırsanız… Alman subayı üniformasını katlayıp valizine koymakla meşguldü. 9 mm. lik Makarov’unu da üzerine 17 koyduktan sonra doğruldu. Yüzünde acı bir tebessüm vardı. — Hiç bilinmez… Eski albayın üniformasını yeniden giyebilmesi uzak bir ihtimaldi. Doğu Almanlar hainlere hiç acımazlardı. Valizini kapattıktan sonra Malko’ya döndü: — Viyana’ya gitmeden önce bir yerde durmam gerek, dedi. — Bir şey mi satın alacaksınız? — Nein, nein… Schwechat’a. havaalanına gitmek zorundayım. Birisini bulmak için. Malko ona merakla baktı. — Anlamıyorum. Kimi?. Albay Dorbach hafifçe gülümseyerek açıkladı: — Herr Linge, Batı’ya tek başıma geçmedim.

Schvvechat’da, çok önem verdiğim birisini bulmam gerek. Doğu Berlin’den geliyor. Bir kadın.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir