Sue Grafton – Jest’in ‘j’si

Aslında öyle dışardan baktığınızda ölü bir adamın öldürülmesiyle benim hayat hakkındaki görüşlerimi değiştiren olaylar arasında bir bağlantı olabileceğini düşünmeyebilirsiniz. Doğrusunu isterseniz, Wendell Jaffe hakkındaki gerçeklerin benim aile geçmişimle hiçbir ilgisi yok ama cinayet asla temiz, derli toplu bir iş değildir ve zaten kimsenin, açıklamaların düz bir çizgiyi izlediğini söylediği de yok. Benim geçmişimi sorgulamayı başlatan, ölü adamın geçmişini araştırmam oldu ve sonunda bu iki hikâye birbirlerinden ayrılmaz hale geldi. Ölüm hakkındaki katı gerçek, hiçbir şeyin asla değiş-memesidir. Hayat hakkındaki katı gerçekse hiçbir şeyin aynı kalmadığıdır. Her şey bana değil de, bir zamanlar çalıştığım California Fidelity Sigorta şirketinin başkan yardımcılarından Mac Voorhies’e gelen bir telefonla başladı. Adım Kinsey Millhone. Los Angeles’in doksan beş mil kuzeyinde olan Santa Barbara’da çalışan bir özel dedektifim. CF ile ilişkim geçen Aralık ayında sona ermiş ve State Caddesi 903 numaralı binaya uğramak için fazla bir fırsatım olmamıştı. Son yedi aydır Kingman ve Ives avukatlık şirketinden kiraladığım büroda çalışmaktaydım. Lonnie Kingman genelde ceza avukatı olmasına rağmen kaza ile sakatlanma ve ölümle sonuçlanan davalan da alır Yıllardır benim avukatlığımı ve gerektiği zamanlar hukuk danışmanlığımı yapar. Lonny kısa boylu, tıknaz ve vücudunu geliştirmeye düşkün bir insandın Ortağı John Ives ise daha sakin bir tiptir ve temyiz çalışmasının entelektüel meydan okumalarından hoşlanır. Dünyanın bütün avukatlarına horgörü beslemeyen tek kişi benim herhalde. Şunu da belirteyim ki, polisleri de severim: Benimle anarşi arasında duran herkesi severim. Kingman ile Ives, kent merkezindeki küçük bir iş hanının en üst katının tümünü işgal eder.


Lonnie’nin şirketi kendisi, ortağı John Ives ve büroda bir oda kiralamış olan en iyi dostu avukat Martin Cheltenham’dan oluşur. Günlük işleri Ida Ruth ve Jill adında iki sekreter yürütür. Ayrıca Alison adında bir resepsiyonistimiz ve Jim Thicket adında bir de avukat yardımcımız vardır. Benim yerleştiğim oda bir kenarında uydurma bir mutfağı olan toplantı odasıydı. Lonnie, üçüncü kattaki son boş yeri de büroya kattıktan sonra yeni bir mutfak ve bir de fotokopi odası yaptırmıştı. Benim odam masamı, döner koltuğumu, bir iki dosya dolabını, bir mini buzdolabı ile bir kahve makinesi ve taşındığımdan beri açılmamış kutularla dolu büyük bir dolabı alacak kadar büyüktü. Şirketle ortaklaşa kullandığım iki hat dışında bir de özel telefonum var Telesekreterim hâlâ kullanılmaktaysa da, sıkışık bir durumda Ida Ruth da beni arayanları not eder Bir süre başka bir yere taşınmayı düşünmemiş değildim. Bu işi gerçekleştirecek yeterli param vardı. Noel’den önce üzerinde çalıştığım işten yirmi beş bin dolar kazanmıştım. Parayı bankaya yatırıp büyük bir keyifle faizini biriktirmeye koyuldum. Ama bu arada o anda kaldığım yerden ne kadar memnun olduğumu da keşfetmiştim. Yer olarak iyiydi ve çalışırken çevremde insanların olması da hoş bir şeydi. Yalnız yaşamanın dezavantajlarından biri de gittiğiniz yeri söyleyeceğiniz kimsenin olmamasıdır. Şimdiyse hiç olmazsa insanlar nerelerde olduğumu biliyordu ve bir yardıma ihtiyacım olduğunda onlara başvurabilirdim. Temmuz ortalarının o Pazartesi sabahı bir buçuk saat kadar oturup üzerinde çalıştığım iş konusunda telefonlar etmiştim.

Nashville’li bir özel detektif bana yazdığı mektupta müşterisinin eski kocasını araştırmamı istemişti. Adamın nafaka parasından altı bin dolar borcu birikmişti. Söylentilere bakılırsa Tennessee’den ayrılmış ve Perdido ya da Santa Teresa’ya yerleşmek niyetiyle California’ya doğru yola çıkmıştı. Adamın adı, eski adresi, doğum tarihi ve Sosyal Sigorta numarası verilmiş, elimden geleni yapmam istenmişti. Adamın en son aracının marka ve modeliyle Tennessee plaka numarası da vardı elimde. Sacramento’ya iki mektup yazmıştım: Biri söz konusu kişinin sürücü ehliyeti konusunda, ikincisi 1983 Ford kamyonetini kaydettirip kaydettirmediğini öğrenmek için. Şimdi de bölgedeki çeşitli belediye kurumlarını arayıp adamın adına su, elektrik ya da telefon bağlanıp bağlanmadığını araştırıyordum. Şimdiye kadar bir şey bulmuş değilsem de iş eğlenceli sayılırdı. Saati elli dolara her işe razıydım. Allison dahili telefonu çaldırdığında uzanıp düğmeye bastım. “Efendim?” “Bir ziyaretçin var.” Allison yirmi dört yaşında, capcanlı, neşeli bir kızdır. Beline kadar inen sarı saçları vardı, bütün giyecekleri 4 beden ‘küçük’tü ve adındaki ‘i’ harfinin noktasını o andaki havasına göre ya bir kalp ya da bir papatya olarak koyardı. Sesi her nasılsa çocukların iki kibrit kutusu ve bir sicim parçasıyla yaptıkları o “telefonlardan birinde konuşuyormuş gibi geliyordu. “California Fidelity Sigortacılıktan Bay Voorhies.

” Bir çizgi roman karesinin kahramanıymışım gibi başımın üstünde bir soru işareti belirdiğini hissediyordum. Gözlerimi kısarak ahizeye biraz daha yaklaştım. “Bay Voorhies orada mı yani?” “Geri göndereyim mi?” “Ben geliyorum” dedim. Kulaklarıma inanamıyordum. Mac, CF için yaptığım işlerin çoğunun başında olan kişiydi. Beni kovan onun patronu Gordon Titus’tu ve ben iş değişikliğine artık kendimi alıştırmışsam da, adamı düşündükçe adrenalin salgılarımın artmasına engel olamıyordum. Bir an Gordon Titus’un Mac’ı özür dilemeye gönderdiğini düşündüm. Buna pek olanak yoktu ya. Sıkıntı içine düşmüşüm gibi görünmediğinden emin olmak için odaya şöyle bir göz gezdirdim. Oda büyük değildi ama kendi pencereme sahiptim, duvarlarım temizdi, yerde koyu turuncu pahalı bir halı seriliydi. Đç çerçeveli suluboya resimle bir metre yüksekliğindeki kauçuk bitkimle gayet zevkli bir görünüşü vardı. Doğru, kauçuk yapmaydı ama çok yakınına yaklaşmadıkça o kadarı da belli olmazdı. Aynaya bakmak isterdim (Mac’ın gelişi daha şimdiden o etkiyi yaratmıştı) ama yanımda ayna taşımazdım ve zaten ne göreceğimi biliyordum: Siyah saçlar, kestane gözler, makyajsız bir yüz. Üzerimde her zamanki gibi blucinim, balıkçı yaka kazağım ve ayağımda botlarım vardı. Avcumu yalayıp kıvırcık saçlarımın üzerinden geçirdim.

Bir hafta önce artık daha fazla tahammül edemeyerek saçlarımı bir tırnak makasıyla kesmiştim. Sonuç tam da bekleneceği gibi olmuştu. Koridorda sola sapıp birkaç odanın önünden geçerek ön tarafa gittim. Mac, resepsiyon bölümünde, Alison’un masasının yanında ayakta duruyordu. Mac, altmış yaşlarında, uzun boylu, çatık kaşlı, kır saçlı bir adamdır Uzun kemikli yüzünde kara gözleri biraz da çarpıktır Her zamanki purosu yerine sigara içiyordu ve külünü yeleğine dökmüştü. Mac öyle sağlıklı yaşam meraklılarından değildi ve vücudu bir çocuk perspektifinden çizilmişe benzerdi: Uzun bacak ve kollar, kısa bir gövde ve üstünde küçük bir baş. “Merhaba Mac” dedim. Gayet ekşi bir ses tonuyla, “Merhaba, Kinsey” dedi. Onu gördüğüme öyle sevinmiştim ki, gülmeye başladım. Kocaman bir köpek yavrusuymuşum gibi kendimi kollarının arasına atıverdim. Bu davranışım Mac’ın o pek seyrek gülümsemelerinden biriyle karşılandı, içtiği onca sigaradan kararmış dişleri ortaya çıktı. “Görüşmeyeli çok oldu” dedi. “Seni burada gördüğüme inanamıyorum. Haydi, odama gel de konuşalım. Kahve ister misin?” “Teşekkür ederim, az önce içtim.

” Mac sigarasını söndürmek için döndü ama çevrede küllük olmadığını farketti. Şaşkınlıkla bakınırken gözleri Alison’un masası üstündeki saksıya takıldı. Alison öne eğildi. “Ben alayım” diyerek sigarayı adamın parmakları arasından aldı ve hâlâ yanmakta olmasına aldırış etmeden açık camdan dışarı fırlattı, sonra da park yerinde birinin üstü açık otomobilinden içeri düşmediğinden emin olmak için başını uzatıp baktı. Mac arkamdan yürürken ben durumumu anlatıyordum, o da uygun yanıtlar veriyordu. Odama vardığımızda beni iltifatlara boğdu. Ortak dostlarımız hakkında birbirimize haberler verdik, biraz da son dedikoduları konuştuk. Bu sohbet adamı yakından inceleme fırsatı vermişti. Yıllar hızla ilerliyor gibiydi. Rengi solmuştu, görünürse bakılırsa beş altı kilo vermişti. Yorgun ve kararsız görünüyordu ki, bu da kendisine hiç uymayan bir şeydi doğrusu. Eskinin Mac Voorhies’i aksi, sabırsız, kesin kararlı, neşesiz ve muhafazakâr bir insandı. Yanında çalışılacak iyi bir insandı ve işin doğru yapılması tutkusundan doğan o sinirliliğine hayrandım. Şimdi ortada eksik bir kıvılcım vardı ve bundan telaşlanmıştım. “Đyi misin? O eski halin yok gibi.

” Hırçın bir tavırla, beklenmedik bir enerjiyle elini salladı. “Đşin keyfi kalmadı. Bütün gün o kârlılık hesaplarıyla bu yeni idareciler. Ben sigorta işini bilirim… bu işe hayatımı verdim. CF eskiden bir aileydi. Yönetecek bir şirketimiz vardı ama bu işi merhametle, birbirimize saygı göstererek yapardık. Birbirimizi sırtımızdan bıçaklamaz, talep sahiplerine kazık atmazdık. Şimdi artık işimi tanıyamıyorum, Kinsey. Đşe alınıp kovulanın haddi hesabı yok. Sigorta acentelerinin çantalarını açacak fırsatları olmuyor. Kâr marjları ve masraf kısıtlaması. Son zamanlarda işe gitmek bile istemediğimi farkettim.” Çevresine şöyle bir bakarken yüzü kızardı. “Tam bir bunak gibi konuşuyorum. Bana ‘erken emeklilik paketi’ önerdiler, o da her ne demekse.

Biz eskilerden bazılarını bordrodan çıkarmak için binbir oyuna başvuruyorlar. Çok para alıyormuşuz ve değişime ayak uyduramazmışız.” “Kabul edecek misin?” “Daha karar vermedim ama kabul edebilirim de. Altmış bir yaşındayım ve artık yoruldum. Ölüp gitmeden, biraz torunlarımla oynamak isterim. Marie ile evi satıp bir karavan alır, memleketi gezen aileyi ziyaret ederiz. Can sıkmamak için bir yerde fazla kalmadan geçinir gideriz işte.” Mac’ın hepsi de evli ve çocuk sahibi sekiz çocuğu vardı. Ama aklına başka bir şey takılmış olacak ki, elini sallayarak bu fikirden uzaklaştı. “Neyse, bu kadar çene yeter.” “Karar vermek için bir ayım var. Bu arada bir şey çıktı da aklıma sen geldin.” Acele etmeyerek, hikâyeyi kendi keyfine göre anlatmasını bekledim. Mac sahneyi kendi hazırladığı zaman çok daha başarılı olurdu. Bir paket Marlboro çıkarıp bir sigara aldı.

Elinin tersiyle dudaklarını kuruladıktan sonra sigarayı dişlerinin arasına sıkıştırdı. Sonra kibritini çıkararak yaktı, alevi bir ağız dolusu dumanla söndürdü. Bacak bacak üstüne attı, kül tablası olarak paçasının kıvrımlarını kullanmaya başlayınca, naylon çoraplarını tutuşturacak diye ödüm koptu. “Beş yıl kadar önce Wendell Jaffe’nin ortadan kayboluşunu hatırlıyor musun?” “Şöyle böyle.” Hatırladığım kadarıyla Jaffe’nin yelkenlisi Baja açıklarında boş olarak bulunmuştu. “Ama bir kere hatırlatsan iyi olur. Denizde kaybolan adamdı, değil mi?” “Evet.” Mac olayı özetlemenin bir yolunu ararmış gibi başını salladı. “Wendell Jaffe ile ortağı Carl Eckert arazi geliştirmek, apartman ve işhanı ve alışveriş merkezi falan yapmak için bir limited şirket kurmuşlardı. Yatırımcılara kendileri kâr almaya başlamadan önce dört yıl boyunca yatırımlarını geri almayı ve yüzde on beş faiz vaad ediyorlardı. Tabii masrafları geniş tutarak kendilerine esaslı bir gelir sağlamayı ihmal etmediler. Ortaya kâr çıkmayınca eski yatırımcıların parasını yeni yatırımcıların paralarıyla ödemeye başladılar, nakit parayı kurdukları yeni şirketlere aktardılar; tezgâhlarını yürütebilmek için hep yeni işler peşinde koştular” “Bir Ponzi üçkâğıtçılık oyunu yani.” “Evet. Bence işe iyiniyetle başlamışlardı ama sonu öyle geldi işte. Her neyse, Wendell bunun sonsuza kadar böyle devam edemeyeceğini anladı ve işte o sıralarda teknesinden düşüp; kayboldu.

Cesedi de bulunamadı.” “Hatırladığım kadarıyla bir intihar notu bırakmıştı.” “Doğru. Elde edilen bilgilere göre adam bütün klasik depresyon belirtilerini gösteriyordu: Keyifsizlik, iştahsızlık, telaş, uykusuzluk. Sonunda balıkçı teknesiyle denize açıldı, kendini suya attı ve karısına bir not bıraktı. Notta uçan kuşa borçlanıp artık battığını anladığı işine her şeyini yatırdığını yazıyordu. Borçlu olmadığı kimse yok gibi. Herkesi düşkırıklığına uğrattığını biliyordu ve bunun sonuçlarına katlanamazdı. Bu arada karısıyla çocukları berbat bir durumdaydılar” “Çocukları kaç yaşındaydı?” “Büyüğü Michael, on yedisindeydi sanırım, Brian ise on iki yaşında falandı. Pis bir iş. Skandal ailesini mahvetti ve yatırımcılarından bazıları iflas ettiler Ortağı Carl Eckert hapse düştü, Jaffe’nin, iskambil kâğıtlarından şatosu yıkılmadan az önce intihar ettiği anlaşıldı. Ancak öldüğü somut olarak kanıtlanamadı. Karısı kalan bir iki kuruşunu yönetmek için mahkemeden bir idareci tayinini istedi. Banka hesapları da boşaltılmış ve ev ipotek edilmişti. Kadın sonunda onu da kaybetti.

Doğrusu ona çok açmıştım. Adamla evlendikten sonra çalışmamıştı da. Birden kendini iki çocukla beş parasız buluverdi, bir mesleği falan da yoktu, iyi de bir kadındı. Ondan sonra tam beş yıl süren bir sessizlik dönemi geldi. Adamdan ne bir ses çıktı, ne de izine rastlanıldı.” Hikâyenin sonunu tahmin ederek, “Ama ölmemişti, değil mi?” diye sordum. “Oraya geliyorum” dedi Mac, biraz da sinirli bir sesle. Hikâyeyi istediği gibi anlatması için sorularımdan vazgeçtim. “O soru ortaya atıldı. Sigorta şirketi ölüm belgesi olmadan para ödemek istemedi. Özellikle de Wendell’in ortağı dolandırıcılık ve hırsızlıkla suçlanınca. Wendell belki de hapisten kurtulmak için parayı alıp kaçmıştı. Öyle bir şey söylemedik ama parayı ödemek için de acele etmedik. Dana Jaffe bir özel detektif tuttu ama o da lehte ya da aleyhte bir ipucu bulamadı. Adamın öldüğü kanıtlanamıyordu ama ölmediği de kanıtlanamıyordu.

Olaydan bir yıl sonra kadın kocasının ölü ilan edilmesi için mahkemeye başvurdu, intihar notunu verdi, ortağının ve çeşitli arkadaşlarının kocasının kaybolmadan önceki ruhsal durumu hakkındaki ifadelerini sundu. O noktada CF’ye de adamın sigorta poliçesinin tek lehtarı olarak talepte bulunduğunu bildirdi. Biz de epey geniş bir araştırma başlattık. Đşin başında Bill Bargerman vardı. Onu hatırladın mı?” “Adı yabancı değil ama karşılaştığımızı sanmıyorum.” “O sıralarda herhalde Pasadena bürosunda çalışıyordu. Şimdi emekli. Her neyse, o elinden geleni yaptı ama Wendell Jaffe’nin sağ olduğunu kanıtlamanın bir yolunu bulamadık. Ölüm kararını geçici olarak durdurabildik. Mali sorunları nedeniyle Jaffe’nin eğer sağ ise kendi isteğiyle ortaya çıkmayacağını savunduk. Yargıç lehimize karar verdi ama kararının geçici olacağını biliyorduk. Bayan Jaffe çılgına döndü ama beklemekten başka çaresi yoktu. Poliçenin primlerini ödemeye devam etti ve beş yıl dolunca yine mahkemeye başvurdu.” “Ben sürenin yedi yıl olduğunu sanıyordum.” “Yasa bir yıl kadar önce değişti.

Kadın iki hafta önce bir üst mahkemeden Wendell’in öldüğünü bildiren kararını çıkarttı. Şirketin yapabileceği bir şey yoktu parayı ödedik.” “Olay iyice karışmaya başladı” dedim. “Kaç paradan söz ediyoruz?” “Beş yüz bin dolar” “Fena değil, ama belki de hak etmiştir. Almak için epey beklemiş doğrusu.” Mac’ın gülümsemesi pek kısa süreliydi. “Biraz daha beklemesi gerekirdi. CF’den emekli olan Dick Mills’den bir telefon geldi, Jaffe’yi Meksika’da gördüğünü iddia ediyor Viento Negro diye bir yerde.” “Sahi mi? Ne zaman?” “Dün” dedi Mac. “Jaffe’yi ilk sigortalayan Dick’ti, daha sonra da onunla epey iş yapmıştı. Her neyse, Dick, California Körfezi’nde Cabo ile La Paz arasında berbat bir yerdeymiş. Wendell’i otel barında bir kadınla içerken gördüğünü söylüyor. Dick havaalanına gitmek için otobüs beklerken bir tek atmak için bara girmiş. Wendell bir metre kadar ilersinde verandada oturuyormuş, aralarında yalnızca bir kafes varmış. Dick önce sesi tanıdığını söyledi.

Biraz kısık ve Teksas aksanlı. Adam önce Đngilizce konuşuyormuş ama garson gelince Đspanyolca’ya başlamış.” “Wendell, Dick’i görmüş mü?” “Görmemiş. Dick çok şaşırdığını söyledi. Orada donup kalmış ve az daha otobüsü kaçıracakmış. Eve varır varmaz bana telefon etti.” Kalp atışlarımın hızlandığını hissediyordum. Beni ilginç bir teklife yaklaştırdığınız anda kalbim öyle pıt pıt atmaya başlar. “Şimdi ne olacak?” Mac epey uzamış külünü paçasının kıvrımına silkeledi. “Mümkün olduğu kadar çabuk oraya gitmeni istiyorum. Herhalde geçerli bir pasaportun vardır” “Pasaportum var ama Gordon Titus ne olacak? Onun bu işten haberi var mı?” “Titus’u bana bırak. Bu Wendell işi ilk çıktığı günden beri tepemi attırdı zaten. CF’den ayrılmadan önce bunun halledilmesini isterim. Yarım milyon dolar az para değil. Doğrusu meslek hayatımı kaparken hoş bir jest olur” “Eğer doğruysa” dedim.

“Dick Mills’in yanıldığını görmedim bugüne kadar Yapacak mısın?” “Buradaki işlerimi toparlamam gerek. Seni bir saat sonra arayabilir miyim?” “Elbette.” Mac ayağa kalktı, saatine baktı, masamın kenarına şişkince bir paket bıraktı. “Yerinde olsam fazla oyalanmazdım. Los Angeles’e uçağın saat birde. Aktarma saat beşte. Biletler zarfta.” Gülmeye başladım. California Fidelity ile yine işe başlamıştık. 2 Uçağım Los Angeles havaalanına indikten sonra Cabo San Lucas’a gidecek Mexicana uçağına üç saatim vardı. Mac, Jaffe’nin kayboluşu ve sonrasında olanlar hakkında gazete yazılarıyla dolu bir dosya vermişti. Havaalanının kokteyl salonlarından birine yerleştim, bir yandan margaritamı yudumlarken yazıları okumaya koyuldum. Hazır vakit varken olayı kavramam iyi olacaktı. Ayağımın dibindeki çantamda eşyalarımın yanı sıra 35 mm’lik fotoğraf makinem, dürbünüm, kendime otuz dördüncü doğum günü armağanı olarak aldığım video kameram vardı. Bu yolculuğun böyle aniden başlamış olmasına bayılıyordum ve daha şimdiden yolculuğun insanda yarattığı o uyanıklığı hissetmekteydim.

Arkadaşım Vera ile Santa Teresa’nın yetişkinler eğitim programında yer alan Đspanyolca derslerine devam etmeye başlamıştık. Ancak şimdilik, sadece şimdiki zamanla pek işe yaramayacak kısa cümlelerle uğraşmaktaydık -tabii karşımıza ağaçlardaki kara kediler çıkmazsa; böyle bir şey olduğu takdirde Vera da ben de söyleyeceklerimizi biliyorduk: Muchos gatos negros estan en los arboles, si? Si, muchos gatos. Bu yolculuğu, hiçbir şey çıkmasa bile dil yeteneğimi ölçmek için bir fırsat olarak görüyordum. Mac, gazete kupürlerinin yanına Jaffe’nin çeşitli yerlerde çekilmiş on bir siyah beyaz resmini de eklemişti: sanat sergisi açılışları, politik bağış yemekleri, yardımseverler derneğinin açık artırmaları falan. Katıldığı olaylara bakılırsa seçkinlerden biriydi: Yakışıklı, iyi giyimli, her grubun merkezi. Genelde resimleri hep bulanık çıkmıştı, sanki deklanşöre basıldığı anda geri çekilmiş ya da başını çevirmiş gibi. Fotoğraf çektirmekten kaçınmasının bilinçli bir hareket olup olmadığını merak etmiştim doğrusu. Elli beş yaşlarında ve iriyarıydı. Gümüş saçlar, çıkık elmacık kemikleri, çıkık bir çene, iri bir burun. Başka insanların fikirlerini pek önemsemeyen sakin, vakur bir insana benziyordu. Kimlik değiştirme fikrini kendi üzerimde düşünürken gariptir, adama bir yakınlık duyuyordum. Doğam gereği yalancı olduğumdan bu olasılık beni hep cezbetmişti. Bir hayattan çıkıp ötekine girmekte belirli bir romantiklik vardır Tıpkı bir aktörün bir karakter rolünden diğerine geçişi gibi. Bir süre önce cinayetten mahkûm birinin bir cezaevi çalışma grubundan kaçarak kendine yeni bir kimlik yarattığı bir olayla karşılaşmıştım. Adam bu süreç içinde yalnızca geçmişini değil cinayetten mahkûmiyetin lekesini de sıyırıp atmıştı.

Yeni bir aile edinmiş ve yeni bir işe girmişti. Yeni çevresinde saygı görüyordu. On yedi yıl sonra sıradan bir olay sonunda tutuklanmasaydı sahtekârlığını ölene kadar sürdürecekti. Geçmişin bizi yakalamak gibi kötü bir huyu vardır işte. Saatime bakınca gitme zamanının geldiğini gördüm. Gazete kupürlerini topladım, çantamı aldım. Ana terminale girdim, güvenlik kontrolünden geçtim ve çıkış kapısına doğru olan uzun yolu adımlamaya koyuldum. Yolculuğun değişmez bir yasası da geliş ya da çıkış kapılarının hep terminalin en sonunda olmasıdır. Özellikle çantanız ağırsa ya da ayakkabılarınız sıkmaya başlamışsa… Yolcular birer ikişer gelip kapının açılmasını beklerken ben de bir kenara oturup ayağımı ovuşturdum. Uçakta çantamı başımın üstüne yerleştirip yerime oturunca Mac’ın biletlerle verdiği parlak renkli otel broşürünü çıkardım. Mac biletleri almak dışında Wendell Jaffe’nin görüldüğü otelde yer de ayırtmıştı. Adamın hâlâ orada olacağını sanmıyordum ama bedava tatili kaçıracak da değildim herhalde. Hacienda Grande de Viento Negro ön tarafında kumsalı olan üç katlı bir binaydı. Fotoğrafın altında bir lokantası, iki ban, bir sıcak yüzme havuzu, tenis, dalma, balık avlama olanaklarının bulunduğu kent turu yapılabileceği ve margaritaların müessesenin ikramı olduğu belirtiliyordu. Yanımdaki kadın da omzumun üzerinden broşürü okumaktaydı.

Sanki bir sınavda kopya etmeye kalkışmış gibi kâğıdı vücudumla örtüyordum. Kadın kırk yaşlarında, çok zayıf, güneşten iyice esmerleşmiş ve zarifti. Siyah saçları Fransız biçimi örülmüştü, üzerinde siyah bir pantolon ceket vardı. Üzerinde başkaca hiçbir renk yoktu. “VN’ye mi gidiyorsunuz?” diye sordu. “Evet. Oraları bilir misiniz?” “Evet. Ve umarım orada kalmazsınız.” Hoşnutsuzluğunu belirten bir tavırla broşürümü işaret ediyordu. “Nesi var ki? Gayet hoş bir yere benziyor” Sanki dişetlerini yokluyormuş gibi dilini yanağ

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir